Buna insan sebep oldu – I

Âdem (a.s) cennetten kovulunca,
Âlem, onun bakış tarzına göre yeniden şekillendi.
Madem insan böyle istiyordu,
Hakikatin yalın gerçekliği,
Bin bir olasılığın içinde sunulmaya başlandı.
Artık evren, insan için tam bir ten tuzağıydı. [1]
Âdemoğlu ete kemiğe bürünmüştü..
Bu nedenle,
İster istemez sonsuzluk vehmini kuşandı,
Ten elbisesini giydi ve günahlar başladı.
O (c.c) ise şiddet-i zuhurundan gizlendi.
Bundan sonrasında artık her şey perdeliydi..
Yaratıcıyla (c.c) aramıza ‘istemek perdesi’ gerildi.
Esasen istemenin dışında,
İnsanın elinde hiçbir şey kalmamıştı.
İnsan istedikçe,
Fiziki olasılıklar sonsuz değerler kazanmaya başladı.
Sebeplerle sonuçlar arasındaki kapanması imkansız boşluğun,
Binlerce hikmetinden biri de buydu.
Açıkçası buna insan sebep olmuştu..

*

Şeffaf bir çekirdeğin içine,
Görüntüsü yansımış bir güneş,
Işığıyla, rengiyle kolayca sığar.
Ama aynı çekirdekten bir ikincisi,
O çekirdeğin içine imkanı yok sığmaz.
İşte şu hakikat,
Sebeplerin sonuçları yaratması vehmini,
Kökünden keser atar. [2]
Aynı şartlarda,
Her şeyi kuşatmış ezelî bir ilmin içinde şekillenen,
İmkânî (olası) vücutlar,
Varlık âlemine yansımak suretiyle kolayca yerleşir.
Ezelî / sonsuz ilim,
Olası vücutlara ayna olduğu gibi,
İmkânî (olası) vücutlar da mevcut bedenlerimize birer aynadır..

‘Kevn (varlık) ve vücut sahasında durup,
Ahvâl-i âleme (âlemde olup bitenlere) dikkat eden adam,
Hadsî bir sür’atle (hemen) anlar ki,
Tesir-i faaliyet (etki yapmak),
Lâtif (cismani olmayan),
Nuranî, mücerret (soyut) olan şeylerin şe’ni (özelliği) olduğu gibi;
İnfial (reaksiyon), kabiliyet (yetenek), teessür (etkilenmek) de,
Maddî, kesif (katı), cismanî şeylerin hassasıdır (özelliğidir).
Evet, misal olarak,
Semâdaki nurla yerdeki şu kocaman dağa bak.
O nur semâda iken ziyasıyla (ışığıyla) yerde iş görür, faaliyettedir.
O dağ ise, azametiyle beraber faaliyetsiz yerinde oturuyor.
Ne bir tesiri var ve ne de bir fiili var.
Ve keza,
Eşya (nesne) arasında vukua (meydana) gelen fiillerden anlaşılıyor ki,
Hangi bir şey lâtif (cismânî olmayan), nurânî (nurlu) ise,
Sebep ve fâil (etken) olmaya kesb-i liyakat eder (lâyık olur).
Kesafeti (katılığı) nispetinde de,
İnfial (etkilenme) ve müsebbebiyet (sonuç) mertebesine yaklaşıyor.
Bundan anlaşılıyor ki,
Esbabı zahiriyenin (görünen sebeplerin) Hâlıkıyla (Yaratıcısıyla),
Müsebbebatın (sonuçların) Mûcidi (İcat edicisi),
Ancak ve ancak Nuru’l-Envâr (nurlara nur veren),
Sâni-i Ezelîdir(ezelî sanatkar olan Allah’tır c.c)..’ [3]





Dip Notlar:

[1]. Senai Demirci / Dar Kapıdan Geçmek

[2]. Şems-i Ezelînin tecelliyât-ı nurâniyesinden (nurâni yansımalarından),
‘İhyâ’ yani ‘hayat vermek’ cihetinde,
Her bir zîhayat (hayat sahibi) üstünde öyle bir turrası (damgası) vardır ki,
Farazâ bütün esbâb (sebepler) toplansa,
Ve birer fâil-i muhtar (gerçek etki sahibi) kesilseler,
Yine o turrayı (damgayı) taklid edemezler.
Zîrâ, her biri birer mu’cize-i Kudret (kudret mucizesi) olan zîhayatlar (canlılar),
Her biri o Şems-i Ezelînin şuâları (ışınları) hükmünde olan esmâsının (isimlerinin),
Nokta-i mihrâkiyesi (odak noktası) sûretindedir.
Sözler / 22. Söz / 2. Makam / 4. Lem’a / syf: 266

[3]. Mesnevî-i Nûriye / Zeylü-z zeyl / syf: 124

  21.09.2008

© 2021 karakalem.net, Aykut Tanrıkulu




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut