Nasıl ‘hak’lı olunur?

RİSALE METİNLERİ, kendimizi nasıl görüp ne şekilde konumlandırdığımıza göre, farklı yankılar bulur iç dünyalarda.

Kendisini ‘aydınlanmış’ görendeki yankısıyla, kendisini ‘alacakaranlıkta’ ve ‘yaralı’ görenin dünyasındaki yankısı bir olmaz meselâ.

Kendisini zaten aydınlanmış gören için, metnin taşıdığı mesaj sadece satıha çarpar ve geri döner; iç dünyaya girmeye bir yol bulamaz ki girsin.

Oysa aynı metin, kendisini ‘alacakaranlıkta’ gören için lamba, kendisini ‘yaralı’ gören için merhem olur.

İlkinin sadece hâfızasına yer edip diline düşen kelimeler, ikincinin aklına, üçüncünün ise doğrudan kalbine nüfuz eder.

Kategorize edilmesi bu kadar kolay olmakla birlikte, anlaşılması, hele yaşanması zor bir durumdur ortadaki...

Metne bakılınca, metni dilimizin tekrar ediş biçimine bakılınca, herşey tamam gözükür ama; gerçekte herşey satıhta kalmıştır. Asıl yara ve asıl karanlık derinlerdedir; ama ilgili metnin oradaki cerahati akıtacak bir cerrahî müdahale ve oradaki karanlığı aydınlatacak bir ışık işlevi görmesine müsaade edilmemiştir.

O yüzden, söylem-eylem tutarsızlığı yakamızı bırakmaz.

O yüzden, ‘laboratuvar şartlarında’ bal akıtan dillerimiz ve ellerimiz, laboratuvar dışına çıktığında zehir bile akıtır.

Çünkü yara derinlerdedir, ilaç cilde uygulanmıştır.

Yara akıllarda ve kalblerdedir; ilaç hâfızaya ve dile akıtılmıştır.

Oysa böyle bir kullanım değildir Risale metninin hakettiği.

Risale metinleri, bir ‘açık kalb ameliyatı’ titizliğinde, bir ‘manevî ameliyata’ hazır halde, açık yüreklilikle okunmalıdır.

Açık bir dimağla bir de...

Dününü veya bugününü kurtarma kaygısıyla değil; ahiretini kurtarma endişesi ve ‘emrolunduğu gibi dosdoğru olma’ iradesiyle...

Böyle okunduğundadır ki, okunan metin zihnimizi doğrultur, aklımıza istikamet verir, kalbimize şifa getirir.

Ancak o takdirde, “Bir kitap okudum, hayatım değişti” kıvamına kavuşuruz.

Risale metinleri açısından, nice örnekleri verilebilir bunun.

Benim için çarpıcı bir örneği, Risale-i Nur’da en ziyade tekrarlanan bir mesele olarak, ‘Kur’ân-felsefe, ‘Kur’ân talebesi-felsefe talebesi’ bahsidir. “Onyedinci Lem’a”da, “Onikinci Söz”de, “Yirmibeşinci Söz”de tekrar edilen, “Otuzuncu Söz”den “Lemeat”a, Münazarat’tan “İhlas Risalesi”ne başka birçok bahiste ise tamamlayıcı izahlarını bulduğumuz bu bahis, bizi bir hak-kuvvet denklemiyle de karşı karşıya getirir.

Bediüzzaman’ın ilgili bahiste ısrarla belirttiği üzere, “. . . hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı, ‘kuvvet’ kabul eder (...) Amma hikmet-i Kur’âniye ise, nokta-i istinadı [olarak] ‘kuvvet’e bedel ‘hakk’ı kabul eder.”

Bu bahsin tamamını, bu arada üstte aktardığımız kısmını kapalı bir dimağ ve kapalı bir yürekle okuyup, yalnızca hâfızaya yığıp dile akıtmak da mümkündür; hayatının sonraki bütün dilimlerini bu bahisten aldığı dersle şekillendirme azmini kuşanmak da...

İlgili metni şahsınızın zaten ‘Kur’ân talebesi’ olduğu, ‘Kur’ân-felsefe’ denklemindeki izahlarda Kur’ân kısmına denk düşenleri üzerinde taşıdığı, bu arada ‘kuvvet’e bedel ‘hakk’a dayandığı ön kabulüyle okuyor iseniz, bu ön kabulde kaldığınız sürece en fazla yerinizde sayar, dahası gerisin geri gidersiniz.

İlgili metni, ‘felsefe’nin değil, ‘Kur’ân’ın talebesi olmak, öyle yaşamak ve öyle haşrolmak istiyorsam, kuvvete bedel hakkı esas tutmalıyım, peki gerçekten de kuvvete bedel hakkı esas tutarak mı yaşıyorum sorgulamasıyla okursanız, yaranızı görür, şifayı bulur, hak yolda yürür gidersiniz.

Ve, hakkı değil kuvveti önemseyerek davranmaktan gün gün uzaklaşır, eskaza hakka değil kuvvete yaslandığınız durumlarda ise istiğfarla iç dünyanızı yeniden kıvamına kavuşturur, dış dünyada ise bir meselede ‘hakka değil kuvvet’e yaslanmakla sebebiyet verdiğiniz haksızlığı telafi gayretini kuşanırsınız.

Neticede, hak kritik bir önemi haizdir zira.

Öyle ki, kudsî nebî, şehidin dahi, bütün günahları affedilse bile, ‘kul hakkının’ bundan müstesna olduğunu bize bildirmektedir.

Peki hayatlarımız gerçekten ‘kuvvet’e bedel ‘hak’ denklemi üzere mi gitmektedir?

Tercihlerimiz ‘kuvvet’i değil, ‘hakk’ı merkeze alarak mı şekillenmektedir?

Bir ‘kuvvetli haksız’ ile ‘haklı kuvvetsiz’ arasında açık ve kesin bir tercihten yana kaldığımızda, aklımız ve ellerimiz hangi şıkkı işaretlemektedir?

Hayatımızda, Ebu Bekir radıyallahu anh misali, “Sizin içinizde en zayıfınız, Allah’ın izniyle hakkını kendisine verinceye kadar benim yanımda en güçlünüzdür. Sizin yanınızda en güçlünüz, Allah’ın izniyle zayıfın hakkı kendisinden alınıncaya kadar, benim yanımda en zayıfınızdır” kararlılığıyla davrandığımız kaç olay vardır?

Hatta, böyle tek bir olay dahi var mıdır?

Güçlünün hışmını üzerimize çekeceği ihtimalini göze alarak, güçlünün yanında değil karşısında olmanın getireceği riskleri ve kayıpları göze alarak zayıfa arka çıkma iradesini ne kadar gösterebiliyoruz?

Bu sorulara gerçekten ‘hak’ lehine cevaplar verebiliyor isek, ancak bu durumda Kur’ân-felsefe denkleminde Kur’ân’dan yana, bu bağlamda hak-kuvvet denkleminde haktan yana olduğumuzu düşünme hakkına sahibizdir.

Bu sorulara ‘hak’ lehine cevaplar veremiyor olmakla birlikte en azından denklemin Kur’ân yanında olmamız gerektiği halde felsefe yanına, hak yanında olmamız gerektiği halde kuvvet yanına denk düşen tutumlar sergilediğimizi itiraf edip istiğfar edebiliyor isek, ilgili metin başta olmak üzere Risale metinlerinin ‘tedavi edici’ ve ‘aydınlatıcı’ iklimine adım atabilmişiz demektir.

Yok eğer haksız kuvvetliye arka çıkışımızı veyahut seyirci ve suskun kalmayı tercih edişimizi dahi teşhis edemiyor isek; dilimiz ‘hak’ söylüyorken, kalbimiz ‘kuvvet’ söylüyor demektir. Söylem-eylem tutarsızlığına duçar olmuşuz demektir.

Hele ki haksız kuvvetliye arka çıkıyor veya en azından onun haksızlığına seyirci ve suskun kalmayı tercih ediyor; ama bunu bir de ‘ihlas’ gibi, ‘uhuvvet’ gibi, ‘hikmet nazarıyla bakmak’ gibi ‘hakk’ın kavramlarıyla açıklama cihetine gidiyorsak, halimiz harap demektir.

Bunca senedir bakıyorum da, kuvvetli haksız karşısında süt dökmüş kedi suskunluğuna bürünen niceleri, haksızlığa uğramış zayıflara bir kaplan cesaretiyle ‘ihlas’ düsturlarını hatırlatıyorlar.

Bakıyorum da, ‘haksız ama kuvvetli’ye ‘uhuvvet’in gereğini ve hakkını hatırlatmaktan âciz niceleri, ‘haklı ama kuvvetsiz’lere habire ‘uhuvvet’i hatırlatıyorlar.

Bakıyorum da, nice kollar kırılırken utanmadan seyretmeyi tercih eden niceleri, kırık kolunun acısıyla feryad edenlere “Kol kırılır yen içinde kalır” dersini veriyorlar.

Ne de yaman bir çelişki...

  14.03.2007

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut