Yazmak üzerine bir hasbıhal

İSMİMİ TAŞIYAN yirmi küsur kitabın varlığı, çoklarına, benim velud bir yazar olduğumu düşündürüyor. Ben ise, yazamadıklarımın ızdırabıyla yaşıyorum bunca senedir. Çokları listeye bakıp “Ne kadar çok yazmış” diye düşünüyor, ben ise ne kadar da az yazdığımı düşünüp kahroluyorum.

Biliyorum; aslolan yazılanın ne azlığı, ne de çokluğu. Bilakis derinliği ve yoğunluğu. Ama çokluk ve yoğunluk bir kalemde buluşuyorsa eğer, şükrüne nihayet olmaz bunun.

Bir Bediüzzaman’ın hayatına, bu yüzden ne kadar imreniyorum. Az yazmamış, ama hep öz yazmış. Bir Gazalî’ye imreniyorum. Ellibeş yıl gibi, bir ilim erbabı için kısa bir ömür yaşamış; ama derinliğiyle yüzlerce yıl sonra da insanların yolunu aydınlatan, İhya’sı başta olmak üzere, yüzü aşkın eser bırakmış. Bir Nevevî’ye imreniyoru. Gazalî’den bir on sene daha az yaşamış; ama geride bir kısmı ciltler dolusu, onlarca eser, bir o kadar talebe bırakmış. Bir Şeyh Galib’e imreniyorum. Kırkına bile basmadan vefat etmiş; ama bir Hüsn ü Aşk, bir Divan ile, ‘inhitat’ devri denilen bir dönemde Osmanlı-İslâm edebiyatının en göz kamaştırıcı meyvelerini vermiş.

İmrendiğim hayatlar, ister Bediüzzaman yahut Şeyh Sadi gibi nisbeten uzun bir ömür yaşamış olsunlar, ister Gazalî, Nevevî, Şeyh Galib gibi nisbeten kısa; böylesi hayatlar işte. Dolu değil, dopdolu yaşanan hayatlar; dolu değil, dopdolu külliyatlar…

Onların hayatlarına ve yazdıklarına bakınca, ne kadar da az yazdığımı ve ne kadar da zor yazdığımı düşünüyorum hep. Onlar misali, hem çok hem de dolu dolu yazmak, bizim gibilere bu dünyada âlemlerin Rabbinin imandan sonra verdiği en büyük hediye olur zâhir.

İmrendiğim hayatlar bu hayatlardır işte; son raddesine kadar dolu dolu yaşanan. Hepsi de, üstünden meyvesi hiç eksik olmayan hayat ağaçları… Tefekkür ve tezekkürden, düşünüp de yazmaktan ‘emekli’ye ayrılmadan; her daim tefekkür işçisi ve tezekkür emekçisi olarak yaşayabilmiş hepsi...

Onların yolunda olmak her daim emelim ise de, öyle zamanlar yaşıyorum ki, üç aydır İstanbul semalarını terketmeyip bir türlü beklenen yağmuru beklenen miktarda bırakmayan bulutlara benzetiyorum halimi ve hayatımı. Her buluttan yağmur yağmıyor! Her buluttan, beklendiği kadar yağmur yağmıyor!

O güzide insanların yolunda, onların derinliğinde olmasa da en azından onların yolunda yazma gayretimi tökezleten, kalbime ve ruhuma biriken nice nükteyi yazamaz halde bırakan bir halimi arzetmenin sırası sanırım. “Bu adam kendini ne sanıyor?” sorusuna abone olanları memnun edecek, yanlış anlaşılmaya müsait satırlar da içeren bunca girizgâh da, esasen, bu arz-ı hal için idi zaten.

Beni yazmak istediğinden çok azını yazıyor durumda bırakan şey, sözün büyüsü. Cesur ve savaşa yatkın biri olmadığı için gazvelerde Peygamber aleyhissalâtu vesselamın yanında yer alamamaktan mahzun Hassân b. Sâbit’e kudsî nebînin verdiği şu mânâdaki teselli, her daim aklımda: “Senin sözlerin, Kureyş’in müşriklerine kardeşlerinin oklarından daha fazla tesir ediyor.”

Bu söz, sözün gücüne, sözün büyüsüne, sözün tesirine dair bir nebevî teyid elbette. Ama yine bu söz, ilk duyduğum günden bugüne beni ürkütüyor. Ve zaman zaman yazamaz hale gelmemde, zaman zaman istediğim kıvamda yazamaz halde olmamda, bu ürkmenin hissesi büyük.

Kudsî nebînin bildirdiği üzere, kelimeler, oklardan daha güçlü ve daha tesirli; bunu apaçık görüyorum. Ama o söz oklarının yanlış adrese yönelmesi korkusu kolumu kanadımı kırıyor, kalemimi yazmaz hale getiriyor birçok zaman. Kelimeler, oklardan daha tesirli; ama ya hedefi şaşırırsa, ya yanlış adrese yönelir yahut yöneltilirse?

Kendimi duygusal açıdan dingin hissetmediğim, bir duygusal tacize maruz kaldığımı düşündüğüm, duygusal açıdan sıkışmışlık hissettiğim durumlarda elim kaleme gitmiyor, gidemiyor. Ruhen taciz gördüğüm bir durumda, kelimeleri bir ‘silah’ gibi kullanma ihtimalinden duyduğum korku, birçok zaman beni yazamaz hale getiriyor. Kimisi birkaç gün, kimisi aylar boyu sürebilen zamanlar…

Bu kadar titizlik iyi mi, sanmıyorum. Ama böyle bir hassasiyetin ‘haddinden fazla’ olması, hiç olmamasına tercih edilir yine de diye düşünüyorum.

Hem, yeri geldiğinde, kelimelerin bir ‘ok’ gibi kullanılmasına itirazım yok, bilakis bunun bir gereklilik olduğunu da düşünüyorum. Ama bir mü’minin yanlış olan düşüncesini veya fiilini değil de—doğrudan veya dolaylı—şahsını hedef tahtası haline getirme ihtimali; yahut umumî bir hikmeti dile getirmeye çalışırken bunu bir kişisel gerilimin yedeğine alıyor olabilme endişesi, ilgili zamanlarda yazma enerjimi neredeyse sıfırlıyor.

Mevlâ bizi kalemimizi ve kelimeleri birer kişisel silah gibi kullanmaktan korusun. Kelimeleri, kişisel silah gibi kullanma korkusuyla, gereğince kullanamaz halde olmaktan da.

Daha düzenli ve daha derin yazmam beklentisi olan gönül dostlarıma arz-ı hal ediyor, dua bekliyorum…

  12.05.2008

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut