“Yoksulluk, küfre en yakın durumdur”

Mona İslam

RASULULLAH (SAV) böyle buyurmuş: “Yoksulluk küfre en yakın durumdur.” Bu benim bugüne dek pek de anlayamadığım bir hadis-i şerifti. Ne de olsa Efendimizin döneminde de, bugün de İslam’ın müntesipleri kahir ekseriyetle fukara arasından çıkmıştı. Bazı siyasiler buna “çevre” diyorlardı. Seçkinler sınıfı, yani “merkez” ise İslam’a genellikle mesafeli kalıyordu. İstisnalar vardı elbette, ama İslam toplumlarında hiçbir zaman Hıristiyan toplumlardaki gibi dindar bir seçkin zümreden söz edemezdik. Üstad da bunu sebepleriyle izah ediyor. İslam’ın insanın enesine hiç pay vermeyen, şirkin gizli açık her türlüsünü reddeden saf tevhidi anlayışı ile enaniyeti pek kuvvetli seçkinler arasında rağbet bulamayacağını, ama Hıristiyanlığın teslis akidesi ile Hz. İsa’ya uluhiyetten pay verişi gibi, yukarıdan aşağıya bir hiyerarşi ile seçkinleri de bundan nemalandırdığını söylüyordu.

Ama Rasulullah “yoksulluk küfre yakın” diyordu, bunu nasıl tevil edecektik? Bu yoksulluk bizim anladığımız türde bir yoksulluk değil miydi acaba? Bugün dersini yaptığımız “İstiaze bahsi” bana bu kapıyı açtı, elhamdülillah. Elbette hadisin engin manalarına erişemem, ancak bunu kendime şöyle izah ettim:

Üstad-ı Muhterem şöyle diyordu:

“Adem, şerr-i mahz ve vucud, hayr-ı mahz olduğunu, ehli tahkik ve ashabı keşf ittifak etmişler. Evet ekseriyeti mutlaka ile hayır ve mehasin ve kemalat, vücuda istinad eder ve ona raci olur. Sureten menfi ve ademi de olsa, esası subutidir ve vucudidir. Dalalet ve şer ve musibetler ve masiyetler ve belalar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayesi; ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendan suret-i zahiride müsbet ve vucudi de görünseler, esası ademdir, nefiydir….ila ahir”

Demek ki adem, yokluk, yoksulluktu, ve küfre götüren bir durumdu. Zahiren bir varlık içinde de olunsa, varlık Vacib-ül Vücuda dayandırılmadıysa, orada yokluk, yoksulluk vardı, varlık ve zenginlik değil. Tam tersine de zahirde bir yokluk çekmesine rağmen, imanı sayesinde vucudi bir halde olabiliyordu insan.

Bugün bir haber sitesinde çıkan bir habere bakalım: “Kiminin vücudunda 800 dikiş var, kimi ayda 16 litre ilaç tüketiyor. Hayranları onların parıltılı hayatlarına özeniyor, ama aslında hiç kimse içlerini bilmiyor. Para mutluluk değilmiş…” başlığıyla verilmiş bir haber bu. Bazı ünlülerin, çoğunlukla kolit, panik atak, kaçıs sendromu vb. mahiyetini tam anlayamadığım, ama psikolojik olduğu kesin olan bir yığın hastalıkla boğuştuğunu, uyuşturucu kullanımı, alkolizm, intihar eğilimi taşıdıkları yer alıyor haberde. Varlık içinde yokluk manzarası bu.

Efendimizin sözünü ettiği yokluk, yoksulluk böyle bir durum olsa gerek. Aslında Rabbinden yoksul olmak, imandan fakir olmak. Varlığı anlamlandıracak bir dayanak bulamadığından tüm varlığının bir gaz ve toz bulutu olup uzaya savrulduğunu hissetmek. Tozlar tozlara, toprak toprağa, yokluk yokluğa yaşamak. Yavaş yavaş ölmek. Her gün bir sigaranın durduğu yerde yanıp tükenişi gibi tükenmek. Dünya güzeli de olsa, güzelliği anlamlandıracak, onu fani olan hüsn-ü sureti için değil, baki olan hüsn-ü sireti için sevecek kimseyi bulamamak. Hatta kendini bile böyle sevememek. Kat kat karanlıklar, neredeyse elini kaldırsa, kendi elini göremez. Karanlıkta sarayda yaşamışsın, dünya güzeli olmuşsun, mücevherler takmışsın ne fayda. Zengin bir zavallı, yüzlerce insanın hayranlıkla izlediği bir kimsesiz, şimdilik ünlü, ama 100 sene sonra adını gök kubbede kimsenin anacağına dair bir umudu olmayan bir hiç olmak. Küfre yakın yoksulluk bu olsa gerek.

Yoksa, iman ile yediğin bir dilim ekmeği, onun için döndürülen güneşi, sürüklenen bulutları, hallaç pamuğu gibi havalandırılan toprağı, bir kimyager hüneriyle terkiplenen atmosfer gazlarını, ve tüm bunları senin güzel gözlerin hatırına yapan, sana bir dilim ekmek yedirebilmek için yeri yerinden oynatan, gözünden bir damla yaş boş yere dökülmesin diye tohum ve çekirdekleri çatlatan Zatı bilen ona yapışan, elini tutan hiç yoksul olabilir mi? Yokluk ona uzaktan yakından değebilir mi? Tam tersine o bir şeyin her şey kadar değerli olduğunu bilecek kadar ehadiyete mazhardır. Elindeki bir tek şeye kainat kadar muhabbet edebilir.

Varlığı sahiplenmeden, gerçek sahibinin halifesi olduğunun bilinciyle seyreden, muhabbet eden, dağ, taş, nebat, hayvan, her şeyin kendisi için yaratıldığını bilen, müminleri, melekleri dost, Rabbini halil edinen için unutulmak, kaybolmak, toza toprağa karışmak, mümkün mü? “Madem ki yaratılmıştır, güzeldir” diyene çirkinlik dokunabilir mi? Güzelliği yok olup gidebilir mi? O herhangi bir şeyi yitirebilir mi? Ona firak değer mi? Bilakis ayrılık ona ancak kavuşma gününe daha çok arzu ve iştiyak vermek için tutturulan oruç gibidir. Her şey visaldir. O kainatla bütündür. O imanı kadar zengindir, hatta o kendisini rabtettiği Rabbi kadar varlıklıdır. Her mülkünde dilediği gibi gezer, her sunduğundan kemal-i afiyetle istifade eder, her lokması Efendimize namazda gösterilen cennet üzümü gibi baki olur, ye ye bitiremez. Daima içinden yiyip içtiği “kanaat” isimli mucizevi bir bahçesi vardır onun.

Bunun için Deccal’in eli deliktir, ama Bediüzzaman mutlak zengindir. Firakı, ademi, yoksulluğu, varlıklarını Vacib-ul Vucud’a veremeyenler düşünsün, bütün kainat bizimdir, inşaallah ebed bizimdir. Ötesi laf-ı güzaf…

  17.08.2008

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut