BİR METOD KİTABI OLARAK HAYAT VE RİSALE-İ NUR

SAİD NURSÎ’NİN Risaleler’de en çok üzerinde durduğu konulardan biri de “İnsanları fikren dalalete atan sebeplerden birinin, ülfeti ilim telakki etmeleri” meselesidir. Yakınımızda olan, eskiden beri varolan, atalarımızın, babalarımızın söylediği, onlardan öyle gördüğümüz şeyleri çoğu zaman bildiğimizi vehmederiz; hatta alışkanlıklarımız dolayısıyla Rabb’imizin bize birer mektup, birer kaside, birer esma-i hüsnasının aynaları olan mevcudata, küçük şeyler diyerek pek de ehemmiyet vermeyiz. Hâlbuki ülfetimiz dolayısıyla âdi şeyler olarak gördüğümüz varlık âlemi, bize sonsuz ikramın, sonsuz terbiyenin, sonsuz şefkatin somutlaşmış lafızlarıdır.

Para kazanmak, çok kazanmak gibi çok büyük şeylerle uğraşmak bizi hayatın kendisinden alıkoyuyor. Etrafımızdaki mucize-i kudret eserlerine kayıtsız yaşayıp gidiyoruz. Rabb’imizin her an akıp giden ve birer anlam yumağı olan nimetlerinin farkında olmadan, koltuklarımızı yenileyememekten, iş yerimizde terfi edememekten, çocuklarımızın sonsuz isteklerini karşılayamamaktan yakınıp duruyoruz.

Bu hayatta mutlu olabilmek için milyonlarca sebebimiz varken biz hırsımız yüzünden mutsuzluğu, somurtmayı tercih ediyoruz. Hâlbuki Rabb’imiz rızkımıza kefildir. Ancak hırsımıza değil. Bitmeyen hırslarımız bizi, bizden, bizi mevcudattan, bizi sevdiklerimizden alıkoyuyor. Yaratan’ın gür çağlayanlar gibi her an gönderdiği ayetleri sağımızdan, solumuzdan akıp gidiyor da biz onlara gözümüzü kapatıp Amerikan filmleriyle, modern arenalar olan stadyum görüntüleriyle oyalanıp duruyoruz. Bizi, biz olmaktan çıkarıp sahte tiyatro oyuncuları haline getiriyoruz ve tabii ki senaryo hep başkaları tarafından yazılıyor. Biz, sadece piyonluk görevimizi icra ediyoruz.

İnsanoğlu dış dünyaya, nesnelere, davranış ve düşünüş biçimlerine baka baka bunları kanıksar. Bize normali, gerçekliği buymuş gibi gelir. Bir müddet sonra bu düşünüş ve yaşayış tarzına alışır, kendimizi rüzgâra bırakıveririz. Oysa kendimize özgü üslubumuz, kelime yapımız, anlam dünyamızla bu kanıksamayı sarsarak nesneleri, davranışları, düşünceleri ve duyguları taze bir bakışla yeniden görmeli, yeniden algılamalıyız.

Mevcut düşünce ve anlamlandırma yapısıyla meselelerimizi çözemeyiz. Artık alıştığımız düşünce ve duygu yapısının ötelerinde dolaşıp yeni mefhumlar aramalıyız. Günlük oldubittilere basit insanların ve medyanın süslü empozelerine karşı uyanık olmadan sıradanlıkların üzerine çıkamayız. Var olan her şeyi anlamlandırabilmek için maddî göz ile onları görmek yeterli değildir.

Zira Said Nursî’ye göre maddî göz, maneviyat âleminde kördür. Biz; ancak kalbimizle varlığı anlamlandırabilecek şekilde açık seçik görebiliriz. Hiçbir anlam göz ile görülmez. Kitaplardaki kelimeler de sadece maddî göz ile bakıldığında bir mürekkep yığınından ibarettir. Nitekim yabancı dildeki yazıları görüyoruz; ama bizim için hiçbir şey ifade etmiyorlar.

Asıl olan kalbin gözüdür. Kalbî akıldır. Eskilerin ifadesiyle “Basiret Gözüdür.” Kalp, aklın ve gözün ulaşamayacağı uzaklıklara, sebeplere ulaşır. Kalp, görmeden de duyandır, sezendir ve insan; ancak bu sezgisi ile vardır. Allah’ın varlığını bile aklen ne kadar tatmin olursak olalım, sonuçta iman edilen gayb olduğu için sezgilerimizle kanaat getiririz.

Risale-i Nur’un önemli prensiplerinden biri de akıl, kalp ve ruhlarımızı “genel kültür” denilen lüzumsuz malumat ile doldurmamaktır. Vücut, ruh ve gönlümüzün sahibi olan Allah, bizi, her önümüze koyulan şeyi alan bir çöp tenekesi olarak yaratmamıştır.

Günümüz medeniyetinde, akıl kirliliği, ruh, beden, göz, kulak, kalp kirliliği had safhaya çıkmıştır. Akıllarını, ruhlarını ve gönüllerini maddî fuzuliyat ile dolduranlar zamanla hakikatler ile muhatap olma kabiliyetini kaybederler. Zihnimiz aynanın parlak yüzü gibi hayatın ve eşyanın hakikatlerine karşı açık olmalı, özümsemeli ve yansıtmalı. Siyah yüzü gibi olursak ne karşımızdakini alabilir ne de onu yansıtabiliriz.

Medya ve halkın ağzında dolaşan fısıltı haberleri; aslında bize gerçeği yansıtıyor değiller. Birileri bizim gerçeği kendi istedikleri gibi algılamamızı sağlıyorlar. Aklı, kalbi, fikri dağılan insanların artık hakikate muhatap olmaları da mümkün olmaz. Risale-i Nur, bu çarpık iletişimi bozar, büker, rolleri çiğner, altüst eder. Böylece onu alışmadığımız; ama hakikatinde olan düzene sokar. Bu şaşırtıcı başkalık bizi silkeler, uyandırır ve dile getirdiği her ne ise onu yeni bir gözle görmemizi sağlar. Gerçi bu yenilikleri, farklılıkları kabullenmek her zaman öyle kolay olmaz. Her ameliyat gibi bu da sancılı geçer çoğu zaman.

Hayat ve Risaleler birer metot kitabıdırlar. Onlar, bilgimiz çok artsın, diye değil, hayata ait metotlar, yaşama tarzı çıkarmak için okunmalıdırlar. Düşünme metodu, hayat tarzına ait metotlar, hizmet metodu, enfüsî ile afakînin mezcine ait metotlar gibi pek çok usul hayatın gelgitlerinde derc edilmiştir. Risale okumalarımızda hayata ait teorik ve pratik çıkarımları yakalamaya çalışmalıyız.

Bediüzzaman, Hutbe-i Şâmiye adlı eserinde “Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinde ders aldım ve bildim ki...” diyor. Ona göre yaşadığımız hayat başlı başına büyük bir medrese ve biz buraya tahsile gelmişiz. Hayatın her ânı, her tecellisi, insanla, varlık âlemiyle, duygularımızla olan her ilişkimiz, bize bir şeyler anlatmalı. Yol gösterici olmalı. Zaferler kadar yenilgilerden de ders çıkarmasını, dostlar kadar düşmanlardan da bir şeyler öğrenmesini bilmeliyiz.

Oysa akıl, kalp ve ruhumuzun malayaniyat ile istilaya uğraması bizim ince, hassas, semavî, uhrevî olan hakikatlere karşı gabileşmemiz neticesini verir. Bu ise hayat okulunda derinleşmemize engeldir. Böyle karmakarışık bir zihin ile hayatı, musibetleri çok okusak bile derinleşemez, ancak sathî bir tarzda genişleriz.

Hayatımızı, muhatabiyetlerimizi zaman zaman mutlaka durup şöyle bir gözden geçirmeliyiz. Hepimiz bu hayat okulunda, muhatabiyetlerimizde kendimize has usuller, metotlar geliştirmeli, fert olarak bize en uygun olan metodu bulmalıyız. Metotsuz hayat; pusulasız gemiye benzer. Pusulasız gemi de gider; ama istenilen maksuda ulaşması hayli zaman alır. Hayatımızın Risaleler ışığında ahengini, varlık sebebini kurgulamalıyız.

Yaratıcı’nın kurduğu sisteme, yapıya, ahenge ise taklidî eğilimlerle ulaşamayız. Onun derinlerde yatan düsturlarını avlamak, dünyevî ağırlıklarımızdan kurtularak o deryaya safî bir niyet ve sa’y ile dalmakla, her karesini sorgulamakla mümkündür.

  28.05.2008

© 2021 karakalem.net, Levent Bilgi



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut