*Bu sayfa, değişik arkadaşlarımızın Risale-i Nur'dan aldıkları derslerden hareketle yazdıkları yazıları paylaşmak amacıyla tasarlanmıştır.

Tenkidler Karşısında – II

MUHTEREM ABDÜLKÂDİR Badıllı’nın yazdığı Mufassal Tarihçe-i Hayat’ın üçüncü cildinde, ilk kez okuduğumda hafızam yanılmıyorsa gözyaşlarımı harekete geçiren ibretli bir mektup yer alır. Bu mektup, tahmin edileceği üzere, Bediüzzaman Said Nursî’ye aittir ve o vakit ‘mahrem bir musalahaname’ olarak yazıldığı için olsa gerek, lâhikalarda yer almamaktadır.

Bu mektubu, Bediüzzaman, kendisi ile uğraşan savcıların en muannidi ve en adavetlisi olarak gözüken Afyon savcısı Abdullah Bey’e hitaben yazmıştır. Mektubun yazılma sebebi ise şudur: Savcı Abdullah Bey, güya Risale-i Nur’u çürütmek ve Üstad’ı bir ‘alim’ değil de o beylik tabirlerle ‘din istismarcısı’ bir cahil gibi göstermek kasdıyla, on küsur sayfalık bir iddianame hazırlamıştır. Bu iddianame ise, sözümona ‘ilim arzederken cehaletini söyleyen’ bir muhteva taşımaktadır. Zira, Abdullah Bey, beşbin sayfalık bir külliyatta on kusur bulamamış; fakat illa da kusur bulma niyetiyle Risale-i Nur’u okuduğu için, Risale-i Nur’daki birçok fazileti kusur gibi görme ve gösterme cihetine yönelmiştir. (Bu durum, Risale-i Nur’u çürüteyim derken parlatan ilgili iddianameyi o vakit Nur Talebelerinin basıp dağıtmasından da anlaşılabilir.) On küsur sayfalık bu iddianamenin, yüzün üstünde bilgi hatası taşıması ise, işin cabasıdır. İşte bu durum üzerine, bu kadar haksız, kindar ve garazkâr bir tavırla Risale-i Nur’a ilişen kişinin kendi iddianamesi için bir "hata-sevab cetveli" çıkarmaya sevkeder Bediüzzaman’ı. Yine Ondordöncü Şua’da mevcut bu cetvel ile, Bediüzzaman savcının doğru diye bildiklerinin yanlışlığını, keza savcının yanlış bildiği doğruları ortaya koyar. Bunun üzerine, savcı, insaf ve iz’ana gelecek yerde, Ramazan Bayramının ikinci günü gider, Üstad’a "Bundan sonra Van’dan gelen müdde-i umumî ile konuşacaksın. Ben ise, müdafaatının intişarına karşı bir eser yazıyorum. Hata-sevab cetvelinde bana isnad edilen hataların tashihine çalışıyorum. Bu eserimi neşredeceğim" der.

Böyle bir noktada, normalde, insanın önüne iki şık geliverir: (1) Savcıya, "Elinden geleni ardına koyma! Yazacağın varsa, göreceğin var!" demek; (2) Devlete de yaslanıyor olmanın verdiği rahatlıkla böylesi bir tavır sergileyen savcıya karşı teslimkâr ve tavizkâr bir davranışa girmek.

Fakat, Bediüzzaman, bir üçüncü şıkkı ihtiyar eder. Umumî surette neşredilip savcıyı ajite edecek bir lâhika yahut beyanname neşretmeyip, ‘mahrem bir musalahaname’ gönderir ve bu musalahanamede, tabir yerindeyse, savcının elini kolunu bağlar. Çünkü, bu cevapta ne savcıyı ajite edecek bir unsur vardır, ne de savcıyı teşebbüsünde ve tehdidinde cesaret ve devama sevkedecek zilletli ve teslimiyetçi bir tavır. Bediüzzaman, "Ben itiraf ediyorum ki; şahsım çürüktür, kusurludurÖ ve Cenab-ı Hak beni kendime beğendirmediğine çok şükür ederim" gibi çok hasbî ifadeler kullanır mektubunda, ama hemen ardından, ekler: "Fakat, Kur’ân’ın iman hakikatlarına Risale-i Nur’un hizmeti çürütülmez. lem-i İslâm onu takdir ve tahsin etmiştir. O hizmette benim hissem ihtiyaç ve iltica ile, manevî sualler ve dertlerimizi hissetmekle, Kur’ân hazinelerindeki ilaçları elde etmek için yalvarmalarıdır. İşte bu sebebe binaen, o eserinle garazkârane bir neşriyat, kusurlu şahsıma değil, belki Nurlarla hizmet-i imaniyeye bir hücum telâkki edilecek."

Ki, elhak, Abdullah Bey’in o hasmâne tavrı da, Üstad’ın şahsına değil, bu hizmet-i imaniyeye yöneliktir zaten.

Lâkin, doğrudan şahsına yönelik itham ile bulunduğu hizmet-i imaniye cihetiyle şahsına yönelen ithamın arasını ayırıp bu cümleleri serdeden Bediüzzaman, peşisıra, çok sakin ve yumuşak bir üslupla, içi dolu ve çok keskin cümleler sıralayacaktır. Özetle, savcıya söylediği şudur:

(1) Bize karşı yeni bir eser neşretmeye kalksan, bir kere, bu hizmet-i imaniyemiz aleyhine bir faaliyet gibi görüleceğinden, ehl-i imanın nefret ve beddualarına uğrarsın.

(2) Sen eser neşredince, hizmetimize taraftar olan hamiyetkâr insanlar da boş duracak değiller. Onlar da, senin eserine karşı eser neşredecekler. Bir tek Risale-i Nur ve bir tek Said Nursî ile uğraşmaya bedel; senin eserindeki hataları sayıp döken yüzlerce kalem ehline cevap vermeye mecbur kalacaksın. Becerebilecek misin; yetişebilecek misin?

(3) Böyle bir gerilim ve çatışmadan sana ne fayda gelecek, memlekete ne fayda gelecek? Şayet, dediğin gibi vatanperver isen, böyle bir ihtilaf ve çatışmaya sebep olmaya nasıl cür’et edebilirsin?

(4) Haydi, diyelim ki, cür’et ve cesaret ettin; eserinde yazdığın hatalara yönelik eleştirileri cevaplayadığında ne yapacaksın? Şu ‘hata-sevab cetveli’ ile hatalarının sergilenmesini hazmedemediğin halde, daha da büyük ve bariz biçimde hataların isbat olunup ortada kaldığında, izzetin ve enaniyetin buna dayanabilecek mi?

(5) Hem, bir savcı olarak sen bir kanun adamısın. Adaleti gözetme, şahsî kinini ve fikrini herkese eşit derecede uygulanır olması gereken hukuk ve adalet ölçülerinin önüne çıkarma gibi bir zaaf sergileyeceksin böylece. Meslektaşların ve umum insanlar, seni, bir ‘kanun adamı’ olmaktan ziyade, bir kişiye veya zümreye veya inanca olan kini gözünü karartmış biri olarak görecekler. Bir savcı olarak, böyle görülmekle, kariyerin fayda mı görecek, zarar mı?

Bediüzzaman, ‘birinci sebep’ başlığı altında sakin ama net bir dil ile savcıyı bütün bu hususları düşünmeye davet eder; ve bundan sonra, bana göre, asıl keskin cümlelerini serdeder: "Bu mahrem hasb-ı halin sebeplerinden ikinci madde: Ben fıtraten iki şeyden çok inciniyorum. Biri firaktan, biri adavetten ruhum çok müteellim oluyor. Mümkin olduğu kadar kaçıyorum."

Devamla gelen cümleler, bir hakikatin ifadesi olduğu kadar, kasavetli bir kalbi imana karşı yumuşatma gibi şefkatli bir niyetin de ifadesidir:

"ÖOnun için, fani dünyanın firaklı işlerini, sevimli muvakkat dostlarını bırakıp; firaksız, baki şeyleri bulmak niyetiyle inzivaya girip hayat-ı içtimaiyeyi ve siyaseti bıraktım.. Ve dahilde adavet ve münakaşalara bir vesile olan fürûatı değil, belki bütün nev-i beşerin en ehemmiyetli meselesi olan erkân-ı imaniyeyi ve beşerin medar-ı saadeti ve umum İslâm’ın esas ve rabıta-i uhuvveti bulunan Kur’ân’ın hakaik-ı imaniyesini bulmak ve muhtaçlara buldurmaya hayatımı vakfettim. Hatta, değil yalnız Müslümanlarla, belki dindar Hıristiyanlarla dahi dost olup, adaveti bırakmaya çalışıyorum. Harb-i umumî ve komünizmin altındaki anarşistlik tehlike ve tahriplerinin lisan-ı hal ile: "Dünya fanidir, firaklarla doludur!... Ey insanlar, adaveti bırakınız! Geliniz, Kur’ân dersini dinleyip, birleşiniz. Yoksa, sizi mahvedeceğiz! diye mezkûr iki vaziyetimin haklı olduğunu gösteriyor."

Sonra da, savcının içindeki intikam hislerini en net biçimde dağıtacak cümleler gelecektir:

"Bu sırlı halimi hükûmet bilmediğinden beni çok sıktı. Ben sabrettim. Afyon müddeisi dahi bazı kıskanç adamlara aldandı. [Dikkat edelim ki, ‘Sen aldandın’ demiyor!] Beni ziyade incitti. Bu hapsimde, bazan bir gün, bir ay Denizli hapsindeki sıkıntıdan ziyade sıkıntı çektiğim bir zamanda; mazlumların silahı olan beddua etmek hatırıma geldi. Birden, dört-beş yaşında bir kız çocuğu pencerelerime alâkadarane bakıyor gördüm. Sordum, dediler: Abdullah Bey’in kızıdır. Ben de o masumun hatırı için bedduayı bıraktımÖ ‘Mazlumun ahı arşa kadar gider’ sırrıyla ve meselemiz bir olan bütün mübarek masum ve müttakî Nur talebeleri dualarıma manen amin, amin, amin demeleri inşaallah makbul dua hükmüne geçer. ben de bu manevî silahımı mecburiyet-i kat’iye olmadan, masum çocuklara zarar gelmemek için, bana zulmedenlere karşı istimal etmiyorum."

Mektup böylece devam eder. İktibas ettiğim bu kadarı dahi, bize yönelik bir tenkid durumunda, velev ki bu tenkid çok garazkâr ve tecavüzkâr da olsa, takınmamız gereken tavra dair ciddi bir ders veriyor olsa gerek.

Anlıyoruz ki, Üstadın derdi hakkı âlî tutmak ve hakka râm olanların sayısını olabildiğince arttırmak; yoksa, heva ve hevesini tatmin, veyahut içinde nefret ve kin biriktirip bunu dışa vurmak filan değilÖ

Madem öyle, ilgili Afyon savcısı gibi Risale-i Nur’a en ziyade kin, inat ve adavetle uğraşan birine karşı Üstadın sergilediği hem izzetli, hem şefkatli bu muvazeneli duruştan birer hisse de kendimize alalım; ve gelen tenkidleri, izzetle, ama aynı zamanda şefkatle cevaplayalım.

Bir önceki yazıda zikrettiğimiz âyeti tekrarlarsak:

"Sen en güzel yol ile sav! Bakarsın, senin ile arasında düşmanlık olan kişi, sanki sıcacık bir dost oluvermiştir. O rütbeye ise ancak sabredenler kavuşturulurÖ" (Fussilet: 34-35)

  17.01.2004

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut