Utandım, utanıyorum...

NİSAN, YAZMA eylemi açısından, iyi başlayan ama kötü biten bir aydı benim için. Nisan, Karakalem’in sekizinci sayısının hazırlığıyla başlamıştı ve ayın sonuna yaklaşıldığında dergi matbaaya teslim edilmiş durumdaydı. Çıktığında birçok gönül dostumuzun söylediğine göre Karakalem’in bu sayısı bugüne kadar çıkan sayılar içinde en güzeliydi ama, o güzel sayıdan sonra ben uzun bir ‘inkıbaz’ dönemi yaşadım. Nisan’ın son on günü, koca bir Mayıs ve Haziran’ın ilk haftası tek satır yazamadım.

Bu inkıbaz dönemleri, bir açıdan iyidir. İnsana iki şey öğretir. Birincisi, yazmak, son tahlilde bir nasip işidir, bir Allah vergisidir. Yazmak istediğiniz halde yazamadığınız günler, haftalar ve aylar yaşıyorsanız, demek ki insanın elinde olan sadece ‘yazmayı isteme’ iradesidir. Yazabilme sonucunu ise Allah ihsan etmektedir.

İkincisi, bu vesileyle, benim gibi hasbîliği en büyük sermaye bilen, yazarlığı bir ‘meslek’ten ziyade bir ‘vazife’ olarak gören, yazma eylemini ‘otomatiğe bağlama’ gibi ve ‘yazmadan edememe’ gibi durumlardan ölesiye korkan insanlar, bu inkıbaz dönemlerinde kendi durumlarını bir kez daha test etme imkânı bulurlar. İçimizdeki enerjiyi yeterli görmüyorsak, mevcut şartlarda yazmaya kendimizi açık ve hazır hissetmiyorsak, demek ki, ‘otomatiğe’ bağlayıp ‘içten gelmese de’ yaptığımız ‘profesyonelce’ bir eylem değildir yazmak. Yazamamak bizi yorar, ama bu vâkıayı görmek bir parça rahatlatır.

Neticede, yazamadığım bir dönem yaşadım; ama yazmayı çok çok istediğim bir dönem.

Yazmayı çok istedim; çünkü her açıdan büyük dersler ve ibretler içeren, büyük büyük sorunların kendini ifşa ettiği ve büyük büyük sonuçların boy verdiği bir dönemdi Türkiye toplumu açısından yaşanan... Bir ‘hızlandırılmış film’ gibiydi bir bakımdan. Hayat boyu unutamayacağım dersler edindim, on senede ancak tanıyabileceğim bazı karakterleri az zamanda tanımamı sağlayacak ipuçları buldum.

Türkiye toplumu açısından herşeye silbaştan geri dönme yahut bir büyük dönüşümün önsözü olma istidadı taşıyan bu ‘bitmemiş’ süreçte, yazamasam da, en azından durduğum yeri ifade ihtiyacı hissettiğim için, iki eski yazımı siteye koyma yolunu ihtiyar ettim. 28 Şubat günlerinde yazılan, esip gürlemenin kolay olduğu günlerde beni yumuşaklıkla suçlayan bazı dostların bu kez ‘bu zamanda bunları yazmak ne kadar doğru?’ gibi itirazlarına konu olan, adresi belli iki eski yazıyı...

Ama isterdim ki, yeni yeni yazılar yazabileyim. Bu zor süreçte hem de her gün yazabileyim. Olmadı.

Yazamadığım bu günlerde, bir yandan sıcak gündemi takip ettim, gündeme dair yazılıp çizilenlere, yapılan yorumlara, ortaya konulan analizlere baktım. Bir yandan da, zihnimin bir kenarında, âdeta sürekli bir fon müziği gibi, hep Bediüzzaman’ın Münazarat’ını duyageldim. Yüz yıl önce Münazarat’ta yazılanların derinliği ve hayatîliği ortadaydı. ‘Hürriyet’ üzerine o vurgu, ‘kanunda inhisar-ı kuvvet’ üzerine o hassasiyet, ‘istibdad’a karşı o kararlı muhalefet, alttan alta kendisini ifşa eden o harikulâde ontolojik zeminiyle birlikte, bugün yaşananlar karşısında, bir kez daha derinlemesine bir anlam kazanıyordu.

Bediüzzaman’ın Münazarat’ından zihnime düşenler ile hazır zamana dair güncel analiz ve yorumlardan zihnime üşüşenler arasında bir karşılaştırma yapmaya giriştiğimde, utandım. Evet, tek kelimeyle, utandım. İki ay boyunca bu vesileyle yaşadığım utancı, ömrüm boyunca unutabileceğimi sanmıyorum ve unutmak da istemiyorum.

Utandım, çünkü Münazarat yazmış, “Hürriyete Hitap” etmiş bir Bediüzzaman’a talebelik iddia edenler değildi şu yaşanan “Hürriyete Müdahale” zemininde münazara ve mübareze meydanında dimdik duranlar. Yaşanan süreçte en sağlam ve entellektüel açıdan en yetkin direnci gösterenlerin yüzyıl önce Münazarat’ı yazmış bir üstadın talebeleri olması beklenirdi; ama hani neredeydi yazdıklarımız, neydi söylediğimiz, nasıldı sürece dair analizimiz.

Açık konuşalım. Bu süreçte psikolojik açıdan en kararlı ve entellektüel açıdan en sağlam direnci, TESEV gibi, Bilgi Üniv. gibi zeminlerde kök salmış solcu, liberal veya demokrat aydınlarda gördüm. Özellikle Ali Bayramoğlu ile Mustafa Erdoğan’ın ve bir de Mümtaz’er Türköne’nin bu süreçteki performansı göz kamaştırıcıydı.

Buna karşılık, yüz yıl önce “Hürriyete Hitap” etmiş Bediüzzaman’ın takipçisi olması gereken bizlerin nutku tutulmuştu işte. Münazarat yazmış Bediüzzaman’ın talebeleri yoktu münazara meydanında.

Utancım da bu yüzden zaten.

Nankörlük ettiğimi, bu süreçte bizim canipte yazılıp çizilen nice şeyi görmezden geldiğimi söylemeyin lütfen. Tarifimize dikkat edin: ‘Psikolojik açıdan en kararlı ve entellektüel açıdan en sağlam direnç’ten söz ediyorum—öfke yüklü bir sinirlilikten, entellektüel temeli olmayan hasamet ve duygusallık yüklü bir söylemden, ‘kökler’i ustalıkla irdeleyemeden ortadaki ‘meyve’den söz eden sathî bir bakıştan değil...

“Hareketin halihazır entellektüel zayıflığı, gözardı edilemez durumdadır. Risale-i Nur’un ontolojik sağlamlığına ve kuşatıcı vizyonuna rağmen, durum budur. Ki, ‘çoğul düşünüş’ten ‘tek-tip düşünüş’e doğru bir eğilimin sergilendiği bir zeminde ciddi bir entellektüel hareketlilik ve açılım elbette gerçekleşemezdi. Hareketin göz kamaştırıcı yayın faaliyeti ve önemli sayıda akademisyeni bünyesinde barındırması, bu entellektüel zayıflığı ortadan kaldırmamaktadır” diye yazmıştım Said’leri Ararken’de.

Bu zaafiyeti ayan-beyan gördüm şu iki aylık süreç içerisinde.

Gördüm ve kendimizden utandım. Münazarat yazmış bir Bediüzzaman’ın sözümona takipçileri olarak şu hâl-i pürmelâlimizden.

Bir yanda gerçekte ‘abim bilir, hocam bilir’ anlamı taşıyan ‘cemaatî doğrular’ın dilini titrek, kalbini korkak, aklını durgun kıldığı kalem erbabı, öte tarafta kahrolası bir bireyselliğin girdabında ‘bana düşmez’ rehavetine yaslanıp düşünce üstüne düşünce koyamayan ‘bağımsız’ Nur talebesi ‘birey’ler...

Münazarat yazmış bir Bediüzzaman’ın mirasının, yüz yıl sonra böyle bir tabloyu hak ettiğini sanmıyorum...

  22.06.2007

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut