Yeni birşey söylenemez

Mona İslam

YAZI YAZMAYA başlamadan önce epey bir süre arkadaşlarımdan gelen şu soruya muhatap oldum: “Neden bize söylediğin bu şeyleri yazmıyorsun?” Her zaman da aynı cevabı verdim: “Yazı yazmak için yeni şeyler söylemek lazım. Ben yeni şeyler söylemiyorum ki…” Söylediklerim Kur’an denizinden kıyıya vurmuş deniz minareleri, süslü güzel taşlar, yahut üstadımın oradan çıkarıp elime tutuşturduğu inciler. Söylenecek yeni bir şey buluncaya kadar yazmamaya kararlıydım.

Bir gün elime Dücane Cündioğlu’nun Keşf-i Kadim kitabı geçti. Kitabın başlığı da, giriş fikri de bana yanlış noktada durduğumu açıkça söylüyordu.

“Kadim olanı keşfetmek, yeni olanı ortaya koymaktan belki daha güç ve fakat hiç kimsenin kuşkusu olmasın ki çok daha asil bir çabadır! Tarih, bugüne değin, kadim olanı keşfetmek için çaba sarf etmeyen hiçbir toplumun yeni bir şey ortaya koyabildiğine tanıklık etmedi. İşte zaten bu yüzden bu toprakların çocuklarının öncelikli görevi vaz-ı cedid değil, keşf-i kadim olmalıdır!” diyordu.

Üstadım da sürekli olarak sözlerinin Kur’an’ın tereşşuhatı olduğunu belirtmiyor muydu? Risaleler ona mal edilemezdi. O halde o da yeni şeyler söylemiyor, gök kubbede Kur’an’ın sedasında olmayan bir seda bırakmıyor, Üstadı olan Kur’an’ın sözlerini kendi dünyasına indiği şekli, kendi kalbine yansıdığı, aklına ışıdığı haliyle asrın derdine deva olacak şekilde anlatıyordu. Her bahiste tefsir yapıyor, tevil ediyor, şerh düşüyordu.

Ayeti kerimede Allah şöyle buyuruyordu; “Bugün dininizi tamamladım ve din olarak İslâm’dan razı oldum.” O halde biz insanlar bize Allah’ın Kitabında söylenmeyen, Rasulullah’ın sünnetinde yer almayan ne söyleyebilirdik ki? Söylenebilecek hayırlı olan ne varsa ancak Kur’an ve sünnetten çıkarılan, her asrın her toplumun her insanın ihtiyacına göre yeniden sunulan şeylerdi. Mü’minlerin kainata dair, hayata dair, insana dair, anlama dair söylediği ne varsa, ya doğrudan Kur’an güneşinden geliyor ve sunuhat olarak kalbe akıyor ya da ay gibi mukarrebun olan insanlardan sadır oluyordu. Onlar da ışıklarını güneşten alıyor, bizi karanlık gecelerimizde, güneşi doğrudan göremediğimiz, yahut aramıza perdeler girdiği zamanlarda aydınlatıyorlardı. İcad edilen yeni bir şey yoktu. Vücud aynı idi sadece zamana, zemine, muhataba göre elbise değiştiriyordu.

Aynı şey Ehl-i Kitab için de geçerliydi. Onlar da medeniyetlerinde insanlara faydalı, bereketli, devamlı olan ne varsa onu Kitab-ı Mukaddes’ten almışlardı. Büyük edebiyatçıları İncil okulunda yetişmişlerdi. Avrupa’nın ışığı onlar olmuşlardı. Tahrif ettikleri, kendi felsefelerini sokuşturdukları, hevalarına tabi olup icad ettikleri ne varsa şer, zulüm ve ebter olmuş, süreklilik kazanamamıştı. Bediüzzaman’ın Avrupa’yı ikiye ayırması ve İsevilik din-i hakikisinden gelen medeniyete ilişmemesi bundandı. Vahiy tekti ve Ruhu’l-Kudüs’le insanlara ulaşıyordu.

Efendimiz (sav)’in bir mü’min şaire “Allah seni Ruhu’l-Kudüs’le desteklesin” dediğini okumuştum. Demek şairlerin, edebiyatçıların, hatta her nevi sanatla meşgul olan insanların da icad ettikleri bir şey yoktu. Tüm ilhamı Ruhu’l-Kudüs kalplerine bırakıyordu. Bize yol gösteren rüyalar, evliyaullahın kerametleri de bu şekilde düşünülmeliydi. Hz. İsa’nın dediği gibi, “Ruhu’l-Kudüs aramızda” idi. Kur’an onu kuvvetli ve iyi bir öğretmen olarak tarif ediyordu (Necm suresi 5). Biz de öğrendiğimiz, söylediğimiz, paylaştığımız hak ve hakikat adına ne varsa ondan öğreniyorduk. Sünuhatla, keramatla, ilhamatla, rüya-yı sadıkayla. Yeryüzüne hikmet adına onun eliyle indiriliyor Allah’tan geliyordu. Ruhu’l-Kudüs kalplere vahyin içerdiği manaları bırakmaktan başka bir şey yapmıyordu. Din tamamlandığına göre her şey elimizin altında mevcuttu. Bize sadece arayıp bulmak, dua edip istemek kalıyordu. İstemek, bulmak, bulduğunu iyice özümsemek, ganimet gibi koynunda saklamak, senden isteyene de bağrındaki hakikatten bir parça koparıp vermek. Yapılması gereken buydu. Zira hakikat insanın sadrında ısınıp pişiyor, sunuma ancak o zaman hazır hale gelebiliyordu. Kalpten çıkanın kalbe girmesi de Mukallibe’l-kulub’un izniyle kolay işti.

“Kime hikmet verilmişse çok şey verilmiştir” diyordu mübarek Kur’an. Hikmeti arayanlar Kur’an’a bakmalılar. Ben de artık eksiğimi, yitiğimi, kendimi “Yaş kuru ne varsa Kur’an’dadır.” diyerek Kur’an’da arıyorum. O okyanusa dalma kudretim yetmiyorsa, soluğum kesiliyorsa, takatim kalmamışsa, bir dalış uzmanı olan Risale-i Nur’dan himmet alıyorum. Ele geçen ganimeti sahiplenmeyip ortaya koyuyorum. Söylenecek yeni bir şeyin olmadığının, keşiflerimizin sadece hakikatin tekrar tekrar zikredilmesi olduğunun,yapılanın sadece gavvaslık(dalgıçlık) olduğunun bilinciyle yazıyorum. Kimsenin icat edip yeni bir şeyler söyleyemeyeceğinin rahatlığıyla.

Hz. Ali’nin “İlim bir noktaydı onu cahiller çoğalttı” sözüne itimad ederek, aynı noktaya parmak basmaya, Nasrettin Hoca gibi sazın bulduğum noktasını kaybetmeyip daima oradan çalmaya gayret ediyorum. Şaşılacak şey şu ki, aynı nokta daima farklı tınlıyor. Melodi her seferinde her insan için farklı yaratılıyor. İnsanları Kur’an sofrasına çağırıyorum. O zaman kalemi elime almaya cesaretim oluyor. Sofra Kuran’ın olunca rızık da davetliler de açlık da sınırsız oluyor. Yazılan her şey de lezzetli yemişler gibi Kur’an’a temas ettiği ölçüde öz, ayrı düştüğü ölçüde kabuk oluyor.

“Allah dilediğine hesapsız rızık verir.”

Yeni Şafak yazarı Sami Hocaoğlu’nun dediği gibi, “Rasulullah ve sahabenin girdiği İslam’ın ana kapısı vahiy kapısıdır.” Bizim hakikate ışık tuttuğunu bildiğimiz diğer eserler de olsa olsa aynı saraya girilen yan kapılar olabilirler. Kalemimizden hakikat ancak vahiyle sarmaş dolaş olarak akabilir. Hasılı, tüm matbuat Kur’an’a düşülen şerhlerdir, dipnotlardır. Kur’an öğrencilerinin notlarına küçük bir not da ben düşüyorum. Böyle bakınca, yazmaktan korkmuyorum.

  03.06.2008

© 2021 karakalem.net, Mona İslam



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut