Mesnevî-i şerif ve Risale-i Nurlar

Halil Köprücüoğlu

(SİTEMİZDE CİDDİ tartışma konusu olan bu mesele, benim yaşadığım zeminde de gündeme gelince acizane kanaatlerimi belirtmek zorunda kaldım. Size de arz etmek istiyorum…)



Yazılı metinlerdeki en küçük hata kolay kolay örtülemez, telafi edilemez. Risale-i Nur, baştan sona denge eseridir; hakikaten çok dikkatli yazılmış, yazdırılmış metinler ihtiva eder. Onlarda fikir beyan edilen her konuda derin sentez ve analizlerle, hem hakkın hatırı âli tutulmuş; hem de kendine has farklılıklar, eslafa ait mesleklerdeki bu asra uymayan, kifayet etmeyen tarzlar cesaretle, ama ayni zamanda da tam bir nezaketle ortaya konulmuştur.

Bu asır o eski asırlarla mukayese edilemeyecek kadar perişandır. Bu asrın hastalıkları daha dehşetlidir. Kur’an’ın senasına mahzar olmuş; savaşta, değil namazı, cemaat olmayı dahi terk etmeyen Sahabeler bile bu asırdan korkmuşlardır. Bu asrın iman ve İslam eczanesinin de bu sebeple çok şifalı ilaçlarla mücehhez olması ayni hikmettir.

Bediüzzaman Hazretleri:

  • “ASIRLARA GÖRE şeriatler değişir. Belki bir asırda, KAVİMLERE GÖRE AYRI AYRI ŞERİATLER, peygamberler gelebilir ve gelmiştir. Hâtemü’l-Enbiyadan sonra, şeriat-i kübrâsı her asırda her kavme kâfi geldiğinden, muhtelif şeriatlere ihtiyaç kalmamıştır. Fakat teferruatta, bir derece ayrı ayrı mezheplere ihtiyaç kalmıştır.”(27.Söz-653)

sözleriyle, değerlendirilmesi gereken çok temel ölçüler ortaya koyuyor. Arkasından konuyu daha da açarak :

  • “Evet, nasıl ki mevsimlerin değişmesiyle elbiseler değişir, mizaçlara göre ilâçlar tebeddül eder. Öyle de, ASIRLARA GÖRE ŞERİATLER DEĞİŞİR; MİLLETLERİN İSTİDADINA GÖRE AHKÂM TAHAVVÜL EDER. Çünkü, ahkâm-ı şer’iyenin teferruat kısmı, ahvâl-i beşeriyeye bakar, ona göre gelir, ilâç olur.

  • Enbiya-yı sâlife zamanında tabakat-ı beşeriye birbirinden çok uzak ve seciyeleri hem bir derece kaba, hem şiddetli ve efkârca iptidaî ve bedeviyete yakın olduğundan,

  • zamandaki şeriatler, onların haline muvafık bir tarzda ayrı ayrı gelmiştir.

  • Hattâ bir kıt’ada, bir asırda ayrı ayrı peygamberler ve şeriatler bulunurmuş.”

diyerek bu fikrinin detaylarını da uzun uzun anlatır. Ve daha sonra da:

  • “ Sonra, Âhirzaman Peygamberinin gelmesiyle, insanlar güya iptidaî derecesinden idadiye derecesine terakki ettiğinden, çok inkılâbat ve ihtilâtatla akvâm-ı beşeriye birtek ders alacak, birtek muallimi dinleyecek, birtek şeriatle amel edecek vaziyete geldiğinden, ayrı ayrı şeriate ihtiyaç kalmamıştır, ayrı ayrı muallime de lüzum görülmemiştir.

  • Fakat tamamen bir seviyeye gelmediğinden ve bir tarz-ı hayat-ı içtimaiyede gitmediğinden, mezhepler taaddüt etmiştir. Eğer, beşerin ekseriyet-i mutlakası, bir mekteb-i âlinin talebesi gibi, bir tarz-ı hayat-ı içtimaiyeyi giyse, bir seviyeye girse, o vakit mezhepler tevhid edilebilir. Fakat bu hal-i âlem o hale müsaade etmediği gibi, mezâhib de bir olmaz.”(653)

fikriyle bize çok gerekli ve önemli usuller kazandırır.

“..asırlara göre şeriatler değişir; milletlerin istidadına göre ahkâm tahavvül eder. Çünkü, ahkâm-ı şer’iyenin teferruat kısmı, ahvâl-i beşeriyeye bakar, ona göre gelir, ilâç olur…”

sözleriyle her şeyin mukteza-i hale göre şekillendirildiğini çok net olarak belirtir.

Evet bazı peygamberlere kitap gelmemiştir. Bazılarına belki suhuf da gelmemiştir. Ama onlar da hak peygamberdir. Verilen vazifeyi yine Allah’ın yönlendirmesiyle, O’nun koyduğu sınırlar içerisinde yerine getirmişlerdir. Kimine kitap, kimine suhuf bile verilmeyişi onların noksanlıklarıyla ilgili değildir. O asrın MUKTEZASIYLA, o zeminin HASTALIKLARIYLA, insanların SEVİYESİYLE ilgilidir. Manzar-ı âlâdaki ayna misüllü, bütün zamanlara birden bakar bir İlim ve Kudrete sahip Rabbimiz, her şeyi yerli yerince yaratmıştır.

Bu ölçülerle R.Nur da, en son gelen, bir büyük zatın hakikaten çok mükemmel bir eseridir. Ancak, buna rağmen -müellifine göre- kendisi de, ÇEKİRDEK VE KURU ÇUBUK hükmündedir.

Hakikaten-kendi ifadesiyle- R Nurlar, şarkın ulumuna, garbın fünununa da benzememektedir. Hizmet Rehberine bir baksanız; herhangi bir yayınevinin R.Nur Külliyatında “R.Nur Nedir “ deyip bilgisayarınızla bir arama yapsanız, size Bediüzzaman Hazretlerinin kendi ifadeleriyle, belki yüze yakın sayfa, detaylarıyla arz-ı endam edecektir. Her birini, belki de ancak R.Nuru dikkatli okuyunca, hatta hayatınızda her zeminde kullanırken daha iyi anlayabilirsiniz ama; O’nun müthiş vasıflarını bir tuşla bulabilir, hayretle görüp inceleyebilirsiniz. Ve hatta bir çok sitede R.Nur Külliyatı ile ilgili hemen bütün dillere tercümeler yapıldığını da, yüzlerce uluslar arası sempozyumlar icra edildiğini de kolayca tespit edebilirsiniz.

R.Nurların üstünlüğü konusunda bizlerin ve O’nu okuyan samimi insanların da bir problemi yok. Bizim aramızdaki problem Üstadımızın çok farklı ve üstün oluşunu ifade ederken maksadını aşan kelime ve cümleler kullanmamızdır. Bizler, Üstadımızın dediği gibi her şeyi “Mizan-ı Şa’rânî mizanıyla” muvazene edebilmeliyiz

Bazı radyo ve gazetelerde, bazı tehlikeli meseleler hakkında öyle yazılar yazılır ki hayret edersiniz. Ancak o yazarlar bir usul kavramışlar, maksadını aşan ifadelere asla girmiyorlar. Bizim radyo ve gazetelerimiz ise ceza almaktan, yazarlarımız hapsi boylamaktan bir türlü kurtulamıyor. Turgutlu’da bir arkadaşım, sık sık ”Öyle bir laf edelim ki; ne ahirette, ne dünyada başımız derde girmesin.” der. Doğru söylüyor. “Hakkın hatırı âlidir, hiçbir hatıra feda edilmez “ amma bu ifade edilirken de çok ciddi bir hassasiyete de ihtiyaç vardır.Şimdi şu cümleye biraz dikkatle bakmaya çalışalım.

“BSN. MEVLANA ZAMANINDA OLSAYDI YİNE R.NURU YAZARDI”

Bana göre, 24.Söz, 2.Dala göre mihenge vursam, Dimağdaki Mültebis Mertebeleri burada değerlendirsem, İçtihat Risalesinin usulüyle tartsam; o asır ve o zeminde bizim asrımızdaki gibi “BİN YILDIR TERAKÜM EDEN “problemlerin yanında; “EÂZIM-I İNSANİYENİN netâic-i efkârı” da bulunamayacağından, asırların getirdiği birikim de olmadığından; bir bakıma Zühreleşmiş bir yapıyla, kim olursa olsun –Bediüzzaman’ın ölçülerinin gereği öyle olduğu için- biraz zor feyiz alınır, biraz da zor R.Nurlar yazılabilirdi…

Bediüzzaman Hazretlerinin :…iddia-yı rüçhan nereden çıkıyor? Kim çıkarıyor? Şu zamanda bu meseleyi medar-ı bahs etmek nedendir? Hem müçtehidîn-i izâma karşı müsâvat dâvâ etmek neden ileri geliyor?” diye sorduğu, başka konudaki bir sorusu, burada da otomatik olarak akla geliyor. Eğer bu davaya, bu eserlere inanmayanları ikna için böyle ifadeler kullanılıyorsa, bu tarz çok zor ve daha aksi sonuçlar doğurur. Dostlarımızı gafletten kurtarmak ise, hakkın hatırını incitiriz. Ve O’nun üstünlüğünü başkalarının geriliğini anlatarak ifade etmek çok yanlış olur.

Rahmetlik İhsan Çalışkan Ağabeyden duymuştum. Mustafa Acet Ağabey, Üstadımıza ağır laflar söyleyen bir Hoca Efendiye, birkaç defa alttan alarak sabretmiş ise de, daha sonra ağır tenkitlere, belki hakaretlere varan sözler karşısında o Hoca Efendiye gerekli cevapları vermiş; sevinçle Üstadın yanına gelmiş. Her zamanki gibi abdest almasına yardım etmek istemiş. Ancak Üstadımız onu yanına bile kabul etmemiş; hatta tanımamazlıktan gelmiş. Ağlayarak çok uğraşmış, ancak bu durumu düzeltememiş olan M. Acet Ağabey, epeyce düşünerek, ertesi günü o Hoca Efendiye özür dileyen bir mektup yazmış. Göndermek için çarşıda uğraşırken, muhatabı Hocanın da, ayni tarzda yazdığı mektubu göndermek için, oralarda olduğunun farkına varmış. Sarılıp ağlaşmışlar, karşılıklı özürler dilemişler. Daha sonra Üstadın yanına gelince eskisi gibi muhabbetle kabul edilen M. Acet Ağabey bu hassas olayı Rahmetli İhsan ağabeye nakletmiş. Değerlendirmeniz için sizlere de arz ederim.

Hem Bediüzzaman Hazretlerinin, 20.Lem’ada, İhlas düsturlarındaki :

“ Müspet hareket etmektir ki, yani, kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek. Başka mesleklerin adâveti ve başkalarının tenkîsi, onun fikrine ve ilmine müdahale etmesin, onlarla meşgul olmasın.” ölçüsü sebebiyle, yukarıdaki cümleyi kurmasak daha uygun olur, diye düşünüyorum.. R.Nurların bütün harikalıklarını anlatabiliriz, ancak bunu başkalarının noksaniyetini anlatarak yapmamalıyız. Hatta yine ayni yerdeki diğer İhlas düsturlarını anlatırken :

“Ve haklı her meslek sahibinin, başkasının mesleğine ilişmemek cihetinde hakkı ise, "Mesleğim haktır," yahut "daha güzeldir" diyebilir. Yoksa, başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini ima eden "Hak yalnız benim mesleğimdir" veyahut "Güzel benim meşrebimdir" diyemez olan insaf düsturunu rehber etmek, (21.Lem'a - s. 256)

diye ifadesini bulan prensibine göre biz mesleğimizin çok farklı ve çok üstün olduğunu anlatabilir, iddia edebiliriz. Fakat, başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini ima eden bir tarz seçerek R.Nur usulüne aykırı davranmamalıyız.

Yani, bizler R.Nurun çok üstün olduğunu eserlere bağlı olarak ortaya koyabilir, hayatımızla da bunu ispat edebiliriz. Ama bir başka büyük zatın o asrın muktezasına uygun Allah’ın inayetiyle ortaya koyduğu esere noksanlık izafe etmemeliyiz. O noksanlık çoğu zaman onlardan değil, ya o zeminin muktezasındandır; ya da müntesiplerinin eksikliklerindendir diye düşünülmelidir.. Allah’ın onlara da çok farklı şeyler ilham etmesi söz konusu olabilirdi. Olmamış. Öyle icabetmiş. O asırlardan biriken problemler bir asır sonraki müçtehit veya mehdilerle de izale edilmemiş denilemez. O melek misüllü zatlar belki vazifelerini bihakkın yapmışlar, ancak belki de onların muhatapları yerli feyiz alamamış, gereklerini yapamamışlar.

Bizler de R.Nurun harika düsturlarına yeteri tarzda uyamadığımızdan olacak ki O’na layık bir seviyeye gelemiyor, tam muvaffak olamıyoruz. Halimiz buna en büyük delildir. Peygamberimiz bile herkesi imana davette gereğini tam yaptığı halde, herkesi ve hatta öz amcasını bile ikna edememiştir. Bu elbette O’nun kusuru değildir. Bediüzzaman Hazretleri ” Bin senedir teraküm eden…” dertlerden bahsederken geçmiş büyük zatların hepsini mahkum edercesine bir mânâyı asla kastetmez sanırım. Veya en azından biz öyle yorumlayamaz, öyle anlayamaz, öyle ifade edemeyiz…

İşte, kaynağı nedir bilemiyorum amma,belki de bu manayı kısaca anlatmak için sarf edilen:

“Mevlana Hazretleri bu zamanda olsa R.Nur’u yazardı; BSN. de o asırda olsa, Mesnevi’yi yazardı“

ifadesi, anlatılmaya çalışılan nezaketi çok açık ve net olarak ortaya koyuyor diyebilirim. Hem iki eser arasındaki ciddi farklılık burada var. Hem de ithamkâr bir tarz, hatta ima etmenin kokusu bile yok. Bu cümleyi ben de cesaretle kurarım. Ancak diğer cümleyi kurmamaya çalışırım. Veya o mânâyı başka tarzda ifade ederek ortaya koyarım.

Daha açık bir ifadeyle söyleyecek olsak, o cümleyle ortaya konan, R.Nurun üstünlüğünü ifade eder çok farklı bir tarz; çok farklı bir hal de bana göre yok. Hatta sitemizdeki tartışmalara bakarak karar verecek olursak, o ifade tarzı biraz da zararlı bile addedilebilir.

Çünkü R.Nurun pek çok yerinde O büyük ve harika zatlardan öyle stayişkârane bahsedilir ki böyle bir manayı aklınıza bile getiremezsiniz. Biraz düşünseniz, Hizbü’l Hakâik’te, O’nlardan, Allah’ın yanında makbul büyükler olarak bahsedildiğini ve Onlar’ın adıyla Rahmet-i İlâhiyenin kapısının çalındığını hemen hatırlarsınız.. Bediüzzaman Hazretleri:

  • “Celâleddin-i Süyutî gibi, uyanıkken çok defa sohbet-i nebeviyeye mazhar olan velîler …”(658)

  • “..hem kalben, hem aklen hakikate giden bazı büyük ehl-i hakikatin arkasında gitmek istedi. Baktı, onların herbirinin ayrı, câzibedar bir hassası var. Hangisinin arkasından gideceğine tahayyürde kaldı. İmam-ı Rabbânî de ona gaybî bir tarzda "Tevhid-i kıble et" demiş.” diyerek, ifade etmek istediği hakikati net ortaya koyarken çok dikkatli ve nazik oluyor; asla maksadını aşan kelimeler kullanmıyor.

" Gözü kapalı olarak değil; belki İmam-ı Gazâlî (r.a.) Mevlâna Celâleddin (r.a.) ve İmam-ı Rabbânî (r.a.) gibi kalb, ruh, akıl gözleri açık olarak; ehl-i istiğrâkın akıl gözünü kapadığı yerlerde, o makamlarda gözü açık olarak gezmiş.”

Derken de, onlardan bahsedişi hiç de onları incitecek tarzda değildir.

“Mevlâna Celâleddin (r.a.) ve İmam-ı Rabbânî (r.a.) ve İmam-ı Gazâlî (r.a.) gibi, akıl ve kalb ittifakıyla gittiği için, herşeyden evvel kalb ve ruhun yaralarını tedavi ve nefsin evhamdan kurtulmasını temine çalışıp, lillâhilhamd, Eski Said Yeni Said'e inkılâp etmiş.(Mes.-17)

Bunları tartıştığımız hizmet ehli ağabeylerimiz Muhakemat’tan, 8. Mukaddeme’yi fikirlerine delil olarak sunuyorlar. (46) Ancak:

“İşte mevzuu, ebnâ-yı mâzi ile ebnâ-yı müstakbeli muvazene etmektir.

Hem de mekâtib-i âliyede elif ve bâ okunmuyor.

Mahiyet-i ilim bir dahi olsa, suret-i tedrisi başkadır.

Evet, mazi denilen mekteb-i hissiyatla, istikbal denilen medrese-i efkâr bir tarzda değildir.

Evvelâ: "Ebnâ-yı mazi"den muradım, İslâmların gayrısından onuncu asırdan evvel olan kurûn-u vusta ve ûlâdır.

Amma millet-i İslâm, üç yüz seneye kadar mümtaz ve serfiraz ve beş yüz seneye kadar filcümle mazhar-ı kemâldir. Beşinci asırdan on ikinci asra kadar ben"mazi" ile tabir ederim, ondan sonra "müstakbel" derim.

Bundan sonra, mâlumdur ki, insanda müdebbir-i galip, ya akıl veya basardır.

Tâbir-i diğerle, ya efkâr veya hissiyattır. Veyahut ya haktır veya kuvvettir.

Veyahut ya hikmet veya hükûmettir.

Veyahut ya müyûlât-ı kalbiyedir veya temayülât-ı akliyedir. Veyahut ya hevâ veya hüdâdır. Buna binaen görüyoruzki:Ebnâ-yı mazinin bir derece safî olan ahlâk ve halis olan…”

diyen Bediüzzaman Hazretlerini dikkatle takip edersek, burada da yukarıda anlatmaya çalıştığımız mânâların zikredildiğini hemen göreceğiz. Asla, onların rencide edilmediğini ve “…eslaf-ı İ’zamın keşfiyat ve irşadatından mahrum kalmak…” gibi bir duruma düşülmediğini açıkça anlayacağız.

Şimdi, Can kardeşlerimin delil olarak ortaya koydukları 28.L,14.nükte’ye de bir bakalım:

“Kardeşlerim, Kalbime ihtar edildi ki: Nasıl ki Mesnevi-i Şerif şems-i Kur’an’dan tezahür eden yedi hakikatinden bir hakikatin ayinesi olmuş, kutsi bir şerafet almış, Mevlevilerden başka DAHA ÇOK EHL-İ KALBİN LAYEMUT BİR MÜRŞİDİ OLMUŞ; öyle de Risale-i Nur, şems-i Kur’aniyenin ziyasındaki elvan-ı sebayı ve o güneşteki renk renk çeşit çeşit yedi nuru birden ayinesinde temessül ettirdiğinden, inşallah, yedi cihetle şerif ve kutsi ve yedi Mesnevi kadar ehl-i hakikate baki bir rehber ve bir mürşit olacak.”sözleri tamamen bizim anlatmaya çalıştığımız nüansı ortaya koyacak bir hassasiyettedir. Diğer konuşulan cümlenin rahatsız edici iması ve tırmalayıcılığı yoktur. O asra gidip R.Nur yazabilmenin ifadesi işâreten veya remzen bir yerlere sokuşturulmamıştır. Hatta MESNEVİ-i ŞERİFE en ufak bir tenkitin ne kokusunu ne de bir noksaniyet imasını taşımamaktadır. “ Mevlevilerden başka DAHA ÇOK EHL-İ KALBİN LAYEMUT BİR MÜRŞİDİ OLMUŞ”denerek kıymeti takdir edilmekle beraber; sadece, nezahatle R.Nurun farklı üstünlüğü ifade edilmiştir.

29.Mektupta, Telvihat-ı Tis’a’daki, dokuz Telvihi; bilhassa 9.Telvihteki, tarikatin 9 fayda ve semeratını okusak, Üstad Hazretlerinin bu konudaki düşüncelerini ve en önemlisi, TARZINI tam olarak anlarız. Daha pek çok yerlerdeki Selef-i Salihin hakkındaki medihkârane ifadelerini saymaya ihtiyaç hissetmiyorum. Çünkü bu konudaki muhatabım olan arkadaşlarım bunu çok daha iyi bilirler ve aramızdaki problem burada değil. Çünkü, R.Nur’da onlar ve meslekleri için:

“ Tarikatin gaye-i maksadı, marifet ve inkişaf-ı hakaik-i imaniye olarak, Mirac-ı Ahmedînin (a.s.m.) gölgesinde ve sâyesi altında kalb ayağıyla bir seyr ü sülûk-i ruhanî neticesinde, zevkî, hâlî ve bir derece şuhudî hakaik-i imaniye ve Kur'âniyeye mazhariyet; "tarikat," "tasavvuf" namıyla ulvî bir sırr-ı insanî ve bir kemâl-i beşerîdir.”(627) deniliyor.

Fakat ayni Bediüzzaman o mesleklerden çok farklı bir usul geliştirmiş. Asrın muktezası olarak Cenab-ı Hak, O’na, böyle ESLEM bir tariki nasip etmiş. Bediüzzaman bu yol için: “Şu kısa tarikin evrâdı, ittibâ-ı sünnettir; ferâizi işlemek, kebâiri terk etmektir. Ve bilhassa, namazı tâdil-i erkânla kılmak, namazın arkasındaki tesbihatı yapmaktır.(641) der. Devam eder :

“Şu tarik daha eslemdir. Çünkü nefsin şatahat ve bâlâpervâzâne dâvâları bulunmaz. Çünkü, acz ve fakr ve kusurdan başka nefsinde bulmuyor ki, haddinden fazla geçsin.

Hem bu tarik daha umumî ve cadde-i kübrâdır. Çünkü, kâinatı, ehl-i vahdetü’l-vücud gibi, huzur-u daimî kazanmak için idama mahkûm zannedip Lâ mevcude illâ Hû hükmetmeye veyahut ehl-i vahdetü’ş-şuhud gibi, huzur-u daimî için kâinatı nisyan-ı mutlak hapsinde hapse mahkûm tahayyül edip Lâ meşhude illâ Hû demeye mecbur olmuyor.

Belki, idamdan ve hapisten gayet zâhir olarak Kur’ân affettiğinden, o da sarf-ı nazar edip ve mevcudatı kendileri hesabına hizmetten azlederek Fâtır-ı Zülcelâl hesabına istihdam edip Esmâ-i Hüsnâsının mazhariyet ve âyinedarlık vazifesinde istimal ederek,

mânâ-yı harfî nazarıyla onlara bakıp, mutlak gafletten kurtulup huzur-u daimîye girmektir; herşeyde Cenâb-ı Hakka bir yol bulmaktır.

Elhasıl, mevcudatı mevcudat hesabına hizmetten azlederek, mânâ-yı ismiyle bakmamaktır.” da diyerek; HAKKIN HATIRINI ÂLİ TUTUP, düşüncesini açıkça ve cesaretle ortaya koyar. Hatta:

  • “Kur'ân'dan, hakikat-i tarikati, ( Marifetullahta terakkiyi, inkişafı) tarikatsiz feyiz suretiyle gördüm ve bir parça aldım.

  • Ve keza, MAKSUD-U BİZZAT OLAN İLİMLERE (Yaratılış gayesi olan Marifetullah ilmine) ULÛM-U ÂLİYEYİ (Kelam,Hadis vb) okumaksızın isâl edici bir yol buldum.

  • Serîüsseyir olan bu zamanın evlâdına, kısa ve selâmet bir tarîki ihsan etmek rahmet-i hâkimenin şânındandır. (R.Nur Küll.2.Cilt.Mesn.10. Risale –1354)

gibi, ve hatta çok daha ileri tabirlerle FARKLI BİR YOL bulduğunu çok açık tespit eder. Bunlarla birlikte bir de, Telvihat-ı Tis’ada :

“Enfüsî meşrebi, nefisten başlar, hariçten gözünü çeker, kalbe bakar, enâniyeti deler geçer, kalbinden yol açar, hakikati bulur. Sonra âfâka girer. O vakit âfâkı nuranî görür. Çabuk o seyri bitirir. Enfüsî dairesinde gördüğü hakikati, büyük bir mikyasta onda da görür. Turuk-u hafiyenin çoğu bu yolla gidiyor. Bunun da en mühim esası enâniyeti kırmak, hevâyı terk etmek, nefsi öldürmektir.- (631)

İşte, birinci meşrepte sülûk eden insanlar nefs-i emmâreyi öldürmeye muvaffak olamazsa, hevâyı terk edip enâniyeti kırmazsa, şükür makamından fahir makamına düşer, fahirden gurura sukut eder. Eğer muhabbetten gelen bir incizap ve incizaptan gelen bir nevi sekir beraber bulunsa, "şatahat" namıyla haddinden çok fazla dâvâlar ondan sudur eder. Hem kendi zarar eder, hem başkasının zararına sebep olur.” diyerek de bir başka tehlikeye dikkat çeker. Bu hale benzer bir varta maalesef BİZLERİ de beklemektedir.

Risalelerin, Kur’an Tefsirlerinin adeta son versiyonu oluşu için delil getirilen 25.Söz, 3.Ziya’ya bir bakalım. Burada:

“Şu Ziyada, Kur’ân’ın şakirtleri olan asfiya ve evliya ve hükemanın münevver kısmı olan hükema-yı işrâkıyyunun hikmetleriyle Kur’ân’ın hikmetine karşı derecesini gösterip şu cihette Kur’ân’ın i’câzına muhtasar bir işaret edeceğiz…”denilirken bütün eserlerin KUR’AN ile karşılaştırılmasından bahsedilmektedir.Altlar da ise:

• “Kur’ân-ı Azîmüşşan dahi, o nisbette bütün kelâmların ve hep kitapların fevkindedir.

• Kur’ân’dan sonra, ikinci derecede kütüb-ü mukaddese ve suhuf-u semâviyenin, dereceleri nisbetinde tefevvukları vardır; o sırr-ı tefevvuktan hissedardırlar.

• Eğer bütün cin ve insanın Kur’ân’dan tereşşuh etmeyen bütün güzel sözleri toplansa, yine Kur’ân’ın mertebe-i kudsiyesine yetişip tanzir edemez”

sözleriyle önemli bir hakikat ifade edilirken, diğer Semavi Kitaplar hakkında nasıl ifade kullanıldığına dikkatinizi çekmek isterim.

“..kat’iyen beşerin eserinde mevcut değil ve EÂZIM-I İNSANİYENİN netâic-i efkârında bulunmuyor. Ne melekûta geçen evliyaların eserinde, ne umurun bâtınlarına geçen işrâkıyyunun kitaplarında, ne âlem-i gayba nüfuz eden ruhanîlerin maarifinde hiç bulunmuyor.” denilirken bu eserlere bence R.NURLAR da dahildir. Fakat:

“…Âyet-i kerime ise, herbirisi birer asâ-yı Mûsâ gibi, her yerde suyu çıkarabilir, herşeyden bir pencere açar, Sâni-i Zülcelâli tanıttırır. Kur’ân’ın bahrinden tereşşuh eden Arabî KATRE risalesinde ve sair SÖZ’lerde şu hakikat fiilen ispat edilmiş ve göstermişiz.” denilerek de bu durumun, bu KUR’AN’IN ÇOK FARKLI OLUŞU meselesinin, R.Nurlarda çok açıkça anlatıldığı belirtilmektedir.

R.Nurun mükemmelliğini, üstünlüğünü, farklılığını ortaya koymak için başka bir ifade tarzına hiç ihtiyaç duyulmamıştır ve gerçekte de ihtiyaç hiç yoktur.

Bir ağabeyimiz, Turgutlu’da Okuma Programı esnasında, R.Nur’la ilgili bir sunum yaptı. Bu meselelere biraz yabancı olanlara anlatılsa bu sunumdaki fikirlerle ilgili kıyamet kopar. Ama ben de dahil hiç kimse rahatsız olmadı. Hem de o anlatılanlar, rahatsız olunan yukarıdaki cümlen çok daha ağır mânâlar ihtiva ediyordu. Olsa olsa bunlar İslam’a yabancı olanların yanında anlatılmaya bilinir.

İnşallah bu anlatmaya çırpındığım satırlarla, aradaki önemli nüansı ifade edebilmişimdir.

Farklı düşünen arkadaşlarımın ileri sürdürdükleri Rüyada Hitabe’de ise “Ey helâket ve felâket asrının adamı..” diyenler için “başka asırların mebuslarıdır” diye ifade kullanılarak nezaket tam olarak devam ediliyor. Dikkat edersek onların tasdikleri, Üstadımız için ölçü oluyor. Bahsedilen kritik cümlenin kokusu, eser vaziyette bile hiçbir yerde karşımıza çıkmıyor.

Esasen bunu kullanan canım kardeşlerimin kastettiği mânânın asla düşünülen şeyler olmadığına bütün kalbimle inanıyorum. Fakat onların hakikaten çok fazla mayınlı bir tarlada dolaştıklarını, sırtlarında -eskilerin tabiriyle- yumurta küfesi olduğunu da ısrarla belirtmek isterim. Bağlı oldukları R.Nurların kıymetliliğini, çok farklı oluşunu anlatmada ben de onlarla beraberim.

Ben 40 yıla yakın zaman, R.Nur talebesi olmaya çalışmam süresince, hiç Üstadımın makamlarını anlatmaya gayret etmedim. Amma O’nun üstünlüğünü eserleriyle ortaya koymaktan, O’nun yolunda gitmekten de hiç geri kalmadım. Üzülerek iki meseleyi de burada anlatmak istiyorum

  1. İzmir’de bir grup genç “Peygamberimiz deveye binmiş, Üstad ise ata binmiş; biz ata mı bineceğiz” gibi hakikaten çok şaşırtıcı bir soruyu soracak hale gelince insan korkuyor. Allah bizleri ıslah etsin, şaşırtmasın...

  2. Manisa’da bir arkadaşıma birileri; “Âhirzamanda gelecek o büyük şahsa R.Nurların program olma meselesini düşünürsek; programı yapan, yazan mı; uygulayıcısı mı daha önemlidir” deyince avazım çıktığı kadar bağırıp bu tarz düşüncenin yanlışlığını haykırdım. Allah hepimize insaf versin. Muvazeneden ayırmasın.

  3. Çam Dağından, malum ağacın çürüyen dallarından kaldıkları yerlere parça getirenleri; kuruyan dalındaki kurt yeniği yerlerin bir İslamî mânâya yakıştırılmasını duyunca, hatta fotoğraflarını Salihli’nin bir köyünde görünce (!) ayni feryadı koparmadan edemedim..

Ben SON ASRIN VAZİFELİSİNİN davasına bağlı olarak yaşamak ve hizmet etmek istiyorum. O’nun çekirdek ve kuru çubuk gibi olduğuna inanıyorum. Onun vesilesiyle-Münacaat’ta denildiği gibi- R.Ekrem’den ASM. ve Kur’an-ı Azimüşşan’dan dersimi ve terbiyemi alarak yürümeye çalışıyorum Bediüzzaman Hazretlerinin, geçmiş büyük zatların her birisini başının üstünde Üstat gibi gördüğünü açıkça ben de görüyorum. Hayatımın en önemli meselesi olarak gördüğüm davamın, kainatın da en büyük hakikati olduğuna tam olarak inanıyorum.

Yetmişli yılların ortasında ülkemizin önemli alimlerinden Şeyh Maşuk Efendi’yi şarkta Sungur Ağabeyle ziyaret etmiştik. Üstadımızla, gençliğinde bir ara görüştüğünde, kendisine, odanın duvarlarında bulunan Eslaf-ı İzamın isimlerini göstererek “ Ben bu Üstatlarımın sayesinde, onları da arkama alarak küfrün belini kırdım. –Tam hatırlayamıyorum amma-“Piştav küfri şikan” gibi bir cümleyi, mahalî dille, iki dizinin üstüne doğrularak, Üstadın taklidini yaparak, şevkle bize anlatmıştı. Bilgilerinize arz ederim.

Bu arada, Bediüzzaman Hazretlerinin asıl niyetini şöyle açıkladığını da söylemek gerekiyor:

“Elhasıl, maksadım, ol elmas kılınca saykal vurmaktır.”(Muhakemat’ın Girişi) Sanki kılıç bütün değeriyle ayni; keskinleştirilmeye, tamire hiç ihtiyacı yok. Ancak biraz cilalanması, parlatılması gerekiyor… Ne kadar nezih bir ifade.Ayni yerdeki : “Hak neşvünema bulacaktır-eğer çendan toprakta gizlense...Ve taraftar ve mültezimleri muzaffer olacaklardır -eğer çendan zaman ve zeminin merhametsizliğinden az ve zayıf olsalar...” ifadeleri (Öncesi ve sonrası da okunmalı); “Hayali Ziyaeddin” meselesi; “Hutbe-i Şâmiye” iradı esnasında camide bulunan ulemaya hitabı da değerlendirilir ise hep yine ayni hassa ölçülere ulaşılır. R.Nur’da daha onlarca yerde bu manayı destekleyen satırlar söylenebilir amma, yazımız çok uzayacağından bu kadar misalle kifayet etmek gerekiyor.

Birçokları, Bediüzzaman Hazretleri için; SİVİL BAŞKALDIRININ en iyi örneğini verdi, derken onlara ben de bu tabirlerinde tam olarak katılıyorum.

Çünkü bu tabirle; çevreye ve hatta hiç kimseye zarar verilmediğini, kimsenin rencide edilmediğini, kimsenin noksanıyla direkt uğraşılmadığını, kuvvet kullanma ve radikallik iması dahi olmadığını; sadece ve sadece yanlışlara itiraz edilip doğrunun ortaya konulduğunu, hakkın hatırının âli oluşunun ifade edildiğini; herkesin de böyle algıladığını düşünüyor ve açıkça bunu görüyorum.

Bazı arkadaşlarım da bu kadar dil dökerek anlatmaya çalıştığımız bu konuda, maalesef “Neden bu kadar iddiacılık yapıyorsunuz. Bırakın farklı düşünenler de olsun.” diyerek bu meseleyi hafife almaktadırlar. Ancak Nur Talebeliğinde önemli bir USUL hatası olarak gördüğüm bu meselenin basit görülmemesi gerektiğini önemle istirham ediyor, farklı düşünenlerin biraz daha dikkatle düşünmelerini, bizi anlamalarını rica ediyorum.

Mesela, Bediüzzaman Hazretleri için hiç kimse Avrupa düşmanıdır, felsefenin ve fenlerin karşısındadır diyemez. O, onları çok dikkatli analiz ve sentez eden bir denge insanıdır. Yanlış taraflarını, ve bunlara neden karşı olduğunu; doğru taraflarını ve bunlara da neden taraftar olduğunu belirterek net bir şekilde ortaya koyan bir zattır. Birileri “Herkes farklı düşünebilir, fikrini ortaya koyabilir” gibi bir denge siyaseti ile, doğru-yanlış herkese mavi boncuk dağıtarak, yanlış bir BÎ TARAFLIK edemez. Elbette, medeni şekilde, farklı da olsa, bütün fikirlerin serdedilmesine müsaade edilir ve edilmelidir. Ancak yanlış olurlarsa, hele bu yanlış ana meselelerde ise kabul edilmesi biraz zordur. Belli bir nezaketle cevap verilmelidir. Hele temel meselelerde ve usuldeki bir yanlışa göz yumulması büyük hata olur. Zamanla neşv-ü nemâ bulup gelişerek ciddi sapmalara sebep olabilir.

  14.03.2007

© 2021 karakalem.net, Halil Köprücüoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut