*Bu sayfa, sitemize gelen, sitemizdeki ana sayfaların formatına denk düşmediği için bu sayfalarda değerlendirmediğimiz, ancak paylaşmaya değer bulduğumuz yazıların sunulduğu bir havuz olarak tasarlanmıştır.

 Rastlantıya Rastlamak

İNSANI ADETA zindan gibi kuşatan ve Yaratıcıyla arasına giren üç büyük engel bulunuyor: Sebepler, tabiat ve rastlantı.

Görebildiğim kadarıyla, mü’minlerin dünyasında sebepler ve tabiat engeli daha yoğun irdeleniyor. Oysa diğer bir şeytani tuzak, rastlantı ve tesadüf engelidir. Ve en az onlar kadar da önemlidir. Allah ile aramıza giren bu şeytan üçgeninin, üçüncü sac ayağı üzerinde durmak istiyorum..

İnsan her hangi bir şeyi rastgele sevemez. Keza, şans eseri olarak nefret de etmez. Kendi varlığımızdan emin olduğumuz için duyguların dilinde rastlantıya yer yoktur. Şayet rastlantı diye bir şey olsaydı, duygularda da rastlantıya rastlamalıydık kesinlikle. En azından bazı duygularımızın rastlantısal olması gerekirdi. Oysa, hiçbir duygumuzun tesadüfen olduğuna dair ufacık bir şüphemiz yoktur. Her insan, duygularında asla rastlantıya yer olmadığını yakinen bilir. Mesela, nedensiz olarak ağlasak bile, ağladığımızdan yine de eminizdir.

Rastlantı düşüncesi bir sanrıdır. Gerçekte, rastlantıya yer olmayan bir evrende bulunmaktayız. Olayların arkasında kast eden bir Yaratıcı’ya olan inancımız flulaştıkça, inanç sistemimizde boşluklar oluşmaya başladıkça, duyduğumuz kuşkular bizi rastlantılar dünyasına itiverir.

Rastlantı, aklın tek başına kaldığı zaman yaptığı bir önermedir. Akıl, baş başa kaldığı bir olguyu, elindeki bütün bilgileri tamamen tükettiği halde hala çözememişse, karşılaştığı bu sebepsiz sonucu, biraz da mecbur kaldığı için rastlantı olarak kurgular. Sebeplerle sonuçların arasındaki ilişkiler, aklın o andaki bilgi seviyesinde bir tutarlılık ve netlik arz etmiyorsa, akıl kavrayamadığı bu ilgiyi ‘geçici bir ön kabul köprüsü’ olarak da niteleyebileceğimiz rastlantı kavramıyla kurmak ister. Çünkü; sebepsiz sonuç, aklın kabul edemeyeceği bir durumdur.

Gerçekte; rastlantıya asla rastlanmadığı halde, akıl nasıl ve neden rastlantıdan bahsediyor? Ve yine hakikatte, rastlantıya asla rastlanmadığı hükmüne biz nasıl varıyoruz ?

Verebileceğimiz ilk cevap; akıl herhangi bir problemin çözümü aşamasında tek başına hükmetmeye başlayınca, yani kalbin sesine kulak vermediği anda rastlantılar devreye girmeye başlar. Hakikat-i halden, sanal bir dünyaya doğru yolculuk da bu arada resmen başlamış olur. Aklın önermeleriyle olayın oluş şekli arasında bir boşluk oluşursa, akıl bu boşluğu rastlantı gibi geçici veya çözemediği sürece de kalıcı bir sanal hükme dayar. Ne zaman ki, duygularımız olaya müdahale eder ve akıl da o sezgilere kulak verirse, olay nitelenmeye ve netleşmeye başlar. Bu bizim, hayatımızı rastlantıların değil tevafukların çevrelediğini fark ettiğimiz evredir.

Aklın, bir olayın rastlantı olmadığına hükmetmesi için zamana ihtiyacı vardır. Olaydaki sebep sonuç ilişkileri, aklın nazarında kavranır olmaya başladığında ve bütünün içindeki yeri ve rolü anlaşıldıkça, olay da artık rastlantı olmaktan çıkmış olur.

Zamanlaşmamış bir olgunun içinde, bizim ona rastlantı adını takabileceğimiz bir kavrama yer yoktur. Kalbin ve ondan fışkıran duyguların, karşılaşılan olaylara rastlantı adını vermemesinin ardında yatan neden de budur. Olaylara duygularımızın verdiği cevap ansızındır.Tümden gelerek, olayın arkasındaki kasıt halini, kalbimiz zamana ihtiyaç duymadan sezdiği için, rastlantısal bir duyguyu hiçbir zaman gözlemeyiz.

Kalbe, bu metanet ve eminlik halini veren, onun iki sadık yardımcısıdır: fıtrat ve vicdan. Fıtrat asla yalan söylemez. Vicdan da o konuda kül yutmaz. Hiçbir insan, fıtrat ve vicdanını yalana ve yanlışa razı edemez. İşte, bu şaşmaz yardımcıların eşliğinde, kalbimizden fışkıran duyguların arasında rastlantısal bir olgu yeşeremez. Zamana ihtiyaç bırakmaksızın olayların arkasındaki kasıt ve iradeyi hemen sezerler. Evet, akıl görmezse de fıtrat görür. Vicdan seyircidir, kalp de onun penceresidir.

Sebebini bilemediğimiz halde rastlantı olarak nitelemediğimiz her olguda, kalp muhakkak devrede demektir. Kalbi devreden çıkardığımız anda ise, çözümlenemeyen bu boşluğu; rastlantı dediğimiz sanal gerçeklik doldurmaya başlar. Ki, bu çözümsüzlüğün arkasında, aklın kapasitesinin yetersizliği ve şeytan üçgeninin diğer iki sac ayağı olan sebepler ve tabiat saplantısı da vardır. Karşılaştığımız olay; aklın ön görebileceği bir sebep-sonuç ilişkisini biz daha çözemeden başımıza gelirse, akıl burada tesadüf ve rastlantı kavramını devreye sokar. Mesela; yolda yürürken düşüp de ayağımızı kırdığımız bir anda, o sırada oraya bir ambulansın gelmekte olduğunu gören bir akıl, bunu büyük bir şans ve tesadüf olarak değerlendirir.

Peki, akıl neden duygu ile olay arasında bir rastlantı aramıyorken, o olayla aklın önermesi arasında bir tutarsızlık oluştuğunda, bu boşluğu rastlantı ile dolduruyor?

Akıl, olayları zamanlaştırıyor ve bir ‘daire’ gibi şekillendiriyor. Ön gördüğü sebep-sonuç ilişkisine de, o dairenin ‘ çapı’ diyor ve öylece çiziyor. Gözlenen olgu, aklın çizdiği dairenin dışına taşıyorsa, aklın nazarında hüküm belirsizleşiyor ve rastlantısal kuşkular bu boşluğa doluşuyor.

Aklın ön göremediği bir olguyu, dikey bir bağlantıyla Yaratıcı’ya isnad ettiğimiz anda ise, rastlantı yerini ‘tevafuk’a bırakıyor. Olayları dikey olarak Yaratıcı’ya bağlama işini ise, mahall-i iman olan kalpten fışkıran duygular tamamlıyor. İnsan, duyguların dürbünüyle bakan bir akla ve akleden bir kalbe sahip olduğunda, hakikatleri bütün çıplaklığıyla müşahede etmeye başlıyor. Demek ki, bazı meseleler akıldan ziyade kalbe bakıyor. Her olayı akılla çözmeye çalışmak ise, akıllıca bir davranış olmuyor.

Aklımız sınırlı olduğu için, rastlantı, kendine bu atmosferde bir paye çıkarabilirken, duygularımız ise, sınırsıza, sonsuza sevdalı ve muhatap olan kalbimizden fışkırarak, rastlantının burada makes bulmasına imkan bırakmıyor.

Akıl, geçmiş ve geleceğe doğru yönelerek yatay bir düzlemde çıkarımlar yaparken, kalpte ise ayrıca dikey bir boyut devreye giriyor. Kasıt hali, dikey boyutu ilgilendiren ve olayları yönlendiren bir kavram olduğu için; akıl da, bu dikey boyutu her zaman göremediğinden, sebep-sonuç ilişkisini kuramadığı olgulara ‘rastlantı’ adını takıyor. Ne zaman ki akıl, sebep-sonuç arasındaki yatay ilişkinin, aslında her an yaratılma ile, her bir olgunun, devamlı dikey bir kasıt hali ile şekillenerek oluştuğunu kavradığı anda, olayların arasındaki rastlantısallık mahkumiyetine de otomatikman son veriyor. Evrende tesadüfün değil,tasarrufun hüküm sürdüğünü anlıyor.

Kısacası, rastlantıyı yumurtlayan akıldır. Rastlantı, tamamen aklın bir ürünüdür. Değilse evrende rastlantıya rastlamak mümkün değildir. İnsan ise kendi varlığından emindir. Keza, duygularının varlığından da. Eminlik halinin bulunduğu bir vasatta rastlantıya asla yer yoktur.

  11.04.2002

© 2021 karakalem.net, Aykut Tanrıkulu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut