The Bucket List

Harun Pirim

GEÇEN HAFTA Cuma akşamı konusunu öğrendiğim zaman bende zamane senaristlerin genel anlamda ölüm hakkında neler düşündüklerini ve bakış açılarını irdeleyebileceğim izlenimini uyandıran bir Hollywood filmine gittim. ‘The Bucket List’ biri mekanik atölye işçisi Carter diğeri küçük yaşlarından beri para kazanan özel hastane sahibi Edward’ın hayatlarının son birkaç ayını birlikte nasıl geçirdiklerini ve bu kısa zaman diliminde yaşamlarıyla ilgili nasıl çıkarımlarda bulunduklarını ele alıyordu. İki şahsın da o an için yaşadıkları hayattan kesitlerle başlayan filmin ilerleyen sahnelerinde evli ve çocuk babası Carter atölyeye gelen bir telefondan kanser olduğu haberini alırken Edward da paralı iktidar sahibi olarak insanlara kök söktürürken öksürükle eline kan gelmeye başlıyordu. Nihayetinde o da kanser olduğu haberini aldı. Bu iki şahıs kendilerini aynı odanın içinde buldular ve ilk etapta tahmin edilebileceği üzere Edward Carterla aynı odada bulunmanın sıkıntısı içindeydi. Zamanla musibette ortak oluşlarıyla kalbi dostlukları gelişti vs. vs.

Filmde ilgimi çeken iki kareyi aktarmak istiyorum. İlki Carter’ın bir itirafı. İnsanlar arasında “ölüm vaktinizi öğrenmek istermisiniz?” anketi yapılmıştı ve insanların %96’sı hayır cevabını vermişti. Carter kendisini öğrenmek isteyen azınlığın içine koymuştu. Lakin birkaç ay içinde öleceğini öğrendiğinde aslında ölüm vaktinin bilinmemesinin en iyi hal olacağına karar kılmıştı. İkinci kare ise bu kader arkadaşlarının bir uçak yolculuğu esnasında kısa soluklu inanç sistemlerine dair konuşmaları. Cam kenarında oturan Carter’ın gece, ay ve tepeden bütün bir dünya manzara kesitinin müthiş uyumlu oluşuyla gelen ve ölüm halet-i ruhiyesiyle daha da berraklık kazanan Allah’ın varlığına ilişkin kalbi tatmini onu aynı manzarayı Edward ile paylaşmaya iter. Edward inançlı olmadığını hatta inanıp inanmama meselesinin herkesin çarpmak zorunda olduğu bir duvar olduğunu ifade eder. Carter’ın hemen sonrasındaki cümlesi manidardır. ‘Ya ben haklı isem inanç konusunda’ der ona. Edward da ‘o zaman kazanırız’ karşılığını verir.

İlk kareyle ilgili olarak Allah’ın eceli gizlemesinin arkasındaki binler hikmet aklıma geldi. Bu hikmetleri en azından onlarca ehl-i tefsir açıklamıştı da. Anket ve yaşanılanlar zaten aşikar bir hakikati tasdik ediyordu. İkinci kare ise Hz. Ali (r.a.)’ye atfedilen "Varsayalım ki inanmayan inat edenlerin dediği gibi Allah, ahiret, cennet, hesap kitap, vs. yok. Ne inanana bir şey olur, ne de inanmamakta inat edene. Ama ya varsa..." ifadesini zihnime taşıdı. Replikleri hazırlayanlar bu sözden olmasa da benzer sözlerden faydalanmışlardı. Hakikaten benzer sözler vardı da. Blaise Pascal ‘Bahis’ isimli makalesinde “Doğru, fakat bahse girmek zorundasınız. Bu hal bizim irademize bırakılmış değil. Bahse girip girmeme gibi bir şık yok önünüzde. Bir kere yola çıkmışsınız; yaşıyorsunuz. Acaba hangi tarafı seçeceksiniz? Beraberce görelim: Madem ki, bir şıkkı seçme zorunluluğu var, öncelikle menfaatimize en uygun olan şıkkı arayalım. Sizin için kaybedilecek iki şey var: hakikat ve hayır, iki şey ortaya koyuyorsunuz: aklınız ve iradeniz, bilginiz ve mutluluğunuz. Ve fıtratınız gereği iki şeyden de kaçınıyorsunuz: hata ve acziyet. Bir kere, madem ki seçme zorunluluğu var, iki taraftan birini tercih etmiş olmak insanı küçük düşûrmez. Bu apaçık ortada olan bir mesele. Peki mutluluğunuz ne olacak? Allah’ın varlığı şıkkını seçtiğiniz takdirde ne kazanıp ne kaybedeceğinizi tartalım. Bu şıkkı seçerek bahsi kazanmış olursanız, herşeyi kazanmış olacaksınız. Kaybetmiş olursanız, hiçbir şey kaybetmiş olmayacaksınız. O halde hiç tereddüt etmeyin; Allah’ın varlığı lehine bahse girin.” cümlelerini kurmuştu. Kim bilir Pascal bu anlamı nerelerden devşirmişti? Tolystoy meşhur küçük hacimli ‘İtiraflarım’ında neleri itiraf ediyordu ve bu itiraflar neleri arayışına tekabul ediyordu? Bulabilmiş miydi? Buluşlar nerelerde ve ne zaman gerçekleşiyordu? “İnanç hala bana eskıden olduğu kadar akıl dışı geliyordu, ama sadece inancın insanın varoluş sorusuna yanıt verdiğini ve bunun sonucu olarak da yaşamayı mümkün kıldığını kabul etmekten başka çarem de yoktu.” diyordu. “Eğer insane fani olanın aldatıcı doğasını görmüyor ve fark etmiyorsa fani olana inanıyor demektir. Fani olanın aldatıcı doğasını kavrayabiliyorsa sonsuza inanmak zorundadır. Bir inancı olmadan yaşayamaz” itiraf ediyordu.

Filmin içeriği yine sahip olduğumuz ontolojik hazinelerin kıymetini resmeder ve dile getirir nitelikteydi. Zaten biliyor olageldiğimiz ve aslında İslamın malı olan özler senaryoların da özünü teşkil ediyordu. Düşünen her insan da öze yaklaşıyordu. Bu özleri “...mübhem tarzdaki yirmi sene mübhem bir ömür, bin sene muayyen bir ömre müreccahtır”, “İslâmiyet iltizamdır; İmân iz'andır. Tabir-i diğerle, İslâmiyet, hakka tarafgirlik ve teslim ve inkıyaddır; İmân ise, hakkı kabul ve tasdiktir.” şeklinde ifade eden Zat ne kadar da hakikati görünür yerlere sağlam çiviliyordu ve yukarıdaki arayışlara sağlam bir zemin sunuyordu.

  25.01.2008

© 2021 karakalem.net, Harun Pirim



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut