Bitmeyen gerilim ne zaman bitecek?

ADINI DOĞRU koyalım...

Bu ülkede seksen yıldır süregelen bir gerilim var...

Bir gerilim hattında yürüyoruz sürekli...

Her türden ‘uzlaştırma’ çabasına, her türden ‘bağdaştırma’ çabasına rağmen, bir türlü buluşmayan, uzlaşmayan, bağdaşmayan iki çizgi sözkonusu.

Çizginin ilkini, bu cumhuriyetin kuruluşunda önderlik etmiş ismin izinden yürüdüğünü ileri süren kişiler ve kesimler oluşturuyor.

İkincisini ise, kendisini ‘mütedeyyin’ olarak tanımlayan kişiler ve kitleler.

İlki ikincisine güvenmiyor, ikincisi ilkine.

Çoğunluğu ikinci gruptan kişiler olmak üzere, bu iki çizgiyi tekleştirmeye, buluşturmaya, bir ‘ortak değer’ söylemi üzerinden uzlaştırmaya çalışanlar seksen senedir yok değil; ama nafile... Bu iki çizgi bir türlü tekleşmiyor, buluşmuyor, uzlaşmıyor.

‘Semboller ülkesi’ Türkiye’de, bu iki çizginin sembolleri nedense hep çatışıyor.

Ümmet şuuru ile ulus bilinci, sünnet-i seniyye ile âdâb-ı muaşeret, Asr-ı Saadet ile muasır medeniyet, uhrâ ile dünya, tesettür ile açık-saçıklık, namaz ile dans, zemzem ile rakı, ‘Ramazan’ Bayramı ile ‘Şeker’ Bayramı, ‘Kutlu Doğum’ haftasına karşı ‘Mutlu Doğum’ haftası.. derken, neredeyse hayatın her alanında, hatta en teferruat kabilinden meselelerde bile karşımıza çıkan bir ‘semboller’ mücadelesi var iki çizgi arasında...

O yüzden, bu ülkede ‘kriz’ eksik olmuyor.

O yüzden bu ülkede, hiç alâkasız bir mesele bile, dindar-laik gerilimine dönüş(türül)ebiliyor.

Bu gerilimde, taraflardan ilkinin duruşu, yaslandığı derin güce binaen, daha açık ve sert...

Uzlaşma, buluşma, bağdaşma zeminine bu taraf yanaşmıyor.

Yahut, öteki taraftan veya ‘orta’dan birilerinin uzlaşma, buluşma çabasına adres olarak tavizsiz ve müsamahasız bir zemini gösteriyorlar: Siz de bizim gibi olun, uzlaşalım!

Bunu, en küçük sembolik ihtilaftan en büyük düşünce ihtilafına, gerilimin her alanında görmek mümkün.

Peygamber hanımlarla tokalaşmaktan imtina etmişse de, siz tokalaşın, uzlaşalım...

Kur’ân tesettürü emrediyor olsa bile, mütedeyyin hanımlar bizim tarif ettiğimiz alanlarda başlarını açsınlar, olsun bitsin. Bakın biz evde kimin başını örttüğüne karışıyor muyuz?

Öğle ve ikindi namazları mesai saatine mi denk geliyor, mesai saatinde bu iki namazı kılmayıp kazaya bırakıverin, olsun bitsin.

Peygamberin söylediği ile önderimizin söylediği birbirine zıt mı düşüyor, siz peygamberin tavsiyesini bu noktada dikkate almayıverin canım.

Meselâ, Peygamber “Kanaat bitmez tükenmez bir hazinedir” demişken, önderimiz “Kanaati bitmez tükenmez bir hazine bilme devri son bulmalı” mı demiş; siz de tercihinizi ikinciden yana yapın, buluşalım...

Kalbinizde ne taşıdığınız önemli değil, ama hayatın bütün alanlarında siz de “Biz ilhamımızı gökten ve gaipten almıyoruz” hükmüne dehalet edin; vahiy ile modernite çatıştığında hep ikincisini tercih edin, anlaşalım...

Örnekler uzayıp gidiyor...

Yaşanan gerilimde, kendisini güçlü hisseden taraf, ne zaman bir ‘anlaşma-uzlaşma-buluşma’ sözü ortalarda dolaşsa, hemen ‘kendisine tâbi olma, kendisi gibi olma’ şartını dayatıyor.

Beri tarafta ise, bir akıl karışıklığı, bir duygu karmaşası, bir hal ve tavır belirsizliği mevcut.

Birinci grup 1930’lu, 40’lı yıllardan bir uygulama veya sözle mi karşısına dikildi, onlar 10’lu, 20’li yıllardan bir diğer sözle güya tartışmada galebe çalmaya çalışıyor.

Oysa birinci grup, 10’lu, 20’li yıllarda sözlenen o sözün bir ‘strateji’ gereği söylendiğinden; aslolanın daha sonra söylenen olduğundan son derece emin...

Ama o da bunu açıkça itiraf edemiyor.

Zira o zaman geniş kesimler nezdinde bir ‘meşruiyet krizi’ yaşamaktan çekiniyor.

Böylece, korkuyla gelen bir riya yaşanıyor bu ülkede...

Bir grup ‘derin güç’ korkusuyla düşünce ve duygularını mertçe ifadeden âciz, öte taraf ‘meşruiyet krizi’ korkusuyla...

Oysa mesele gayet açık...

Çözümü de...

Birileri, açıkça söyle(ye)meseler de, dolaylı sözleri ve tavırlarıyla önderlerini peygamberden, hatta Kur’ân’dan da üstün bir konumda görüyorlar; meselenin özü bu...

Ona yükledikleri yücelik, bir dindarın peygamberine yüklediği kudsiyetin dahi çok üzerinde...

Bir önderi, bir peygamberle yarıştırıyorlar...

Hatta, kimileri, bir ve tek ilahla... Rabbimizle...

Oysa çatışmanın çözümü ortada...

Bir öndere, bir kurtuluş mücadelesinin başkomutanı, bir cumhuriyetin kuruluşunda öncü rolü üstlenmiş devlet adamı olarak verilecek değere hiç kimsenin itirazı olmayacak...

Elbette bu mücadele ve kuruluş sürecinde görev almış, hizmet görmüş sair insanların da bu yoldaki hizmetini ve değerini de takdir etmek kaydıyla...

Dahası, bütün bir vatan ahalisinin bu yoldaki hizmetini ve değerini de takdir etmek; bütün şeref ve takdiri koca bir milletin ve ordunun üstünden alıp tek bir kişiye mal etmemek şartıyla...

Böyle bir değer takdirine hangi mütedeyyinin itirazı olabilir?

Ama çok daha fazlası isteniyor bizden.

Bir önderi peygamberle kıyaslamamız isteniyor.

Dahası, peygamberin önüne geçirmemiz...

Hatta, onu peygamber olarak görevlendiren Zât-ı Zülcelâl’in...

Onu peygamberimizi nesheden bir ‘yeni peygamber’ gibi, sözlerini de âyeti nesheden bir ‘nass’ gibi benimsememiz bekleniyor...

Gerilim işte bu yüzden yaşanıyor.

Ve işte bu yüzden, bitmiyor...

  26.04.2007

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut