Mahrem yazılar (III)

Benimle veya bensiz...

Not: Mahrem yazılar üstbaşlığını taşıyacak olan ve birbirini takip eden birkaç yazı, yazmaktan senelerdir sakındığım notlar ve hususlar içeriyor. Bu notlar bir derece hususî ve bunca yıl benim kalbimi acıttığı kadar okuyanın da kalbini acıtma istidadına sahip notlardır. ‘Alışılmış Metin Karabaşoğlu yazıları’ndan birini daha okumak isteyen gönül dostları, bu yazılarda, aradıklarını bulamayacaklardır. Bu yazılar, böyle bir beklentiyi karşılayacak türden yazılar değildir. Açıkçası, kabr-i kalbden hissiyatımın çıplak çıktığı bu ‘mahrem’ yazıları, nâmahremler okumasınlar.


BİRİNİ TANIYORUM.

Hâfızam 1981’e misafireten bulunduğum bir Anadolu kasabasında mı, 1982’de İstanbul’da mı ilk kez gördüğüm konusunda hep mütereddit.

Öyle ya da böyle, demek ki çeyrek yüzyılı aşkın bir zamandır tanıyorum onu.

İlginç bir ‘beraberlik’ var aramızda. Su ve zeytinyağı misali. Ne beraber, ne ayrı. Yaşadıklarıma binaen, ayrılığa dünden razıyım; ama aynı sokaklarda dolaştığımızdan mı nedir, hep karşıma çıkıyor. Beraber de olamıyoruz bir türlü. Çünkü neredeyse çeyrek yüzyıldır koruduğunu düşündüğüm, önü de, sonu da aynı bir yargısı var benim hakkımda. Benim bir ‘liderlik’ takıntım, bir ‘baş olma’ sevdam olduğunu düşünüyor.

Bu kanaate ilk olarak ne zaman ulaştı bilmiyorum ama, hasbelkader editörü olduğum Köprü için yazdığı bir yazı tarafımdan ciddi bir editoryal müdahaleye uğradığında yaptığımız konuşmayı hatırlıyorum. Yüreğimden kopup gelen cümleler söylemiştim, yaşı henüz yirmili yılların başında bir ‘editör’ olarak. “Senin ayaklarını benim omuzumda görmek, beni sevindirir. Ama yazar olarak bu noktaya gelebilmen için, bugün yazılarının alması gereken mesafeyi kabullenmen gerek.” O sıralar tutuyor olduğum günlüğümün de şahit olduğu üzere, mealen, böyle demiştim ona.

Uzayıp giden yıllara bakıyorum da, hakkımdaki o değişmez yargıyı sanırım ilk o sıralar edindi.

O yüzden, hep yağla su misali bir beraberlik oldu beraberliğimiz... Kaynaşamadık, imtizaç edemedik, ama bir şekilde ‘idare ettik.’

Bu ‘idare ediş’in içinde, 1989 yılının sonunda bir hizmet mekânında ‘iktidar’ savaşı veren iki grubun da bu halini tasvip etmediğimi söylediğim için iki taraftan da iftira sosu da eksik olmayan iki tekme yediğimde getirdiği ‘kaderî okuma’ da vardı. Ben Köprü’yü fazla sahiplendiğim için, kaderin tokadını yemiştim. İşin aslı buydu. Benim yediğimin kaderin tokadı mı, başkalarının tekmesi mi olduğunu anlaması ise, bir yıl kadar sonra aynısını kendisi yiyince gerçekleşecekti.

Yazmak için bir zeminden mahrum kaldığım o zamanda, birkaç arkadaş, hiçbir zeminde yazamıyorsak yeni bir zeminin duasını yapmamız lâzım diyerek bir yayınevi hayalini kurduğumuzda, aynı arkadaşın haberdar olup yine bir analizde bulunuvermişti hemen: ‘hizmete ihanet.’

Sonra, hem Köprü yıllarında yazmaya başlayanların kalemlerinin körelmemesi, hem yeni istidadların neşv ü nema bulabilmesi için bir mecra olarak Karakalem dergisinin rüyasını gördüğümüzde, yine bir itiraz vardı. ‘Gayrifıtrî’ bir işti dergicilik...

Sonra, aynı ağızlardan daha da ağır bir analiz işittim kendime dair: “Risale-i Nur’u yazıya âlet ediyor.”

Bu esnada, ‘dünyevîlik’ sembolü oluşuma, ‘milliyetçiliğe kaymama’ dair akla ziyan tesbitleri de es geçmeyeyim.

Sonra, gençten bir arkadaş “Metin ağabeye niye destek olmuyorsunuz, niye yalnız bırakıyorsunuz?” dediğinde verilen parlak cevap: “Biz onu yalnız bırakmadık, o kendini yalnız bıraktı.” Ve bu ‘parlak’ cevabın bende uyandırdığı sinirle, ne yazık ki işimi gücümü bırakıp Köprü’ye, Karakalem’e isimli, isimsiz veya müstear isimle kimin kaç sayfa yazı yazdığını hesaplayıp, ‘Biz bir ekibiz’ illüzyonunu paramparça eden rakamlarla karşılaşmam....

Sonra, “Köprü’de kapak yazılarını sen yazdığın için bizim yazı kabiliyetimiz yeterince gelişmedi...” diyerek suçlanışım...

Sonra, yüreğimde kılıç yarası izi bırakan bir bakışla son bulan ‘Risale-i Nur araştırmaları dergisi’ rüyasını doğmadan biçen analizler...

Sonra, vaktiyle söylenmiş bir yanlış sözün on yıl sonra, vefat etmiş olduğu için kendini savunma imkânı kalmamış birine izafe edilişinin vicdanımda bıraktığı derin yara...

Sonra, Zafer dergisinde editörlüğümü protesto için zehir zemberek bir mektupla dergide yazı yazmaya son veriş...

Sonra, geçen yıl bana “Utandım, utanıyorum” yazısını yazdırtan bir süreçte iyice farkına vardığım bir ‘düşünce platformu’nu dile getirmek üzere toplandığımız bir zeminde, ummadığım şekilde bir kez daha karşıma çıkışı...

Bütün bunları şimdiye kadar yapmaya çalıştığım üzere, içimde saklayabilir, örtbas edebilir, elimden geldiğince unutmak için çaba sarfedebilirdim.

Anlattıklarımın hiçbiri tatlı şeyler değil, anlatmak da bana huzur veriyor değil.

Ama on gün kadar önce bir mecliste karşılaştığımız bir arkadaş, yapılacak güzel şeylerin hayalini kurmak yerine, o güzel şeylere mani olacak şekilde hakkımda söylenen bazı sözleri dile getirdiğinde, bu sözlerin mecraı olarak aynı isimle bir kez daha karşılaştım.

İsmini verme niyetinde değilim; o kendini zaten biliyor. Sözüm öncelikle ona, analizde ortaklaştığı bir diğer isme; ve işte böylesi bir ‘ekip’ rüyasını hâlâ görüp bunun olmayışının faturasını bana kesenlere...

Biz, çeyrek asır boyu, böyle bir ‘ekip’ idik işte...

Yine de, “Gelene git demeyiz” diye şiar edindiğim için, susmayı, yapabildiğim kadar içe atmayı, hatta mümkün olabilse hepten unutabilmeyi tercih ettim. Ne kadar da isterdim, yaşadıklarımın bir kısmını hâfızamdan silmemi mümkün kılacak bir tekniğin bulunabilmiş olmasını...

Gelin görün ki, bunca vakit, gelenin de, gidenin de hesabı hep bana kesildi durdu.

Dahası, hangi hayırlı rüyanın peşine düşsem, ‘benimle olmaz’ı, ‘benimle niye olmaz’ı izaha kalkışıyor birileri. Yol açmıyor, yol kesiyor böylece...

Doğrudur, eğer mesele ‘yalnız’lık ise, bunca yıllık tecrübeden sonra nihayet, yıl 2008, ben böyle ‘dost’lardan yalnızlığı seçtim. Ama şükür ki, yalnız değilim, dostsuz değilim, rüyalarımı tek başıma görüyor da değilim.

‘Benimle olmaz’ diye bilen, her hayırlı işin başında herşeyi bırakıp beni analiz etmeyi iş edinenlerden ise bir ricam var:

Madem benimle olmaz; ellerinizi taşın altına koyun, olması gerektiğine inandığım şeyin olması gerektiğine siz de inanıyorsanız, benimle olmayan bu şeyi ben olmadan yapın. Benimle olmayacağını izaha kalkışacak yerde, hiç de gıybete hacet bırakmayan daha kolay bir yolu ihtiyar edin, benimle olmaz olun şeyi bensiz nasıl da yapabildiğinizi gösterin.

Bunca zannın, bunca gıybetin hâsıl ettiği hakkımı, bensiz de olsa bir hayalimin gerçekleştiği gün helâl edeceğim...

  12.07.2008

© 2021 karakalem.net, Editör




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut