Dersimiz tarih

Ali Dedeoğlu

HER DÖNEMDE bu topraklarda yaşayan insanların en azından bir bölümü, kendilerini hep mağduriyetler üzerinden tanımlamıştır. Bu yüzden olsa gerek, ötekileştirildikleri toplumda var olabilmek için içe dönük yapılarda kendilerini ifade ederek yaşamaya çalışmışlardır.

Zaman içerisinde bu kapalılık gerçek dünyanın yanında sanal bir hayatın da kapısını aralamış. Böyle bir yaşam ise dünyanın imtihan sırrı gereğince yaşanılmasından çok kazanılmış mevzilerin korunmasını vaaz ettiğinden hep ertelenen hayatlar kutsanıyor, bunun sonucunda mutsuzluk değerli hale geliyor. Burada yıllardır aklıma duran şu soru çoktandır yoruyor beni:

Dünyada Müslüman ne kadar mutlu olmalı? Yoksa dünyada mutlu olmak ahiret adına kötü birşey midir? Bir Müslüman günlük yaşamında dünyadan ne kadar istifade etmeli?

Yaşadığımız zamanlarda, bizler için önemli olan insanlara karşı gösterdiğimiz hastalık çapındaki sevgiler, çoğu zaman onların hatalarını görmemizi engellerken, yapılan her hatayı maslahat örtüsüyle örtüp yolumuza hiçbir şey olmamış gibi devam etmemizi sağlıyor.

Yenilmişliğin verdiği psikolojiyle, atılan her adımın planının ötelerde atıldığına gönüllü inanarak yapacağımız işlerde istişare yapmak yerine, zihnimizin konforunu bozmama adına aramızdaki danışma mekanizmasını donuk bir şekilde birilerinin eliyle kutsala havale ediyoruz. Kendimize sadece düşünmeden ve sorgulamadan yaşamayı miras bırakıyoruz.

Peki, Hz. Ali ile Hz. Âişe arasında cereyan eden olayda her iki kametin de yanlarında bulunan Efendimizin kabrine giderek onun fikrini almamalarını nasıl izah edeceğiz?

Zamanı aşabilmek mümkün görünmezken, zıtlıkların rahmet boyutunu algılamakta zorlanıyoruz. Aklın hakkının yanılmak olduğunu söyleyen düşünür gönlümüzdeki yaraların dermanını da söylemiş gibidir.

Mağduriyet psikolojisi zayıflıkla birleşince, herşeyi onaylayan, şeyh uçmaz mürit uçurur fehvasınca canımızdan bile çok sevdiklerimize onlar istemediği halde haksızlık ediyoruz.

Tarihten gerekli dersler alındığında geleceğe güvenle bakılabilir. İslam tarihi de bizler için ibret alınacak şerefli birçok sayfayı barındırmaktadır. Bugün bu mirasa sırtımızı döndüğümüzden olsa gerek, doğruları söyleyecek cesareti kendimizde bulamıyoruz. Bu cesaretten kastın, ucuz erkeklik olmadığını da ehlinin anlayışına havale ediyorum.

Kuruluş ve gelişme dönemlerinde, padişahların halk üzerinde çok etkin olmalarında yönetimlerinde ortaya koydukları adalet ve herkesi eşit kabul etmeleri yatmaktadır.

Şeyhülislam Ebusuud Efendi, devletin idare hukukunda verdiği fetvalarla yönetimin adil olmasını sağlamıştır. Ebusuud Efendi, “Nâmeşru olan nesneye emr-i sultani olamaz” diyerek yönetimin meşru sınırlarını çizmiştir. Yaşadığı devirde padişah da dâhil olmak üzere herkese yanlışlarını dile getirmekten çekinmemiştir. İslam’ın çizdiği sınırlarda yine üzerine düşen görevi yapmıştır.

Kendini Hâdimü’l-Haremeyn olarak tanımlayan Yavuz Sultan Selim, belki de devrinin şartlarından bunalmış olsa gerek, İstanbul’daki tüm kilise ve havraların camiye dönüştürülmesini emreder. Bunu duyan Zenbilli Ali Efendi derhal Yavuz’un önüne çıkarak böyle bir emrin şeriata aykırı olduğunu, eğer bu emirde ısrar ederse kendisini hal edilme fetvasını hazırlayacağını söyler. Yavuz Sultan Selim’in celadetli olduğu düşünüldüğünde, Zembilli Ali Efendi’nin bunu yapması çok da akıl karı değildir.

Kanuni Sultan Süleyman İstanbul gibi bir şehrin su sorununu çözmek için birçok yatırım yapmıştır. Büyük bir problemi çözmenin verdiği güvenle hocası, aynı zamanda devrinin şeyhülislamı Zenbilli Ali Efendiden takdir bekler. Ama aralarındaki diyalog bakın nasıl gelişiyor_

’Hakikatli Bir Lâtife: Sultan Süleyman Kanunî, kesretli kırk çeşme sularını İstanbul'a getirdiği vakit, Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi ona demiş: ‘Hilâf-ı şeriat kanunları Avrupa’dan getirdiğin cihetle, İstanbul’a öyle bir bok sıçtın ki, o getirdiğin suların cümlesi üzerinden akıp geçse yüz senede temizleyemez.’”( bkz. B.S. Nursî, “Sekizinci Lem’a”)

Yine, Hz. Ömer halife seçildikten sonra minbere çıkarak kendisinin yanlış yaptığında oradakilerin ne yapacağını sorar. Cesaretiyle ve imanın verdiği huzurla bir sahabi ortaya çıkarak “Yâ Ömer sen eğrildiğinde seni bu eğri kılıçlarımızla düzeltiriz” diyerek Ömer gibi birine yanlışında alacakları tavrı hatırlatır.

Bugün yaşadığımız devir göze alındığında, sevdiğimiz ve bizim örnek aldığımız insanların da, insanlığın gereği olarak hata yapabileceğini hiç aklımızdan çıkarmamalıyız.

Peki, onlar yanlış yaptığında onlara bunu söyleyebilecek cesaretimiz var mı? Yoksa bu topraklarda birkaç asırdır bizi çıkmaza sürükleyen maslahat sığınağına mı saklanacağız?

Yaşarken bazen insan sürçer ya... Hani bilmeden aldandığından olsa gerek girer ya günaha... Hani bazen de bile bile bile saplanır ya çamura... Hani dalar ya karanlıkların içerisine pervasızca... Sonunu bildiği halde girer ya çıkmaz sokaklara... İşte o an, Âdem gibi olmak lâzım. Hatasını, kusurunu bilip, acziyet ve âdemiyetini görüp, günahlara dik durmak için Allah karşısında iki büklüm olmak lazım

Velhasıl, dua dua yalvarmalı.

Yunus aleyhisselam misali, “Senden başka ilâh yoktur. Seni her türlü noksandan tenzih ederim. Gerçekten ben kendine zulmedenlerden oldum” (Enbiyâ Sûresi: 87) diyebilmeli...

  25.01.2008

© 2021 karakalem.net, Ali Dedeoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut