İSLAMİYETTE İRADE ve GÜNÜMÜZ İNSANINDA HÜRRİYET

Lokman Tıraş*

Allah malları ve nefisleri ile
mücadele edenleri, oturanlara
derece olarak üstün kılmıştır.

Nisa,4/95

YER VE İÇER; ürer. O sürekli bir hareket içerisindedir. Ona Akıl verilmiştir. Bu özelliği sayesinde de üstündür. Onun hatırına bastığı zemin, başının üzerindeki derin ve güzel mavi sema yaratılmış, Onun içmesi için muhteşem bir sıvı; su, yaratılmış, O dilediği gibi içer. O dilediğini yapar. Hürriyet onun için yaratılmıştır, Her an, ekmek ve su gibi, hürriyeti arzular Arzuladığı için de sorumluğu sadece o taşır.

Bu İmtiyaz sahibi İnsanın bu hürriyet özleminin, hareketlerinin nedeni ve hareketleri hakikatten sadece kendine mi ait? Bunca Hareketi tetikleyen, oluşturan ve bitiren bir fariza ve bir ihtiyar var mı? Kurtuluşa ermesi ya da lanetlenmesi dilediklerinin mi sonucu? Yoksa Calvin’in tanımladığı gibi; İnsan henüz yaratılırken seçilmiş ya da lanetlenmiş olarak mı sınıflandırılır? Bu talihsiz yazgı ne olursa olsun, ne büyük iyilikler yapılırsa yapılsın değiştirilemez mi? İnsan boyun eğmeli mi? İnsanın yaratılışı bakımından ve cennetten kovulması neden olan o bedihî bilgilerden dolayı insanın doğası; kirli, çürümüş ve bayağı olması cihetiyle katiyen iyilik ve ihsanda bulunamaz, insan ancak habislik üzerinedir, diyen Luther gibi iradeyi münkariz sayan, insanın özgürlüğünü elinden alan bir Hıristiyanlık kaderciliğine mi mevkuf? Bu iki, Hıristiyan düşünürün fikirleriyle cüzî olarak örtüşen Müslüman bir fırka Cebriyye; “İnsanı, Allah Teâla’nın iradesinin ve kudretinin karsındaki bir yaprağa benzettiği için, insana ne irade ne de kudret sıfatları verilmiştir. Allah Teâla, dilediğini yapar, Kulun hiçbir ihtiyarı yoktur.” (c.1,s.7) el-Milel ve’n-Nihal isimli esrinde Cebriyye fırkasının irade anlayışından böyle bahseder: Şehristani. Bu düşünde akide yönünde insanın hiçbir irade ve kudretin olmayacağından, insanın yaptığı hareket sonucunda hiçbir mesuliyeti üzerine almayacağı sonucu ortaya çıkar. Bu önermeden de sevap ve günah diye bir ilahi vargının olmayacağı bir intiha çıkar. O halde cennet ve cehennem neden vardır? Bu soru insanı yalnızlığa hodkâmlığa, miskinliğe ve bunalıma itelerken, aynı zamanda insan için sevgi, itibar, tahammül, şefkat himaye vs gibi erdem kavramların anlamsız kalacağından insanı cani bir varlığa dönüştürecektir. Aynı zamanda bu bakış açısı, insanı bir oluş, bir hareket tanımından uzaklaştırmaktadır. İnsanı, insanın tek başına, bir kutsal amaç olduğu fikrinden, insanlığın taşıyıcısı anlayışından tasfiye etmekte İnsanı bir araç ve camit bir obje mahiyetine indirgemektedir. Böylelikle İnsanlığın sürülerden farksız bir hal alması kaçınılmaz olduğu kanısına varılabilir. Calvin’in ve Luther’in o mundar fikirleri, Protestan Hıristiyanlığının bu bakış açısıyla yaşadıkları o coğrafyada nazizimin ve bilimin ve bilgiyi kendi tekeline alıp bir zamanlar kilisenin yaptığı bilgi despotizmin aynısı tekrarlayan vandalist bir sermayedarlık fikrinin doğmasına neden olması, bu tahayyüllerin ortaya koyduğu sonuçlara bir emsaldir. İnsanın iradesine müteferrik bir perspektif getiren bir başka fırka da; Mu’tezile’dir. Kadı Ahmet Abdü’l-Cebbar, eseri el-Muğni’de: “Mu’tezile, insanın faaliyete başlamasındaki temel kabul edilen irade temasında Allah Teâla’ya hadis bir irade hakkı tanımamaktadır. Mu’tezile’ye göre Allah Teâla’nın iradesi kadim ve zati olamaz.” (c.6,s.3)Bu fırkanın görüşüne göre; Allah Teâla insanların işlerine, insanlar da Allah Teâla’nın işlerine karışmaz. Yapacağı işlerde muharrik ve endazeleme işi sadece insana aittir. Kader ve kaza kavramlarının bu görüş için olmamasın gayet normal olması, Mu’tezile’nin bu fikirlerini benimsemiş, oldukça rasyonalist olan bu insanların somut âleme müteaddit muhabbetlerinin olması, cesaretli davranmaları, onların mütenekkir bir yoldan bilmeyerek inkaryonistliğe kaydıkları görülür. Kendi nefislerinin ve amirlerinin arzularına boyun eğmeye ve özgürlüklerini sükûnetle yitirmeye başlar. Kendi nefislerini, tapınmaya kadar yükseldikleri akıllarına sattıkları ya da anlıklarını nefislerine vücut uzuvlarına satmaları veyahut da bir nesnenin emrine koşmalarına en güzel cevabı veren ve en akılcalı, özgürlüğün tavsifini yapan Said Nursi, Sözler isimli eserinde akılı bu şekilde yücelten bu fikre bir misal anlatısının sonunda şöyle bir çarpıcı bir cevap verir:

"Madem her şey elimizden çıkacak, fâni olup kaybolacak. Acaba bakiye tebdil edip ibkâ etmek çaresi yok mu?" deyip, düşünürken birden semavî Sadâ-yi Kur'ân işitiliyor. Der: Evet var. Hem, beş mertebe kârlı bir Surette güzel ve rahat bir çaresi var.

Üçüncü kâr: Her â'zâ ve hasselerin kıymeti, birden bine çıkar. Meselâ: Akıl bir âlettir. Eğer Cenâb-ı Hakk'a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan, öyle meş'ûm ve müz'iç ve muacciz bir âlet olur ki; geçmiş zamanın âlâm-ı hazînânesini ve gelecek zamanın ahval-i muhavvifânesini senin bu biçare başına yükletecek, yümünsüz ve muzır bir âlet derekesine iner. İşte bunun içindir ki: Fâsık adam, aklın iz'ac ve tacizden kurtulmak için, galeben ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçar. Eğer Malik-i Hakikî'sine satılsa ve onun hesabına çalıştırsan; akıl, öyle tılsımlı bir anahtar olur ki: Şu kâinatta olan nihayetsiz rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açar. Ve bununla sahibini, Saadet-i ebediyeye müheyya eden bir Mürşid-i Rabbanî derecesine çıkar. Meselâ: Göz bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. Eğer Cenâb-ı Hakk'a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan; geçici, devamsız Bazı güzellikleri, manzaraları seyir ile şehvet ve heves-i nefsanîyeyse bir kavvad derekesinde bir hizmetkâr olur. Eğer gözü, gözün Sâni-i Basîr'ine satsan ve onun hesabına ve izni dairesinde çalıştırsan; o zaman şu göz, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir Mütalâacısı ve şu âlemdeki Mu'cizat-ı san'at-ı rabbaniyenin bir seyircisi ve şu Küre-i arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı derecesine çıkar. Meselâ: Dildeki kuvve-i zâikayı, Fâtır-ı Hâkim’ine satmazsan, belki nefis hesabına, mide namına çalıştırsan; o vakit midenin tavlasına ve fabrikasına bir kapıcı derekesine iner, sukut eder. Eğer Rezzak-ı Kerim'e satsan; o zaman dildeki kuvve-i zâika, Rahmet-i İlâhiye hazinelerinin bir nazır-i mahiri ve Kudret-i Samedaniyye matbahlarının bir müfettiş-i şâkiri rütbesine çıkar. İşte ey akıl, dikkat et! Meş'um bir âlet nerede. (s.29,6.söz)

Saidi Nursi, Allah Teâla’nın insanlara Özür iradeyi bahşetmesini açılarken çıkış yolunu Tevbe suresinin 111 ayetini: Allah Teâla mü’minlerden cennet karşılığında mallarını ve nefislerini satın aldı. Tefsir ederek belirlemiştir. Ayetteki nefis kavramı tevile açık bir şekilde durmaktadır. Buradaki nefis kavramı bedensel arzuları ve istekleri belirleyen ve onlara hizmet eden, ruhun bir uzantısı olan ‘akıl’ olarak ele alınmıştır. Allah Teâla’ya adanan, satılan akıl ile insan ancak özgür iradiye ulaşılacağını savunur Saidi Nursi. Nursi, Matüridi geleneğini takip eden bir İslam düşünürüdür. Matüridilere göre irade hususunu açık bir dille anlatan düşünür: İbni Hümam(Kendisini Mu’tezile görüşünü benimser)dır. Eseri; el Müsayere’de:“Matüridiler; insanın meydana getirdiği faaliyetlerinde tek tesir olmadığını bu tesirin birinin insana, diğerinin de Allah Teâla’ya ait olduğuna inanmışlardır. Allah Teâla’nın ezeli ve mutlak iradesiyle âlemdeki her şeyi yaratılmasını istediği gibi insanların iradelerini yarattığına inanırlar. Önce kul ister sonra, Allah Teâla kulunun isteğini yaratır sonuçların mesuliyeti kuluna aittir. Böylelilikle Maturidiler Eş’arilerden ayrılmaktadırlar. Matüridiler, iki iradenin sünnetullah gereği müştereken taalluk ettiğine inanırlar. Matüridiler, insanın fiillerinin yaratığı halde insanın iradesini yaratmadığını inanırlar. Eğer iradenin de Allah Teâla yaratmış olsaydı insanın isteme mecburiyeti olması gibi bir zorunluluk olacaktı. Mecburiyet taşıyan kulun da mesuliyetli tutulması aklen normal değildir.” (s.110 ve 111) Curcani, Şerhu’l-Mevakıf eserinde; “Eşariler, insanın cümle işlerinde bütün tutum ve hareketleri Allah Teâla’nın irade ve kudretiyle meydana gelir. İnsanın irade ve kudreti mevcuttur lakin fillerin oluşmasında hiçbir etki etmeyecek kadar zayıftır. Zaten onun irade ve kudretini de Allah Teâla tarafından yaratılmıştır.”(c.8,s.146) Bu fırka insanın irade ve kudreti var olduğu söyler, bu tarafıyla Cebriyeden ayrılırlar, buna rağmen etkisi olmayan bir iradenin varlığından söz etmeleri insanın edilgen bir konuma indirmekte. Zaten, var olan bir iraden bahsedip de onun etkisiz olduğunu söylemekten şu sonuç çıkar; İrade var; ama yokluğu kadar etkisiz.

İmam-ı Rabbani(Müceddid-i Elf-i Sani Ahmed b.Faruki el Serhendi),irade konusunu Bakara,2/157;Ali İmran,3/117;Araf,7/160;Yunus,10/44;Furkan,25/19 surelerindeki ayetlerde İnsanın zalim olarak belirtilmesinden yola çıkarak ele almıştır. Eğer insan fillerinin oluşmasında hiçbir tesiri yoksa Allah Teâla’nın söz konusu ayetlerde, insanı zalim olarak tanımlamamalıydı. Lâkin Kur’anı Kerim’de insanlar zalim oldukları belirtilmiştir (İmam-ı Rabbani, Mektubat, c.1,mektub.289,s.331).İmam-ı Rabbani, kulların amellerinin meydana getirirken iradeden sonra vuku bulan kudretinin de muharrik olduğunu belirtir. Eğer ki kudretten yoksunsa insan, iradenin sadece zihinde yer bulmaktan başka hiçbir işe yaramayacağını, fiilsiz bir kulun hürlüğünden bahsetmenin de aklen normal olmayacağını belirtir. İmam-ı Rabbani (k.s.), irade ve kudreti insanın açısında bir görev olarak ele alır, bu savını da H.z Yakub’un(s.a.v.) oğullarına tavsiyesini örnek gösterir. Mısıra yiyecek almaya gideceklerinde onlara nazar deymesin diye “Ey oğullarım, hepiniz bir kapıdan girmeyiniz; ayrı kapılardan giriniz.”( Yusuf, 12/63)diye öğüt vermişti. Esasen Hz. Yakub (s.a.v.) her şeyin Allah Teâla’dan geldiğini çok iyi biliyordu. Olacakları Allah Teâla yaratmadığı sürece kendisinin fiile tesir edemeyeceğine katî olarak inanıyordu. Çünkü söz konusu ayetlerde H.z Yakub (s.a.v.) var olan ve olacak olan her şeyin Allah Teâla’dan geldiğini asıl kudretin ve iradenin Allah Teâla’ irade ve kudreti olduğu bildi halde nazara çare olsun diye o tavsiyesini yapmıştır. İmam-ı Rabbani (k.s.), burada asıl olarak anlatmaya çalıştığı husus; insanın başına gelecek şeylerin iyi, güzel şeyler olması için mükemmel bir mukaddime olmasın gerektiğini, kesb’in fiilin temelini oluşturduğunu belirtmiştir (İmam-ı Rabbani, Mektubat, c.1, mektub.18, s.28).

Yukarıda; İslam Âlimlerinin ve Calvin’in, Luther’in irade üzerine düşündüklerine kısaca değindim. Cebriyye’inin; pasif insan figürüne, Mu’tezile’nin; Allah-u Teâla’dan tamamen bağımsız, lâdinî bir insan iradesi tanımlamasına, Eşarilerin ‘var; lakin etkisiz’ irade anlayışına, Matüridi’lerin; iradeyi Allah-u Teâla’nın yaratmadığı fakat O’nunla müteallik olduğu bir erk şeklinde ele almalarına ve İmam-ı Rabbanin iradeyi bir ‘görev’ olarak mevzu edinmesine göz attık. Hürriyetin çıkış noktasını bu şekilde belirleyen bu fırkalar ve âlimlerden yola çıkarak, bu günün insanın, hürriyetin hangi noktasında ikame ettiğine bakalım.

İnsanın hürriyetinin temeli, başlama ve gelişme noktası, Allah-u Teâla ona her şeyin bilgisini öğretmekle başladı. Ve ilk imtihanında eşyanın isimlerini saydı. Bilginin ona sağladı ilk ergi; Meleklerin onun büyüklüğünü görmeleri ve ona secde etmeleri olarak gerçekleşti. Bu ergi: Onun Hürriyetinin ilk basamağı oldu. Onun büyüklüğünü ve bilgisiyle hürriyet erkine erişmesini gören şeytan, onun hürriyetinin ve bu kuvveti karşısında evveliyattan vefiyata kadar ona müteneffir kesildi. İnsan mebdeden bugüne dek cehaletten, şeytan ve şeytanımsı insanlardan ve onların ürettiği ideolojilerden, resmi öğretilerden, baskıcı, zorba yönetim aygıtlardan siyasal özgürlüğünü, manevi, fikri ve fiziksel hürriyetini koruma ve kurtarma çabası içerisinde oldu. İnsana, Allah-u Teâla’nın bahşettiği irade ve o iradenin ürünü olan hürriyetini bugün, insanoğlu çok ivedilikle elden çıkardı. Tapınmak için tanrı üretmek hevesinin ve az mesuliyet isteyen inançları yaratmak için asrî ve dinle barışık olmayan felsefe akımlarını peşine düştü. Kendi için hizmet araçları üretti. Ürettiklerinin ifşaatını çoğumsatarak, ürettiklerini yüceleştirip araç mahiyetinden çıkarak amaç haline getirdi. Ev, araba, mevki, makam için iradesini bu yolda kullanmaya başladı İnsanı amaç mahiyetinden araç seviyesine indiren bu çağdaş insan, aklını, hürriyetini, iradesini pazara çıkardı. İradesini ağabeylerine, şeyhlerine, parti liderlerine satıp, kendini gönüllü köle haline getirdi. Kendilerine düşman kazanmaktan korktu, bir ölü gibi bir köle gibi yaşamayı seçti. İslamiyet’in mazlum, sesiz yanına sıkıca sarılıp, onun hürriyetçi yanı görmedi, görmek istemedi. İslamiyet’in aynı zamanda bir hayır deme tavrı olduğunu anlamadı, bilmedi. Başkaldırmayı bilmeyen, tevafukun özel dersini almış bu tatlı köle ruhlu bireyler onca olumsuzluğu, yanlışlığı kanıksamayı, dindaşlarının kıyıma uğramasını çayını yudumlayarak bakıp acıyı cefayı üzerine almamayı alışkanlık haline getirdi. Orta sınıf bireylerinin evlerine bakın, o evler birer Hint fakirinin gömütünü benzer. El etek çekilmiştir insanlık sathından. Kıyımlara gözler kapatılmış, feryatta figana kulaklar tıkanmış, kendi midelerinin, nefislerinin emirlerine müteyakkız. Sustular. Sessizliği kurtuluşun sahası sandılar, oraya kaçtılar. Cehaletin ve Dünyayı Müslümanlarının kanıyla kana doyuranların çığlıkları karşısında susmayı bir itiraz ve bir tepki sandılar. Aslında susanlar, hemen her zaman, içten gelen incelikten, nezaketten yoksundurlar; bir kabul ediştir sükûtîlik; yutmak zorunlu olarak kötü kılar ferdi, mideyi bile bozar, susanların hepsi de sindirim bozukluğu, zihin hazımsızlığı çeker; lakin dışarıdan gelecek her şeye katlanmayı en baştan hazır vaziyette beklemektedir. Tıpkı isyan etme durumuna gelmiş bedbin askerin durumuna benzer sukut ehli, karın içine uzanıvermiştir o asker. Artık onu karın içinden kaldırmanın imkânı yoktur. Ölü de değildir o asker, ama ölü zannıyla ona ne yapsanız tesir etmez ona. Ölme yürekliliği değildir bu. Bir yüreklice intihar başlangıcı da değildir bu. Bu ancak tepkisizliğe sığınarak, o bednam hayatının birazcık daha sürdürebilmek başka bir şey değildir. Bu kültürün, bu dinin hürriyet emsallerini oluşturan geniş kadrosunda bulunan; İmam-ı Rabbani, Said Nursi, İmam-ı Azam, Ali Şeriati, Necip F. Kısakürek, İbrahim Frantz Fanon gibi nice büyük şahsiyetler yanlışın, cehaletin ve zorbaların zulümatı karışsında hürriyetleri ve inançları uğruna onca ezaya katlanıp örnek teşkil etmişlerdir. İşte onlar hakikaten müminlerdir.(Enfal,8/4).Onlar susmadı, sükûnetin o çekici halâvetine kapılmadılar. Yazgıcı ve edilgen insan modeli olmadılar. İçlerinden davaları için canından ailesinden vazgeçenler bile oldu. Fakat hiçbiri bednam bir hayat yaşamadı.

Günümüz insanın anladığı şekilde; İslamiyet sadece ibadet dini değil, sadece iyilik, itaat ve sabır dini de değil. Bir hürriyet rahmidir özünde bu din.“Hayır!” diye bilme gücünü elinde bulunduran,“Hürriyetim için ekmeğimden canımdan vazgeçerim” diyebilen şahsiyetleri yetiştiren bir dindir bu din.




KAYNAKLAR:

ABDÜLCABBAR, Kadı Ahmet, el Muğni,1963,İstanbul

İBNİ HÜMAM, K.es-Sivsi, el Müsayere, 1979,İstanbul

İMAM-I RABBANİ, Mektubat, Fazilet Neşriyat, Tarihsiz, İstanbul

SAİDİ NURSİ, Sözler, Nesil yy,1994,İstanbul

ŞEHRİSTANİ, el-Milel ve’n-Nihal, Tarihsiz, İstanbul

  31.07.2008

© 2021 karakalem.net, Lokman Tıraş



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut