Ben ancak Mamehuran şehrinde çalışabilirim

Halil Köprücüoğlu

AVRUPA’DA ARKADAŞLARA, gençlere, öğrencilere yardım etmek üzere yıllardır gidip geliyoruz. Daha uzun süreli olarak oralarda kalmamız ve planlı programlı olarak hizmet etmemiz söz konusu olunca R.Nurun belki en önemli düsturlarından biri olan “Mamehuran hırsızlarını sofî eden sır…” gündemimize geldi.Bu sırrı anlatabilmek için de “Biz ancak Avrupa’nın Mamehuran şehrinde çalışabiliriz” deyiverdik.

Münâzarat’ın hemen ilk satırlarında dikkatimize arz edilen bu sır gerçekten uymamız gereken çok önemli bir düsturdur. Yıllar önce sıcak Manisa gecelerinden birinde kalabalık bir bahçe sohbetinde bu düsturu edebiyatçı haleti ile biraz açarak hikaye etmiştik. Bir okul müdürü kardeşimiz hayretle bu sırrı yeni anladığını büyük bir heyecan ve sevinçle ifade etmişti. Ayni üslupla Mamehuran hikayesini anlatmak şimdilerde de zaruret oldu.

“Mamehuran beldesinde bir çok insanın koyunlarını bir çobanla yardımcısı güdermiş. Kendilerine, bir tembel çoban köpeği ile çakar almaz bir de mavzer verilmiş. Önceleri bir çok hayvan sahibi koyunlarına bakmaktan kolayca kurtulduklarını düşünürken zamanla büyük sıkıntıya düşmüşler. Çünkü oldukça büyük olan koyun sürüsü, bir çoban ve yardımcısı ile tembel bir köpek ve tek bir silahla, maalesef hırsızların ve kurtların ellerinden kurtarılamamışlar. Her geçen gün kayıplar artmış, sürü gittikçe eksilmeye başlamış. Hırsızlar için de, kurtlar için de bu sürü ciddi bir geçim kaynağı olmuş. Çünkü geniş bir araziye otlamak veya uyumak için yayılan koca sürüyü çoban ve yardımcıyla beraber bir köpek ve bir tüfeğin koruması asla mümkün olamamış.

Bunu süratle idrak eden koyun sahipleri hemen koyunlarını korumak için gerekli önlemleri almışlar. Her gece 15-20 koyun sahibi köpekleri ve mavzerleriyle çobanın yanında, onun organizesinde sürüyü korumak için vazifeye dahil olmuşlar. Daha ilk gecede koyun çalmaya gelen hırsızlar, sürünün her tarafında bir köpek ve bir mavzerli Mamehuranlı’yla karşılaşmış. Hatta 2-3 tanesi ciddi kurşun yarasıyla muhatap olarak canlarını zor kurtarmışlar. Kurtlar da ayni akıbetle karşılaşmış. Her saldırışlarında daha sürüye yaklaşmadan bir çok köpeğin saldırısıyla karşılaşmış; bir çok arkadaşları da kurşunlara hedef olarak canlarından olmuş. Bu durum hemen her gün devam edince hırsızlar ve kurtlar açlıktan perişan olmuşlar. Sürüden eskisi gibi ihtiyaçlarını asla giderememişler. Durumun değişmediğini anlayan hırsızlar mecburen beldenin merkezine inerek kendilerine bir iş bulmuş, rızklarını o tarzda kazanmaya çalışarak sofiliğe karar vermişler. Kurtlardan sağ kalabilenler de çoktan o dağları terk edip, sürülerin sadece çobanlara terk edildiği yer aramaya koşmuşlar….”

Bizlerde ayni hakikati yaşamaya muhtacız. Müthiş bir mesuliyet ihtiva eden küllî bir hizmete aczimiz ve fakrımızla tamamen sahip çıkmamız elbette büyük hata olur. Bizleri bu hizmetlere vazifelendirenler de Mamehuran hakikatini anlamazlarsa hem kendilerini hem de bizleri perişan edebilirler. Çünkü bir cemaatin mesaisine terettüp eden bir küllî hizmeti, acz ve fakırdan başka elinde bulunmayan birilerine tevdi etmek gerçekle ne kadar örtüşebilir. Sonuç alınabilir mi. Hatta bu tarz düşüncede şirkin kokusu bile duyulmaz mı.

Ayrıca hayatı ve onun zaruri işlerini “DEVLETİN ANGARYASI…” gibi gören insanlara da bu hizmetlerde çok ciddi şekilde ihtiyaç var. 5.Söz’de, çok basit gibi görünen askerlik hikayesinde, “ Devletin angaryası…” sırrı da sıradan bir ifade gibi algılanabilir. Ancak o da çok önemli bir düsturdur. Savaş zamanı vazifeli olduğu siperi terk ederek şehre ticarete, rızk peşine giden asker, çok büyük bir hata yapmıştır. Yakalandığında kesinlikle divan-ı harbe verilerek idam veya asılma gibi ciddi bir ceza ile muhatap olacaktır. Fakat onu ikaz eden askerin de elinde karavana vardır. Ticaret için kaçan asker “Şuna bak. Beni tenkit eden adam, kendisi de elinde karavana ile durmakta. Senin bu halin nedir. Bir de beni korkutuyorsun” deyiverir. Ancak karavana taşıyan asker ise, asıl vazifesinin askerlik ve talim olduğunu, ancak bu asli vazife esnasında zaman zaman da sultanın, komutanın emriyle bu devlet angaryasını da yaptığını belirtir. Yani insan yeme-içmeye muhtaç yaratılmıştır. Fakat asıl vazifesi kulluktur. Onu doyurmak, indelhâce ağzına lokmayı koymak devletin, sultanın vazifesidir (Basit bir topraktan, kokuşmuş gübrelerden binlerce yiyeceği yaratan; pislik yiyen tavuktan yumurtayı; ot ve saman yiyen koyun ve ineğin karnından kan ve fışkı ortasından lezzetli ve bembeyaz sütü veren Allah, bunu daima yapmaktadır) Zaman zaman o rızkı elde etmek için “Devletin angaryası…” mânâsında bir faaliyet yapmak gerekiyor ki, bu da asla asıl vazifemiz değildir. Bu tâli işleri de zaman zaman mecburen yaparken aslî vazifemizi asla aksatmamamız ise, zarurettir. Hele siperi terk ederek rızk peşinde pazara koşanlar gibi olursak, sonumuz asla iyi olamaz.

Çok karmaşık ve derin meseleler bu kadar açık ve basit olarak Nurlu Eserler sayesinde ancak bu kadar anlatılabilir.

Dolayısıyla sadece Avrupa’da değil kendi ülkemizde de sadece Mâmehuran’da ve “Devletin angaryasını “ anlayanlarla çalışmak istiyoruz. Buna mecburuz.Hem havalanıp kendimizde bir şeyler vehmetmemek, hem evlâd-ı iyâlimızi perişan etmemek, hem de zaman kaybetmemek için bu iki şarta zaruret derecesinde ihtiyacımız var.

Bütün hizmet ehline bu düsturları değerlendirmeye çağırıyor; böyle arkadaşlarla çalışmak istediğimizi arz ediyoruz. Dualarınızı, kavlî ve fiilî şekilde bekliyoruz.

“MÜNAZARAT’tan-

S- Dine zarar olmasın, ne olursa olsun?

C- İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar. Hem de mağlûb bîçâre bir reise yahut müdahin me'murlara veyahut mantıksız bir kısım zâbitlere îtimad edilirse ve dinin himayesi onlara bırakılırsa mı daha iyidir, yoksa efkâr-ı âmme-i milletin arkasındaki hissiyat-ı İslâmiyenin madeni olan -herkesin kalbindeki şefkat-i imaniye olan- envâr-ı İlâhînin lemeâtının içtima'larından ve hamiyet-i İslâmiyenin şerarât-ı neyyirânesinin imtizacından hâsıl olan amud-u nuranînin ve o seyf-i elmasın hamiyetine bırakılırsa mı daha iyidir, siz muhakeme ediniz.

Evet şu amûd-u nuranî, dinin himayetini, şehametinin başına, murakabenin gözüne, hamiyetinin omuzuna alacaktır. Görüyorsunuz ki, lemeât-ı müteferrika tele'lüe başlamış. Yavaş yavaş incizab ile imtizac edecektir. Fenn-i hikmette takarrur etmiştir ki: Hiss-i dinî, lâsiyyema (bâhusus) din-i hakk-ı fıtrînin sözü daha nâfiz, hükmü daha âlî, te'siri daha şediddir.

Elhâsıl: Başkasına îtimad etmeyen, nefsiyle teşebbüs eder. Size bir misâl söyleyeceğim: Siz göçersiniz. Göçerin malı koyundur; o işi bilirsiniz. Şimdi her biriniz, bâzı koyunları bir çobanın uhdesine vermişsiniz. Halbuki çoban tenbel ve muavini kayıtsız, köpekleri değersizdir. Tamamıyla ona îtimad etseniz, rahatla evlerinizde yatsanız, bîçâre koyunları müstebid kurtlar ve hırsızlar ve belâlar içinde bıraksanız daha mı iyidir; yoksa onun adem-i kifayetini bilmekle nevm-i gafleti terkedip hanesinden her biri bir kahraman gibi koşsun, koyunların etrafında halka tutup bir çobana bedel bin muhafız olmakla hiçbir kurt ve hırsız cesaret etmesin daha mı iyidir? Acaba Mamhuran hırsızlarını tevbekâr ve sofi eden şu sır değil midir? Evet ruhları ağlamak istedi, biri bahane oldu ağladılar…”

“5.SÖZ'den-

Seferberlikte, bir taburda, biri muallem, vazifeperver, diğeri acemî, nefisperver iki asker beraber bulunuyordu. Vazifeperver nefer talime ve cihada dikkat eder, erzak ve tayınatını hiç düşünmezdi. Çünkü, anlamış ki, onu beslemek ve cihazatını vermek, hasta olsa tedavi etmek, hatta indelhâce lokmayı ağzına koymaya kadar devletin vazifesidir. Ve onun asıl vazifesi talim ve cihaddır. Fakat bazı erzak ve cihazat işlerinde işler. Kazan kaynatır, karavanayı yıkar, getirir. Ona sorulsa, "Ne yapıyorsun?" "Devletin angaryasını çekiyorum" der. Demiyor, "Nafakam için çalışıyorum."

Diğer şikemperver ve acemi nefer ise, talime ve harbe dikkat etmezdi. "O devlet işidir, bana ne?" derdi. Daim nafakasını düşünüp onun peşinde dolaşır, taburu terk eder, çarşıya gider, alışveriş ederdi. Birgün, muallem arkadaşı ona dedi:

"Birader, asıl vazifen talim ve muharebedir. Sen onun için buraya getirilmişsin. Padişaha itimad et; o seni aç bırakmaz. O onun vazifesidir. Hem sen âciz ve fakirsin; her yerde kendini beslettiremezsin. Hem mücahede ve seferberlik zamanıdır. Hem sana âsidir der, ceza verirler. Evet, iki vazife peşimizde görünüyor. Biri padişahın vazifesidir; bazan biz onun angaryasını çekeriz ki, bizi beslemektir. Diğeri bizim vazifemizdir; padişah bize teshilât ile yardım eder ki, talim ve harptir."

  11.06.2007

© 2021 karakalem.net, Halil Köprücüoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut