Adalete dair akılda kalan…

90’LARIN ORTALARINDA VCD de oynatabilen bir bilgisayara sahip olduğum ilk sıralarda bulup da aldığım bir sinema filmiydi Winslow Boy.

Filmi seyrettiğimde, böylesi durumlarda genelde yaşadığımın tam aksi bir duyguydu yaşadığım.

“Umduğumdan da iyi”ydi film benim için.

1910’da filan geçen bir olayı konu alıyordu film. Bir askerî okul öğrencisi, hırsızlık yaptığı gerekçesiyle okuldan atılıp eve döndüğünde, çocuğuyla konuşan ve “Ben çalmadım baba” cevabını alan baba, yalan söylemediğinden emin olduğundan, varını-yoğunu ortaya koyuyordu çocuğu için. Çocuğun birşey çalmadığı halde ömür boyu ‘hırsız’ damgasıyla yaşamasına ne şefkati, ne de yüreğindeki adalet duygusu müsaade ediyordu zira.

Film, babanın bu uğurdaki gayretlerini anlatıyordu baştan sona.

Derken, bu ‘sıradan olay’ kamuoyuna aksediyor; Savunma Bakanlığı’nı, hatta hükûmeti ve meclisi meşgul eden bir numaralı gündem maddesi haline geliyordu.

Bütün bu hengâmda, iki türlü yaklaşım görüyordu insan. Bir yanda, “Oniki yaşında bir çocuk için devleti bu kadar meşgul etmek de olur mu canım?” diyenler, öte yanda “Güçsüze karşı güçlünün yanında yer alamazsınız” diyerek küçük ve sıradan gözükse bile güçsüz masumun üstüne atılan iftiradan arınması için gayret edenler.

Tıpkı babası gibi, doğru söylediğini anladığı için çocuğu savunmayı kabul eden yetenekli avukatın söylediği bu söz, dönüm noktasıydı filmin: “Güçsüze karşı güçlünün yanında yer alamazsınız.”

Meseleyi, güçlü-güçsüz denklemine oturtmak asla kabul edilemezdi.

Aslolan, meseleyi haklı-haksız denklemine oturtabilmekti.

Bunun için de, bu küçük çocuk, bir iftiraya müstenid alelacele bir tasdiknameyle okuldan atılmayı değil; etraflıca ve adilâne bir yargıyı hak ediyordu.

Ve, okuldan atılacaksa, güçsüz olduğu için değil, haksız ve hırsız olduğu için atılmalıydı.

Ama yapılan mahkeme, çocuk hakkında verilen ‘okuldan atma’ kararının ne kadar mesnetsiz olduğunu ortaya koyacak; yapılan adil yargılama neticesi, hak yerini bulacaktı…

Ki burada da, aynı avukatın, adalet-hak ayrımını içeren bir repliği çekiyordu dikkati.

“Adaleti sağlamak kolaydır, zor olan hakkı ikâme etmektir” gibi bir cümleydi bu.

Bu ülkede vicdanlı insanların dile getirdiği “Kanun devleti olmak, hukuk devleti olmaya yetmiyor” tesbitinin derûnuna işaret eden bir cümle…

Bu filmi seyrettiğim ilk günün üzerinden çokça uzun bir zaman geçmeden, bu ülke 28 Şubat’ı gördü.

Filmde bir çocuğun başına gelenlerin daha fazlasını binlerce, yüzbinlerce insanın yaşadığı; ‘güçlü azınlık’ hariç herkesin bir şekilde olumsuz biçimde etkilendiği 28 Şubat’ı…

Bu sürecin öncelikli mağduru dindar kesimlerin gerek kuruluşunda, gerek devamında verdiği maddî-manevî destekle yaşayan televizyon kanallarından biri, bu filmi keşfedebilmiş ve yayınlayabilmiş olsun istedim o sıralarda…

Gelin görün ki, abuk sabuk ‘aksiyon’ filmlerinden rating uman yöneticilerinin belli ki böylesi yaşanan ortamda özellikle anlamlı çok değerli mesajlar taşıyan Winslow Boy kabili filmleri farkedecek vizyonları, belki de iz’anları yoktu.

Mississipi Yanıyor misali, yine ‘adalet’i ve ‘insan hakları’nı merkeze alan başkaca filmler de ‘kapsama alanı dışında’ olmalıydı onların gözlerinin.

Her neyse…

Defalarca seyrettiğim, ama sonrasında iradem haricinde elimden yitip giden bu filmi, geçen hafta ‘bizden’ diyemeyeceğim bir kanalda farkedince, tekrar izledim, hâfızamı tazeledim.

Sonra, filmlere de konu olmuş böylesi başka destansı adalet mücadeleleri geldi aklıma.

Medgar Evans davası meselâ…

Rosa Parks davası…

Zahirde bir kişi veya birkaç kişi ile ilgili imiş gibi gözüken, gerçekte ise toplumun ve/veya devletin derûnuna nüfuz etmiş ölümcül marazların açığa çıkmasına, kamuoyunda tartışılmasına ve gidişatın doğru yöne doğru evrilmesinde kritik önem arzeden davaları…

Esasen ‘hak’ üzere kurulmasa bile bir sistemin böylesi davalarla kendisini tadil edebilme kabiliyetini…

Bu sayede ayakta durabilmesini ve daha da ileriye adım atabilmesini…

Sonra, hâfızamı yokladım; bizim ülkemizde kamuoyu gündemine oturmuş böylesi destansı davalar var mı diye…

Kamuoyunun alevli bir tartışmayla yüzyüze geldiği, muktedirlerin ellerindeki bütün kartları açtığı, ayartıcı tekliflerden korkutucu tehditlere her türlü yolun denendiği bir zeminde, güçsüzün korunabildiği ve kazanabildiği; bu ülkenin tarihinde bir ‘milad’ olabilmiş destansı davalar var mı diye…

Bulamadım…

Yassıada’yı, İstiklâl Mahkemeleri’ni, 12 Mart’ın, 12 Eylül’ün sıkıyönetim mahkemelerini bulabildim de hafızamda, böylesi bir destansı dava bulamadım.

Bu ülkenin tarihinde milad diyebileceğimiz…

Yerleşik önkabullerin üstüne giden…

Bu ülkenin insan haklarına daha riayetkâr, milliyetçi-devletçi-ideolojik reflekslerden arınmasına hizmet eden bir destansı dava…

Bulamadım.

Belki benim hafızama yer etmemiş, sorun benim hafızamda, bilmiyorum.

Eşime sordum; onun hafızası da benimkinden farklı değildi.

Bir de size sorayım dedim.

Sizin hafızanızda durum ne?

Bizim bir türlü çıkaramadığımız, ama sizin hatırınıza gelen böylesi bir dava varsa, bize de söyler misiniz?

  30.03.2007

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut