Mahrem yazılar (I)

Hayallerim:
kırık, ama hâlâ yaşayan...

Not: Mahrem yazılar üstbaşlığını taşıyacak olan ve birbirini takip eden birkaç yazı, yazmaktan senelerdir sakındığım notlar ve hususlar içeriyor. Bu notlar bir derece hususî ve bunca yıl benim kalbimi acıttığı kadar okuyanın da kalbini acıtma istidadına sahip notlardır. ‘Alışılmış Metin Karabaşoğlu yazıları’ndan birini daha okumak isteyen gönül dostları, bu yazılarda, aradıklarını bulamayacaklardır. Bu yazılar, böyle bir beklentiyi karşılayacak türden yazılar değildir. Açıkçası, kabr-i kalbden hissiyatımın çıplak çıktığı bu ‘mahrem’ yazıları, nâmahremler okumasınlar.


YİRMİ YIL kadar önceydi. O sıralar, Köprü dergisinin hasbelkader üstümde hissettiğim ‘sorumlu ama yetkisiz’ editörlüğünü yürütürken, bir ikinci derginin daha gerekli olduğunu hissetmiştim. İhtimal ki, o sıralar sıklıkla ziyaret ettiğim bir kütüphanede karşıma çıkan onlarca, belki yüzlerce İngilizce akademik derginin de uyandırdığı bir duyguydu bu. Birileri belli bir alana hasrolmuş üç ve altı aylık dergiler yayınlar ve bu dergilerde ilgili konuya temas eden uzun soluklu bir araştırma mahsulü makalelere yer verirken, Risale-i Nur üzerine ortaya hem derin hem kapsamlı fazlaca birşey konulamamış olması gerçeğinden hareketle bir ‘Risale-i Nur araştırmaları dergisi’ydi ihtiyacını hissettiğim.

Bu hissimi sonraki yıllar boyu korudum. O esnada, Köprü’nün üzerinden de çok sular aktı. Bizi o Köprü’den uzaklara savuran bir fırtınanın üstünden bir zaman geçtikten sonra, Köprü önce kapandı, sonra böyle bir ihtiyacı karşılamak üzere yeni bir formatta yeniden yayınlanmaya başladı. Bu arada, benden de yazı talep edildiğinde, dün yaşananlara aldırmadan, vakit bulabildiğim sürece yazılarımla katkıda bulunmaya gayret ettim. Sonra, derginin editörlüğünü yürütmem istendi benden. Ama 80’li yıllar içinde yaşadığım tecrübelerin bir benzerini tekrar yaşamak istemediğim için, ‘içeride’ editörlük yerine ‘dışarıdan’ yayın danışmanı olarak katkıda bulunmayı daha uygun gördüğümü belirttim.

Gelin görün ki, bu dahi sadece üç sayı sürebildi. Çünkü, ‘yayın danışmanı’ olarak katkıda bulunduğum ikinci sayıda yer alan bir yazının hayatımın bir döneminde kendisinden çok istifade ettiğim yazarı hakkında vaktiyle birilerinin almış olduğu bühtan ve iftira mahsulü gayrimeşru bir karara binaen, bazı mahfillerde ‘bu ismin yazısının bu dergide niye yayınlandığı’nın gündeme geldiğini öğrenmiş oldum. Dün yapılanın yanlışlığını zımnen de olsa kabul değil, “Biz yanlış da yapsak yanlış yapmış sayılmayız” asabiyetiyle üretilmiş insafsız bir tutumdu bu. Başka bir isimden yayın danışmanı sıfatıyla bir sonraki sayı için istemiş olduğum yazı da, benzer bir ‘karar’a binaen, yayınlanmadı. Herakleitos “Bir nehirden iki kere yıkanılmaz” demiş, atalarımız ise aynı hakikati ‘köprülerin altından çok sular akmasıyla’ dile getirmişlerdi ama, buz kesmiş enaniyetlerin hükmünü icra edebildiği diyarlarda bunun böyle olmayabildiğini böylece görmüş oldum.

Köprü dergisi 1981’de üniversite tercihimi İstanbul olarak yapmamın başlıca sebebiydi ama, 80’lerde ve 90’larda, iki büyük hayal kırıklığının sebebi oldu benim için. 80’ler boyunca kendi hayat serüvenimizle birlikte geliştirmeye çalıştığımız Risale-merkezle ‘herkese ulaşabilir’ bir dil ve üslup arayışımız akamete uğradığı gibi, 90’ların Köprü’sünden umduğumuz bir fikir havuzu olma imkânı en azından benim için tahakkuk edemedi.

* * *

Hasbelkader ‘editör’ olduğum ilk Köprü tecrübesinden on yıl kadar, ‘yayın danışmanı’ olduğum çok kısa ikinci Köprü tecrübesinden ise iki yıl kadar sonraydı. Sene 1998... Birkaç yıldır, bir grup arkadaşla her hafta mutad surette toplanıp Muhakemat üzerine müzakerelerde bulunuyorduk. Büyük ölçüde bu ders müzakeresinin sevkiyle, ayrıca bilhassa ikinci Köprü tecrübesinin hüznü ama böyle bir Risale-i Nur araştırmaları zeminine olan ihtiyacı biliyor olmanın itici gücüyle, dahası henüz yaşanmış taze bir vefatın gönüllerde uyandırdığı bir hamiyet hissinin tesiriyle, bu ders müzakeresine katılan bir grup arkadaş böyle bir dergiyi elbirliğiyle çıkarma arzusu içindeydi.

Günler, haftalar geçti; bu arzu daha güçlü bir şekilde ve daha yüksek sesle ifade edilir oldu. Beraberce, Risale-i Nur’u merkeze alan, ama meşhur pergel metaforunun öğrettiği üzere hakikat namına her türlü katkıya ve yitik hikmet tarifine giren her türlü çeşitliliğe açık bir düşünce dergisinin müzakeresini yaptık. İlk sayının kağıda aktarılmış notları hâlâ dosyalarımın arasında. “Projenin İflası” idi ilk dosya konumuz. Kimin ne yazacağı anahatlarıyla belirlenmişti.

Gelin görün ki, iki husus hâlâ ortadaydı.

Birincisi, dergiye hâlâ bir isim bulunamamıştı. Yanılmıyorsam iki, belki de üç hafta sadece ‘isim üzerine’ toplanıldı. Bu toplantılar da, söylemem gerekirse, benim önerdiğim isimleri bazı arkadaşların reddetmesi şeklinde özetlenebilecek bir minvalde geçti. Önerilmiş başkaca bir isim ne yazık ki yoktu ortalarda.

İkincisi, dergi için yazacağımız yazıları belirlemiştik; ama bu yazıları kim derleyip toplayacak, kim bütün bu yazıların bir dergi bütünü içinde kıvam bulması için bir ‘santral’ işlevi görecekti. Yayını kim yönetecek; moda tabiriyle, ‘genel yayın yönetmeni’ kim olacaktı. Üç kişi yola çıktığında birinin imam seçilmesini bize emir ve tavsiye buyuran hadisin de dikkat çektiği üzere, bir ‘ulu’l-emr’e ihtiyaç vardı. Bunun böyle olmadığı zeminlerde olan, meselenin ortada ve dolayısıyla akim kalmasıydı. Yahut, sırf hamiyetinden dolayı, ‘yetkisiz ve sorumlu’ halde birinin üstüne kalması. Öğrencilik ve bekarlık yıllarımızda beraber kaldığımız dersane ve evlerde her gün bir kişinin yemekle sorumlu ‘nöbetçi’ olması uygulamasını ‘gayrifıtri’ bulduğumuz bir yıl boyu yemek yapma işinin her gün üstüme kalmasıyla da tecrübe etmiştim bunu.

Bu tecrübelerin de ihtarıyla, sezgilerim, bu iki husustan ilkinde yaşanan tıkanmanın, ikincisiyle ilgili olduğunu fısıldadı bana. Birincide önerilen isimlere itirazın, ikincide benim muhtemel ‘yönetmen’ pozisyonuma itirazdan neş’et ettiğini... Ama öte taraftan, bir ‘genel yayın yönetmeni’ belirlenmediği takdirde, kimse üstlenmediği için bir yıl boyu yüklendiğim her gün ‘nöbetçi olma’ tecrübesine son noktayı koymama yol açan “Sen bize tahakküm edebilmek için bu yükü üstüne alıyorsun” ithamının burada da işgörebileceğini... Özetle, koyulduğumuz bu yolda bir ‘imam,’ giriştiğimiz bu işte bir ‘ulu’l-emr’ ihtiyacı ortadaydı; ve geçmiş tecrübelerime binaen, ne bu konuma şahsen talip idim, ne de hasbelkader üstlenmeye niyetim vardı. En iyisi, ilk toplantıda bu ihtiyacı dile getirip, benim dışımda bir yayın yönetmeni seçilmesini sağlamaktı.

Bir sonraki toplantıya, aklımda bu öneri olduğu halde gittim. Bütün bu toplantıların sebeb-i hikmeti olarak böyle bir dergiye olan ihtiyaç, böyle bir derginin bağımsız bir zeminde vücut bulabileceğini gösteren tecrübeler vs. hakkında özet bir konuşmadan sonra, isim konusunda yaşanan tıkanmaya dair de bir kelam ederek, ulu’l-emr âyetinin ve üç kişi yolculuğa dair hadisin gösterdiği üzere koyulduğumuz bu dergi teşebbüsünde haftalardır bir ‘ulu’l-emr’ seçmemiş, bu fıtrî ihtiyacı henüz dile dahi getirmemiş olduğumuza sözü getirdim.

Bu sözü söylediğimde, birbirine bakan iki yüzün belki on, belki yirmi saniyelik bakışmasının bende uyandırdığı hissiyatı hâlâ unutamam. Hatırladığım her keresinde, kılıç yarası gibi bir sızı bırakan iki bakış... Ve dudaklarda, “Gördün mü, yaptığımız psikanaliz ne kadar da doğruymuş. Bak, meseleyi nasıl da kendine getirecek!” kabilinden ‘aklımızı seveyim’ cinsinden iki gülümseme...

Bir sonraki cümleyi henüz duymamışlardı halbuki... Oysa ben, bir sonraki cümleyi kurduğumda, meselenin, bir büyük ihtiyacın, bir büyük hayalin ne yazık ki ‘sahipsiz’ kalacağını da sezebiliyordum.

Sonraki cümlemi söyledim. Dergi için bir yayın yönetmeni ihtiyacını dile getirirken, kendimi bunun haricinde tutarak böyle söylediğimi; içlerinden birini yayın yönetmeni olarak seçmelerini istediğimi, kendi namıma dergi için verdiğim her sözü, yapmayı üstlendiğim her katkıyı yaparak seçilecek olan yayın yönetmenine yardımcı olacağımı...

Vicdanımdaki hiss-i hamiyeti hep ‘baş olma sevdası’yla yorumlamayı itiyad edinmiş zât dahil, bu konumu ve bu sorumluluğu üstlenen olmadı. Ve bu, son toplantımız oldu.

Lüzumuna hâlâ inandığım, cemaatî angajmanlardan azade, bağımsız bir ‘Risale-i Nur araştırmaları dergisi’ne dair hayalim, o gün kırıldı; ama hâlâ yaşıyor...

Bediüzzaman’ın mü’minlerin terakkisi için dile getirdiği ‘aralarında emniyetin te’sisi, teavün düstürunun teshili ve mesailerinin tanzimi’ üçlü şartının ne kadar da hakikatlı bir tesbit olduğunu o gün bir kez daha öğrendim.

Ve hâlâ daha, bu üçlü şartın böyle bir dergi teşebbüsü için biraraya gelebildiği bir günün hayaliyle yaşıyorum.




Not-2: Bu mahrem yazılar, bir sebebe binaen yazılmıştır ve öncelikli muhatapları bana zaten ulaşabilir durumdadır. Yazıların uzayıp giden polemiklere sebebiyet vermemesi için ise, bu dizi yazı ‘yorum’a ve ‘mesaj’a kapatılmıştır.

  08.07.2008

© 2021 karakalem.net, Editör




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut