Denemeler

Gizli Determinizm Karşısında “Ümide Çağrı”

KENDİNİ, HAYATI ve kâinatı anlamayı kendine dert edinen her insan, içinde yaşadığı evrene dikkatle baktığında, iki ayrı yaratma biçimiyle karşılaşır.

En başta keşfettiği, yaratılışın adım adım, aşama aşama gerçekleşen biçimidir. Bir tohum önce nemlenir, sonra çatlar, sonra köklenip boy vermeye başlar. Bir ağacın dalı önce tomurcuklanır, sonra çiçeklenir, sonra meyveye durur; meyve de, hamlıktan olgunluğa doğru bir süreçten sonra kıvamını bulur. Bir bebeğin dünyaya gelişi, bir civcivin yumurtadan çıkışı, bir tırtılın kelebeğe dönüşümü adım adım olur. Aynı şekilde, bir kelebeğin ölmesi, bir meyvenin çürümesi, bir çiçeğin solması, bir ağacın kuruması.. bir süreç içerisinde gerçekleşir.

Biraz daha derinlemesine baktığında ise, insan, bu ‘adım adım’ yaratmanın ardında, ‘yoktan yaratma’ gerçeğiyle tanışır. Madde ezelî değildir çünkü. Yaşadığımız çağa kadar, düşünen pek çok dimağ, mantık ve düşünce planında ortaya konulan delillerle maddenin ezelî olmadığına şahitlik edegelmiştir. Yaşadığımız yüzyılda ise, Big Bang’den entropiye uzanan bir dizi bilimsel keşif, maddenin ezelî olmadığını, kâinatın bir başlangıcı olduğunu, bir ex nihilo (hiçten, yoktan varoluş) faslının muhakkak olduğunu haykırmaktadır. Öte yandan, adı üstünde ‘bölünemez’ sanılan atomun da sabit ve yekpare olmadığı anlaşıldıktan sonra, yani atomaltı âlemlerin keşfinden, özellikle de kuantum fiziğinde yaşanan gelişmelerden sonra, ‘yoktan yaratılış’a dair bir başka gerçek de net biçimde ortaya çıkmış durumdadır: daimî yaratılış. Buna göre, kâinat bir kere, yalnızca en başta ‘yoktan’ yaratılmış değildir; kâinat sürekli yoktan yaratılmaktadır!

Bu iki yaratma biçimi, İslâmî tefekkürde, ‘ibda’ ve ‘inşa’ kavramlarında karşılığını bulur. İbda, hiçten ve bir anda yaratmayı ifade eder. İnşa ise, isminin hemen çağrıştırdığı üzere, bir ‘inşaat’ misali adım adım, aşama aşama yaratmanın ifadesidir. İbdada bir ‘def’îlik,’ yani anidenlik, birdenbirelik sözkonusudur; inşada ise, bir süreç... Kendimizi en az iki katlı bir bina karşısında düşünürsek, ibda sıçrayarak üst kata çıkmayı andırır; inşa ise, merdivenlerden çıkmayı... İbdadaki ani sıçramalara karşılık, inşada bir aşamayı bir diğer aşama izler, bir parçaya bir başka parça eklenir, bir olayın ardından bir diğeri gelir ve sonuç öylece gerçekleşir.

Kâinata bakıldığında yaşanan en ciddi düşünce zaafı, her iki yaratma biçimini de ‘yaratma’ olarak görmeyip, madde planında kendi kendine veya tesadüfî ‘oluşum’lar gibi algılayıp bir Yaratıcının varlığını görmezden gelmektir muhakkak... Buna karşılık, insanın ‘yaratma’yı ‘yaratma’ olarak gördüğü halde düşmesi muhtemel bazı düşünce zaafları da vardır. İbdayı kâinatın ilk yaratılışına mahsus kılıp ondan sonrasını yalnızca inşa suretinde algılamak, bu zaafların belki de en önemlisidir. Nitekim, bu yaklaşım, gözümüz önünde sürekli sergilenen ‘yaratılış’ gerçeğine eksik bir bakışı temsil ediyor olduğu halde, birçok zihne hakim durumdadır. Bu eksik bakışla, kâinatın ‘yapıtaşları’nı, yani atom adlı ‘tuğla’larını en başta yoktan yaratan Kadîr-i Zülcelâl’in, o ilk birkaç dakikadan bugüne yalnızca bu sabit tuğlalardan farklı binalar yapıyor olduğu düşünülmektedir. Bu tuğlalardan yapılan her bir şey gibi, tuğlaların kendisinin de an be an yeniden yeniye yaratıldığı değil!

Oysa, Allah kâinatı yalnızca bir kere ibda ile, yani yoktan yaratmış da ondan sonra yalnızca inşa suretinde yaratıyor değildir. İbda suretinde yaratma da, inşa gibi, şu an devam etmektedir. Yani, kâinat, sürekli yeniden yeniye yaratılmakta; her daim yoktan var kılınmaktadır. Diğer bir deyişle, her an bir kâinat varlık sahnesinden alınıp yerine yeni bir kâinat konmakta; ve bu işlem, kâinatın ilk yaratılış anından beri, sürekli tekrarlanmaktadır.

Bir örnekle açmamız gerekirse; insanın kâinat karşısında yaşadığı, bir sinema salonunda bir film seyrederken yaşadığından çok farklı değildir. Sinemada gözümüz beyaz perdeye takılıp kaldığı sürece, bir ‘süreç’ görürüz yalnızca; bir konunun sürekli ve kesintisiz bir surette akıp gidişini görür, bir olayın sonucunda bir başka olayın gerçekleştiğini, bu olayın ise bir başka olaya sebep olduğunu görürüz. Gerçekte ise, izlenen filmin esası, ‘kesintisiz’ bir olaylar zinciri değildir. Tam aksine, bütün bir film, kesik kesik karelerden ibarettir. Aslolan bu kesik, birbirinden kopuk karelerdir; kesintisiz bir biçimde seyrettiğimiz filmdeki sürekliliğin temelinde bu kesik kareler vardır. Ama, bu karelerin ekrana yansıma hızı ve aralarındaki süreklilikten dolayı, işin aslını araştırmadığımız müddetçe, bunun farkına varmamız imkânsızdır.

Aynı şekilde, kâinatta da, aslolan ibdadır. Kâinat, her an yoktan, hiçten, yeniden yeniye yaratılır. Atomaltı âlemlerde sürekli var-yok arası dalgalanmalar cereyan eder. Ancak, bu yaratma kesintisiz biçimde devam edegeldiği için, bizim öncelikle gördüğümüz bu yaratılışın ‘inşa’ boyutu olur. Bu bakımdan, öncelikle ‘inşa’yı görmek değildir problem; yalnızca inşayı görmektir. İnşada takılıp, onun da aslı olan ibdayı gözden kaçırmaktır.

Maamafih, özellikle kuantum dünyasındaki keşiflerden sonra, kâinatın her an hiçten ve yoktan yaratıldığını; her an bir kâinatın varlık sahnesinden alınıp yerine yeni bir kâinatın konulduğunu anlamak giderek kolaylaşmaktadır.

Yoktan yaratmayı yalnızca ilk yaratılış anına izafe edip ondan sonrasını yalnızca ‘inşa’ suretinde gören eksik bir bakışın içerdiği en büyük risk ise, determinizmdir. Gözlemlediği süreçlere bakıp o süreçlerde bir ortak yön, bir süreklilik, bir düzen gördüğünde, insanın buradan bazı ‘genellemeler’e ulaşması doğrudur ve doğaldır. Ancak bunda, dikkat edilmezse genellemeleri mutlaklaştırıp, herşeyi ‘determine’ etmek, yani belli tariflere ve kalıplara hapsetmek gibi bir tehlike ihtimali de vardır. Güneşin doğuşundan ayın hallerine, baharın gelişinden ağacın meyve verişine her bir oluşa yalnızca inşaya kilitlenerek bakan bir nazar, ‘geçmişe dönük’ bu gözlemlerden hareketle, ‘geleceğe dönük’ biçimde “Şu şu zamanda olur, şunun ardından bu gelir” gibi ‘kesinlik’ içeren hükümlere ulaşır. Oysa, en basit haliyle gözümüzü ibdaya karşı körleştiren bu yaklaşımda, Allah’ın gelecekte iradesini nasıl tecelli ettireceğini kulun önceden belirlemesi gibi, Allah’ı kendi iradesinin eseri olan süreçlerin ve düzenin esiri görmek gibi, hatta yalnızca süreçleri ve düzeni görüp Allah’ın kudret ve iradesini hiç görememek gibi ciddi tehlikeler vardır.

Sözün özü, yalnızca inşaya odaklanmış bir yaklaşım, insanı ‘belli sebeplerin muhakkak belli sonuçları doğuracağı, zira şimdiye kadar doğurmuş olduğu’ gibi bir determinist şartlanmaya rahatlıkla götürür. Çünkü inşada ‘tedricîlik,’ yani aşama aşama belli bir süreçten geçerek varoluş sözkonusudur. İbdada görülen ise, ‘tedricîlik’ değil, def’îliktir. İbda hiçtendir, yoktandır, aniden ve birdenbiredir. (Nitekim, ‘inşa-eksenli’ bilim dallarına, meselâ kimyaya bakıldığında, herşeyin ‘belirlendiği’ni görürüz. Meselâ: “İki hidrojen atomu bir oksijen atomuyla birleşince su meydana gelir.” Buna karşılık, ‘belirlenemezlik,’ ‘ibda-eksenli’ bir bilim dalı olarak kuantum fiziğinin en önemli prensiplerinden biridir!)

Gerçekte ise, kâinatta inşa ve ibda beraberce vardır. Kâinat, aynı anda bir açıdan ibda, bir diğer açıdan inşa olunmaktadır. Dolayısıyla, aslolan, kâinatta inşa ile ibdayı beraberce görebilmek;. kâinata bakışta, inşa-ibda dengesini kurabilmektir. Bu ise, kâinata baktığımızda gözümüze ilk çarpan ‘inşa’ gerçeği olduğuna göre, ibdaya karşı körleşmemek için özel bir dikkati gerektirmektedir.

Dahası, bu ibda-inşa dengesini yalnızca kâinata bakışta değil, kâinat ağacının en seçkin meyvesi olarak insanlık âlemine bakışta da kurmak ve korumak gerekmektedir. Çünkü, insanlık tarihinde de, bütün bir kâinat gibi, ‘inşa’ ve ‘ibda’ beraberce gerçekleşir. Meselâ, insanlık âleminde de ‘süreç’ler vardır; olaylar belli bir akış içinde seyrettiğinde belli sonuçlar görülür. Ama öte yandan, önceden kestirilemeyen ‘sıçramalar’ vardır. Yani, geçmişte belli sebeplerin akabinde ortaya çıkan ‘sonuçlar’ın gelecekte de zuhuru kesin ve muhakkak değildir, zira umulmadık bir ‘sıçrama’ ile, meselâ yeni bir değişkenin devreye girmesi ile olayların akışı büsbütün değişmektedir. Kısacası, insanlık tarihi yalnızca ‘süreç’lerin tarihi değil, aynı zamanda ‘sıçrama’ların tarihidir. Dahası, toplumların tarihine, hatta bilim tarihine bakıldığında, ‘sıçramalar’ın ‘gidişat’a yön verme noktasında süreçlerden daha önemli bir rol oynadığı görülmektedir.

Bu çerçevede, ‘süreçler’i ve ‘sıçramalar’ı beraberce düşünür, bir inşa-ibda dengesi içinde insanlık tarihine bakmaya çalışırsak; bir kere, geçmişte varolmuş, sonra çöküp gitmiş devletlerin veya toplumların çöküş sürecini inceleyerek, bir devletin veya toplumun nasıl çökeceğine dair belli hükümlere ulaşmak, bu arada bugün varolan devletler veya toplumlardan hangisinin çökmeye aday olduğuna dair bir öngörüde bulunmak mümkündür. Ama, adı üzerinde, ‘mümkün’dür; mutlak ve muhakkak değil. Geçmişe dönük bu gözlemlerden geleceğe dair öngörüler üretmemiz mümkün de olsa, geleceğe dair mutlak ve kesin hükümler imkânsızdır. Çünkü, aynı insanlık tarihi, ibda suretinde ani sıçramaların da tarihidir. Umulmadık anda gerçekleşen umulmadık bir olay tarihin akışını ‘öngörülen’in tamamen tersine çevirebilmiştir.

Nitekim, peygamberler, tabir yerindeyse, insanlık tarihinde birer ‘ibda’ örneğidirler. Çünkü, salt inşa-eksenli bir nazarla o sıralar toplumda görülen gidişata ve ortada gözüken ‘insan ve toplum’ malzemesine bakıp, bu gidişat içinde bu malzemeden böyle bir sonucun çıkacağını ummak mümkün değildir. Meselâ, yalnızca gidişata ve eldeki verilere gözünü dikmiş bir nazar, Nemrud’un ülkesine gittiğinde, olsa olsa, put yapıcı Azer’in çocuklarının putperest olacağını öngörürdü muhakkak. Put yapıcı Azer’in evinden tevhid bayraktarı İbrahim’in (a.s.) çıkacağını ise asla düşünemezdi. Ama, Azer’in evinde büyüyen çocuk putperest olmadı; bilakis, bizatihî Kur’ân’ın ifadesiyle, mü’minler için, ‘asla müşriklerden olmayan’ bir ‘güzel örnek’ oldu. ‘Tek başına bir ümmet’ oldu.

Aynı şekilde, Firavun’un sarayından Musa çıkacağını kim düşünebilirdi? Ama, “Ben sizin en yüksek rabbinizim” diyen Firavun’un dizi dibinde büyüyen çocuk, Firavun’a da Rabbini hatırlatan bir kudsî peygamber oldu.

Yine, ‘süreç’lere kilitlenmiş bir nazar Cahiliye döneminin şartlarında her çocuğun müstakbel bir Ebu Cehil olmasını umabilirdi ancak. Ama, o şartların meyvesi, ‘Habibullah’ olan ve Fahr-ı Kâinat ünvanıyla anılan Hz. Peygamber (a.s.m.) oldu. Öte yandan, Ebu Cehil’in elinde ve evinde büyüyen oğlu ve kızı, gün geldi, babalarının yolunun değil, babalarının ‘asla uymam’ dediği İslâm’ın yolunun yolcusu oldu. Keza, Hz. Peygamberi öldürmek üzere yola çıkan Ömer, birkaç saat sonra, Hz. Peygamberi öldürerek tam anlamıyla yoldan çıkmış biri olmadı. Bilakis, kimsenin ummadığı şekilde, hak yola girmiş ve bu yolda en zirvelere tırmanmış bir insan oldu. Hem yalnız Ömer, yalnız Ebu Cehil’in oğlu İkrime ve kızı Cemile değil; bütün bir Arabistan, kız çocuklarını diri diri gömer, putperestlikle sınır tanımaz bir vaziyetten çıkıp, ‘öngörülemez’ biçimde, az bir zaman içerisinde bütün dünya için tevhid, adalet, merhamet ve medeniyet timsali haline geldi.

Kaldı ki, ‘umulmadık’ sonuçların, tarihin akışını değiştiren ‘sıçramalar’ın yaşandığı zamanlar, yalnızca, içinde bir peygamberin yaşadığı zamanlar da değildir. Tarih, ‘süreçler’e kilitlenmiş bir nazarın ummadığı, ama fiilen gerçekleşmiş nice olay, nice olguyu önümüze sermektedir. En zayıf zamanında bile İslâm’a direnen Avrupa’nın en güçlü zamanında milyonlarca evladını din olarak İslâm’ı seçer halde görmesi, meselâ, çok uzakların değil, bugünün gerçeğidir. ‘Zamanın eşsizi’ ünvanıyla anılan benzersiz bir alim, İslâm âleminin en şaşaalı zamanında müthiş ortamlar içerisinden değil; yıkılmış Osmanlının çökmüş medreseleri arasından, hem ücra bir köyün fakir bir evinden çıkmıştır. Öte yandan, neredeyse bütün dünya için yozlaşma ve suç timsali haline gelmiş Harlem’in sokakları arasından çıkan bir Malcolm X de zamanımızın bir gerçeğidir. O ki, kendisi de suça batmış bir hayatın içinde olduğu halde, umulmadık bir sıçrama, bir yükselme sergileyip İslâm’ı seçmesiyle, milyonların İslâm’a yönelişine rehberlik ve örneklik etmiştir.

Kısacası, kâinat gibi, insanlık tarihi de, belli süreçleri gösterir ve belli sonuçların belli sebepleri takiben geldiğini öğretirken, bizi ‘muhakkak bu böyle olur’ demekten kesinlikle alıkoyması gereken ‘ani sıçramalar’ da içermektedir.

Buna rağmen, bugün, sözlere, hallere, halet-i ruhiyelere kök salmış, her biri bir ‘gizli determinizm’i ele veren ümitsizlikler ve de ümitsizlik üreten gizli determinizmler kol geziyor ortalıkta... ‘Gidişat’a dönük nice nazar, velev ki bu nazarın sahibi bir mü’min olsun, geleceği hiç ama hiç iyi görmüyor. Ekonomi kötü; ‘bu gidişle düzeleceği de yok.’ Siyaset âlemi çepeçevre kuşatılmış halde; ‘bu memleket adam olmaz.’ Egemen güçler bütün dünyayı kuşatmış durumda; ‘her gelen gün, geçen günleri aratır hale gelecek.’ Eğitim berbat; ‘bu eğitimden düzgün çocuk yetişmesi imkânsız.’ Toplum çok yozlaşmış; ‘yetişen çocuklardan kimse boşuna hayır beklemesin.’ Televizyonların hali ortada; ‘bu insanların uyanması mümkün değil.’ Ailelerin durumu besbelli; ‘böyle bir aileden düzgün insan çıkmaz.’

Bu gibi analizlerin onlarcası, yüzlercesi duyuluyor her gün. Duyuluyor; çünkü konuşuluyor ve yazılıyor. Kâinatın esası ve temeli olan ibdadan da, insanlık tarihinde gerçekleşen ibda cinsinden sıçramalardan da bihaber bir ontolojik fukaralık içinde sarfedilen böylesi dikkatsiz sözler, yazık ki, imanlı ağızlardan bile kolaylıkla dökülüyor. Gerçekte determinizme tavır koymuş nice insan bile, bu sözlerin ardında örtülü, gizli bir determinizm sergiliyor ne yazık ki.

Sonuçta, maddî manevî hemen her meselede “Herşey bitti” türünden bir karamsarlık kol geziyor. Birileri, gelecek O’nun kudret elinde olan Allah’ın geleceği nasıl getireceğini şimdiden açıklıyorlar: Herşey daha kötü olacak!

Oysa, kâinatı ibda ve inşa ile yaratan O olduğu gibi, Kelamıyla ‘min haysu lâ yehtesib’ (ummadığınız, hesap etmediğiniz yerden) sizi nimetlendiririm diye bildiren ve bunun böyle olduğunu insanlık tarihi boyu sayısız örnekle belgeleyen de O’dur. Bütün sonuçlar O’nun elindedir, ne olacağını O bilir, kararı O verir, sonucu önceden belirlemek O’na mahsustur. Bizlerin Allah bu sonucu yaratacak diye O’nun adına hüküm vermesi ise, böyle yaparak “Nasıl olsa sonuç bu, boşuna çırpınma” halet-i ruhiyesi üreterek esasında bu olumsuz sonuç için ‘kaşınmak’tan öte birşey değildir.

Halbuki, yoktan, hiçten ve def’aten yaratmanın, yenilenme ve tazelenmenin süregittiği bir kâinatta ve tek bir değişkenin değişmesiyle bütün bir gidişatın değişebildiği bir insanlık âleminde, ümitsizlik üretmeye gerek de, hakkımız da yoktur.

Aslolan, ümittir.

Aslolan, açık veya gizli bir determinizme düşüp, ‘olanlardan hareketle olacağı kestirmeye çalışmak’ değildir.

Aslolan, ‘olması mümkün’ olana karşı dikkatli olmak, ama aynı zamanda, ‘mümkün’ olanı ‘muhakkak olacak’ diye algılama yanlışından uzak bir dikkat ve ümitle donanmaktır.

Yaşasın ümit!

  17.01.2004

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut