Büyük cemaat, küçük cemaat... (son)

“CİRMİNİZ KÜÇÜK, sesiniz kısık ise eğer, sözleriniz uzaklarda bir yerlere, perdelenmiş, kırılmaya uğramış, dahası çarpıtılmış halde ulaşır. Hele bir de, sözünüzün bir yerlere yerleşmiş birilerini ve zihinlerde ‘mutlak doğru’ gibi yer tutmuş sabit fikirleri rahatsız etme istidadı varsa, bu iş hem daha katmerli bir hal alır, hem de daha bir hızla gerçekleşir.”

Böyle demiştik, bu başlığı taşıyan yazılarımızın ilkinin giriş paragrafında...

Sonraki iki yazımız, bunun nasıl olabildiğini iki ‘örnek olay’ üzerinden gösteriyordu.

Bu iki örnek olay, olayların içinde iki ‘örnek’ sadece... Bırakalım başka hayatları, kendi hayatımın içinden bunun daha nice örneği var ki...

Bu meyanda karşıma çıkan en hazin çarpıtmalardan birini, ‘cemaat’ kelimesi üzerinden gerçekleşenler teşkil ediyor.

Söylenenlere baksanız, bu satırların yazarı, ‘cemaatle sorunlu’ olmanın ötesinde, ‘cemaat hakikati’ni reddeden biri. Dahası, ‘cemaat düşmanı.’ Ekleniyor sonra: “Halbuki, Üstadımızın da dediği gibi, ‘Zaman cemaat zamanıdır.’”

Yani iş demeye geliyor ki, bu adam salt ‘cemaatle sorunlu’ filan değil. Bediüzzaman’la da sorunlu aslında...

Bunca zamandır üstüme yapışıp kalmış bu sözler için doğruluk payı olanı yok değil. Doğrudur, ben ‘cemaatle sorunlu’yum. Saklamaya gerek yok. Benim ‘cemaat’le sorunum var.

Fakat, tam da burada, sosyal bilimler alanındaki çalışmaların başında vazgeçilmez bir zorunluluk olarak beliren şeyi yapmamız, önce üzerinde tartışıp buna göre kişiler hakkında hüküm bina ettiğimiz kelimeye bir tarif getirmemiz gerekiyor: Nedir ‘cemaat’? Ben hangi ‘cemaat’le sorunluyum gerçekten:

İşe buradan başladığında ise, ‘cemaat’ diye kastedilen şeyin ‘cemaat’ten ziyade ‘küsurat’ diye anılması gerektiğini anlıyor insan. Çünkü bu tarif, bir ‘cem’den ziyade ‘kesir’ içeriyor. Toplamadan ziyade, bölme yani. ‘Cemaat’in ‘sorunlu’ olduğum bu tarifi, toplamıyor, bölüyor; buluşturmuyor, ayrıştırıyor; birleştirmiyor, ayırıyor.

‘Cemaat,’ kökü itibarıyla bir ‘cem’iyet’e işaret ediyor. Bir câmiiyete; toplayıcılık, kapsayıcılık ve kuşatıcılığa...

Ama ne yazık ki, karşımıza çıkarılan ‘cemaat’ tariflerinde, toplayıcılık ve buluşturma değil, bir ‘tahsis’ ve ‘inhisar’ göze çarpıyor. İçinde bulunulan dar anlamda ‘cemaat’i merkeze alan, aynı eserden besleniyor olan sair mü’minleri ise dışarıda tutan; hele ki hususan bu eserden beslenmiyor olan mü’minleri hepten dışarıda tutan bir tahsis ve inhisar hem de...

Ehakkın hak, meşrebin meslek, vesilenin maksat yerine konulmasının getirdiği bir inhisarcılık...

Şahsî enaniyeti aşsa da bu kez ‘cemaatî enaniyet’e takılıp kalmış; dünyayı kendi dar anlam yüklenmiş ‘cemaat’ini merkeze alarak gören; kendi cemaatine ‘kurtarıcılık’ atfederken başkalarına ‘kurtarılması gereken ötekiler’ konumunu biçen bir inhisarcılık.

Yahut şöyle mi demeliydim: ‘kurtarılıp tâbi olması gereken ötekiler...’

Böylesi bir cemaat tarifi, ehl-i Risale’nin ehl-i Risale’yle, mü’minin mü’minle, insanın insanla kardeşçe, insanca halleşip söyleşmesinin önüne geçiyor.

Çünkü, böyle bir tariften sonra, artık böyle bir ‘cemaat’ insanının diğer insanlarla diyalogu (bu diğer insanlar isterse aynı eserden beslenen kişiler olsun, farketmez), bir özne-özne ilişkisi değil, bir özne-nesne ilişkisi halini alıyor. Eşitler arasında bir beraberlik değil; bir üst-alt birlikteliği...

Kurtaracak olan, kurtarılacak olan.

Söyleyecek olan, dinleyecek olan.

Dikte edecek olan, dikte edilecek olan.

Emredecek olan, itaat edecek olan.

Bu arada, yıllar yılı kimbilir kaç yazımda dile getirdiğim ‘ihlas’ ve ‘uhuvvet’ ölçüleri de güme gitmiş oluyor zaten.

“Müslümanların nereden ve kimden olursa olsun istifadesine taraftar olmak” yerine, ‘na’büdü’deki nun’a kıyasla olabildiğine daraltılmış bir ‘biz’den istifadesine taraftarlık...

“On akılla düşünüp, yirmi gözle görmek, yirmi kulakla işitmek” yerine, bir akılla düşünüp, iki gözle seyredip, iki kulakla dinlemeden bir dille tebliğ etmek...

“Cadde-i kübra-yı Kur’aniye olan şu mesleğimizden şimdi ayrılanlar” ifadesindeki ‘şu mesleğimiz’in ‘cadde-i kübra-yı Kur’âniye’yi tarif ettiğini unutup, o koskoca Kur’ânî caddeyi bizim gibi düşünmeyen hiçbir mü’minin dahil olamadığı bir ‘patika’ya dönüştürmek; sonra da, bu patikaya sığıştıramadığımız herkesi ‘ihlasın gayet yüksek kulesi’nden aşağı atıvermek...

Risale müellifinin ‘casus olduğu’ anlaşılmış bir kişinin dahi durumunun yüzüne vurulmasına müsaade etmeyen ve bunu ‘Risale-i Nur’un dile getirdiği iman hakikatlerinden istifade etmesi’ ümidine ve ihtimaline bağlayan mektubu Emirdağ Lâhikası’nda apaçık ortada iken; kendisi veya kendi cemaati gibi düşünmeyen her Risale talibine ‘casus’ ve ‘ajan’ nazarıyla bakabilmek...

Daha nicesi...

Bir dostumuz, Allah ondan ebeden razı olsun, üşenmemiş, Risale-i Nur’da ‘cemaat’ kelimesinin hangi anlamda kullanıldığını anlamak için bütün risaleleri taramış; bu araştırmanın sonucunu da bir makale halinde yazmıştı yıllar önce.

Sonuç?

Bediüzzaman Said Nursî, ‘cemaat’ derken, bunu en geniş anlamıyla kullanıyor. Bütün mü’minleri içine alan bir ‘cemaat’ tarifi onunkisi...

Bütün mü’minlerin dahil olduğu; ama bu büyük ‘cemaat’ içinde aynı büyük maksat için farklı vesileleri ihtiyar eden farklı farklı meşreplerin yer aldığı...

Çok sayıda şerit ihtiva eden bir ‘cadde-i kübrâ.’

Aracının cinsi, seçtiği şerit ve yapabildiği hız ne olursa olsun; Allah’ın dinine hizmet kasdıyla yola çıkmış herkesin içinde yer aldığı bir ‘cadde-i kübrâ.’

Bir patika değil, yanyol değil; cadde-i kübra.

Bir aşiret değil; ümmet-i Muhammed, millet-i İbrahim mânâsına talip bir büyük cemaat...

Risale-i Nur’dan ben böyle bir cemaatin tarifini okudum.

Manidardır, işin başından beri Bediüzzaman adlı o büyük yüreğin ve müstakim aklın ‘cemaat’ tarifi hep buydu.

Bakın “İnhisar” başlıklı yazımıza; okuyun oradaki ‘ittihad-ı Muhammedî’ tarifini:

Reis-i enveri, Muhammed Mustafa aleyhissalâtu vesselam.

Müntesipleri, ‘Kâlû Belâ’dan dahil umum mü’minler...

Nâşir-i efkârı, umum kütüb-ü İslâmiye...

Ve yevmiye-i cerideleri de, i’lâ-yı Kelimetullahı hedef-i maksad eden umum cerâid-i diniye...

Kulüb ve encümenleri, mesâcid ve medâris ve zevâyâ...

Bir de, ‘sorunlu’ olduğumuz ‘cemaat’lere bakalım.

Nasıl bir ben-merkezlilik, nasıl bir asabiyet, nasil bir cemaatî enaniyet...

Allah’ın dinine hizmet, bütün mü’minleri içine alan, hangi meşrepten olursa olsun ve hangi vesileyi istimal ederse etsin bütün mü’minlerin ortak çabalarının bir muhassalası olacak iken, nasıl bir tahsis, nasıl bir inhisar...

Evvelce de yazmıştım; yakın zaman önce, bir vesileyle bir kez daha dile getirdiğimde tekrar okudunuz. Ben ‘bireyci’ filan değilim; ‘ferdiyet’ hakikatine inanmakla birlikte, ‘ferdiyetçi’liği kahrolası bir hal olarak görüyorum.

Tıpkı ‘milliyet’in verili bir fıtrî hakikat olmasına karşılık, ‘milliyetçi’likte büyük mü büyük bir sorun gördüğüm gibi...

Bütün mü’minleri kuşatan ‘büyük cemaat’ mânâsını önüne geçen, o büyük ve câmi cemaat mânâsını daraltan küçücük ‘cemaatçilik’lerle de bu yüzden sorunluyum.

Gelin görün ki, sesi çok çıkan sesi kısık olanın sesini bastırıyor; dahası, çokça, çarpıtıldığı bile oluyor sözlerimizin...

“Zaman cemaat zamanıdır” diyor Bediüzzaman. Bir yazımda bu sözü irdelemiş ve hangi sebebe binaen nasıl önemseyip benimsediğimi de dile getirmiştim.

“Zaman cemaat zamanıdır; aşiret zamanı değil” diye bitirmiştim sonra.

Ama aşiret adamları, ‘cemaatle sorunlu’ diyorlar bana. ‘Cemaat düşmanı’ diyenler bile varmış.

Ben bir büyük cemaatin rüyasını görüyorum.

Risale-i Nur Talebelerinin, Bediüzzaman’ın bu büyük cemaat mânâsına akıllarını açıp yüreklerini bütün mü’minleri kapsayacak derecede genişlettikleri bir iklimin rüyasını...

Bu, sâdık bir rüya...

Biliyorum; dar mânâda hangi cemaatten olursa olsun, birçok insan da bu rüyayı görüyor...

  26.07.2008

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut