Yaratılıştaki adalet ve askerler

Halil Köprücüoğlu

5 EYLÜL tarihli gazetelerde dikkatimi çeken iki makale okudum. Birisi Gülay Göktürk Hanımın, Bugün’deki “Vatan Sağolsun Ama…” makalesi; birisi de Mahir Kaynak Beyin, Star’daki “Devriye “ makalesi.

Gülay Hanım’ın yazısını, “Çocuklarımız yirmi yıldır sapır sapır ölüyorsa komutanlarımızın savaş yönetme ustalığını da sorgulayacağız elbette “ cümlesiyle özetleyebiliriz ve şehit ailelerinin : “…Devlet neden oğullarımıza bir çelik yelek vermedi diye sordular. Daha ileri gidip bu çocukları üç günlük silah eğitimiyle böyle dağlara sürüp adam öldürmelerini istemenin doğru olup olmadığını sordular” cümleleriyle ana fikrini ifade edebiliriz.

Mahir Bey ise “Olayların başladığı günden beri bu mücadelede yanlış bir yol izlendiğini düşünüyorum” diyerek sağlam istihbarat temelli çalışmanın daha doğru olacağını ilgililere tavsiye ediyordu.

Ben asker de uzman da değilim. Ancak bu yazılardan da oldukça etkilendiğimi söyleyebilirim. İlgililer bu söylenenleri muhakkak değerlendirir varsa eksiklerimizi tamamlarlar inşallah. Ancak BSN. Hazretlerinin ifade ettiği gibi, gizli bir hazine olan Rabbimizin, kendisini tanıtmak için yarattığı kainat kitabındaki kevni ayetlerden, ayni konunun delillerine bakmak, beni çok daha fazla heyecanlandırdı.

Bediüzzaman Hazretlerinin eserlerinde 30. Lem’adan ADL ismini okurken hakikaten çok dikkatimi çeken misaller görmüş; daha sonra bu mânâyı Zafer, Sızıntı gibi dergilerdeki örneklerden daha da geliştirmiştim.

Mesela CBÜ. İnşaat biriminde vazifeli bir arkadaşım olan Mimar Hayrettin Beyin verdiği köpek dişleri misalini hiç unutamam. Nasıl oluyor da, belki yüz yıl önce dişçilik fakülteleri kuruyor ama, sıradan bir hayvan olan köpeğin dişleri kadar sağlam bir dişi insanoğluna, hâlâ veremiyoruz. Evet köpeğin ağzında, kemiği kıran kemikler var. Sert kemiği akide şeker gibi tıkır tıkır un-ufak yapıyor ve afiyetle yiyiyor. O çok keskin hale gelmiş iğne, bıçak gibi kırıkları da ağzından ve boğazından bir yerleri yırttırmadan, geçiriyor; midesine de zarar vermeden, öğütüyor. Elbette köpek bunu yapacak bilgi ve donanımda değildir. İnsan ise bunu yapabilse önce kendisine yapar. Halbuki köpeğe eko sistem içinde artık sayılabilecek atıklara; ölmüş, kokmuş varlıklara karşı iştahlı yapan Rabb- Rahimimiz Kuddüs ismiyle köpeğe bu temizlik vazifesini verirken, Hakîm ve Adl isimleriyle de onun ağzına bu vazifeyi yapacak sağlam dişleri takıyor. Hatta kırıkların ağzını boğazını delip kesmemesi için tükürüğüne belki de hemen hazmı başlatacak önemli asitleri de koyuyor. Midesini de uygun özellikte asitlerle güçlendirirken, midesinin bu muamelelerden etkilenmemesi, zarar görmemesi için de uygun bir çeperle kaplıyor. Vazifeyle orantılı teçhizatla donatılan köpek de böylece vazifesini bihakkın yapabiliyor.

Köpek balıkları her şeye saldırıp ısırmaya çalışan varlıklar olarak anlatılırlar. Bu mizaçları sonucu olarak da testere gibi dişleri çoğu zaman kırılmaktan kurtulamıyor. Dişleri olmayan köpek balığının her tarafı köpek balığı olsa neye yarar. Denizlerde, dişçilik yapan balık sanatkarlar bulması da imkansız. Kendi elinden de bir şey gelmez. Ancak Adl ve Hakîm olan Rabb-i Rahimleri onlara verdiği vazife gereği çok uzaklardan kan gibi şeylerin kokusun algılayacak çok güçlü cihazlar takmış. Onlara bu gibi şeylere karşı aşk derecesinde iştaha da vermiş. Elbette onları, kırılan dişlerle, ömür boyu rezil etmez. Köpek balıklarının her yıl takım halinde dişleri çıkarmış ! Haza min fazlı Rabbi.

Ya balina ve yunus balıklarına ne demeli. Memeli hayvanlardan olan bu iki balığın kuyrukları diğer nevilerinkine hiç benzemiyor. Diğer balıkların kuyrukları onların vücutlarıyla hemen hemen ayni düzlem üzerinde bulundukları halde bu iki balığınki farklı ve kuyrukları yan, suya paralel vaziyette yapılmış. 10-15 ton ağırlıktaki bir balinayı hayal edin. Havadaki oksijene de zaman zaman ihtiyaç hisseden bir yapıda yaratılan bu dev hayvanın, o muazzam vücuduyla derinlere dalmasını düşünün. Daldığı derinliklerden, diğer balıklar gibi olan bir kuyrukla, yukarılara çıkmak için ne kadar güç bir durumda kalacağını hemen anlarsınız. Adl ismiyle Cenab-ı Allah ona, vücuduyla orantılı kocaman ve bu işe uygun tarz ve şekilde bir kuyruk takıvermiş. Hatta çok küçük boğazlı olduğu söylenen bu balığı beslemek için yaratılan planktonları da bu arada hatırlamak doğru olur.

Büyük balık küçük balığı yutuyor fikri size doğru geliyor mu bilemem. Bir de şöyle düşünün bakalım. Eko sistem içinde bir defada yüz binler doğuran balıkların et obur olması için, Bilen(Alîm), Merhamet eden(Rahmanü’r Rahîm), Âdil ve hikmetli(Hakîm) olan bir Rabb-i Rahim onların RNA ve DNA’larını şifrelemiş olamaz mı. Balıklar bu kadar çok doğurmalarına rağmen ot obur olsalardı, kısa bir zaman sonra denizler nasıl bir hale gelir di acaba? Veya tam tersi, et obur olmalarıyla birlikte diğer hayvanlar gibi iki- üç yavruluk yumurtlasalardı nasıl olurdu acaba.

Bir balinanın doğumunu belgeselde seyrettim. Yavru diğer hayvan ve insanlara aykırı olarak başından doğmuyor; kuyruktan doğuyor. Yani rahimden önce kuyruk çıkıyor. Bu tarz diğer memelilerde ters doğum, hatalı geliş kabul ediliyor. Ancak böyle olmasa ve doğum biraz fazla sürse oksijene de ihtiyacı olan bir varlık, belki de daha doğarken ölmek mecburiyetinde kalmaz mıydı. Rahimdeki ceninleri hikmet ve adaletiyle çeviren merhametli Rabbimize binler hamdolsun.

Hele bin metreden tavşan ve fareleri avlamak durumunda olan Kartallara zumlu gözü kim verebilir. Hem de o küçük sayılabilecek gözü bin metreden algılayabilecek zumlu hale kim getirebilir. Akbabalara binlerce metreden koku alabilecek askeri teçhizat sayılabilecek burunları kim takabilir.

Bir de lağımlarda vazifelendirilen, hem de mikroplarla dolu pislikleri yemekle vazifelendirilen farelere ne demeli. Çok azı yiyeceklerimize karışınca hastalık yapabilen, hatta ölüme sebep olabilen o mikroplu şeyler, ona nasıl tesir etmiyor. ADL ve HAKÎM isimleriyle Rabbimiz onu çok güçlü bir immün sistemle donatmış. Bize göre bu feci vazifeyle fareleri görevlendirirken, onlara lazım olacak uygun teçhizatı genetik şifrelerine yerleştirmiş. Belki ayni Âdil ve Şâfi, insanlardaki Lenfositlere de 100 trilyonluk bir şehir gibi olan insan oğlunun bütün hücrelerini her gün onar defa şifre kontrolünden geçirtiyor. Bir düşünün, bunları başka kim yapabilir.

Kangurunun memelerinden akan bembeyaz leziz sütün, kanla fışkının arasından gelmesine mi; yoksa memelerinin birisinden biraz büyümüş yavrusuna yağlı süt; yeni doğan yavrusuna da adeta ömür boyu lazım olacak bütün aşıları ihtiva eden bir çok antikorla zenginleştirilmiş Ağız Sütünü akıtmasına mı hayret edelim. Belki bir Allahü Ekber bizi teskin edebilir.

Örnekler yüzlere belki de binlere çıkarılabilir. Bu meselenin ana felsefesini isterseniz R. Nurlardan okuyalım. :

"İhtar-Bu risale benim nazarımda çok mühimdir. Çünkü, içinde çok mühim ve ince olan esrar-ı imaniye inkişaf ediyor. Bu risaleyi anlayarak okuyan adam imanını kurtarır inşallah. (2. Şua'dan-848)

(2. Şua) BİRİNCİ MAKAMIN BİRİNCİ MEYVESİ

Tevhid ve vahdette cemâl-i İlâhî ve kemâl-i Rabbânî tezahür eder. Eğer vahdet olmazsa, o hazine-i ezeliye gizli kalır.

Evet, hadsiz cemal ve kemâlât-ı İlâhiye ve nihayetsiz mehasin ve hüsn-ü Rabbânî ve hesapsız ihsanat ve bahâ-i Rahmânî ve gayetsiz kemâl-i cemâl-i Samedânî, ancak vahdet aynasında ve vahdet vasıtasıyla, ŞECERE-İ HİLKATİN NİHÂYÂTINDAKİ CÜZ'İYÂTIN SİMALARINDA TEMERKÜZ EDEN CİLVE-İ ESMÂDA GÖRÜNÜR. Meselâ, iktidarsız ve ihtiyarsız bir yavrunun imdadına umulmadık bir yerden, yani kan ve fışkı ortasından beyaz, safi, temiz bir süt göndermek olan cüz'î fiil ise, tevhid nazarıyla bakıldığı vakit, birden, bütün yavruların pek çok harikulâde ve pek çok şefkatkârâne olan küllî ve umumî iaşeleri ve validelerini onlara musahhar etmeleriyle rahmet-i Rahmân'ın cemâl-i lâyezâlîsi kemâl-i şâşaa ile görünür. Eğer tevhid nazarıyla bakılmazsa, o cemal gizlenir ve o cüz'î iaşe dahi esbaba ve tesadüfe ve tabiata havale edilir, bütün bütün kıymetini, belki mahiyetini kaybeder. (849)

Yürüyemeyen, düşünemeyen bir ağacı hayal edin. İhtiyaçlarını nasıl halledebilir . Eğer ona taşları bile delebilecek kökler, topraktaki lüzumlu maddeleri dal ve yapraklara taşıyabilecek odun soymuk boruları verilmeseydi. Ta en tepelere (Mesela sekoya ağaçlarında 200 metre yükseğe) suyla birlikte bu besinleri taşıyamasaydı; hele insan ve hayvanları atıkları, artıkları zehirli bir gaz olan karbondioksit ve sudan fotosentez yoluyla hem kendine hem hizmet ettikleri varlıklara lazım olan gıdaları üretemeselerdi onların da bizim de halimiz nice olurdu.

Halbuki, kainatta henüz su olan, bir başka dünya tespit edilememiş. Suyun yeterli şekilde varlıklara ulaşması için yeryüzünü ¾’ü suyla kaplanmış. Dünyanın büyüklüğü, kütlesi, bir atmosferi, etrafında zaptedecek şekilde yaratılmış. Atmosfere uygun özellik ve miktarlarda maddeler, gazlar konmuş. Yer yüzü şekilleri de ayarlanarak alçak basınç ve yüksek basınçlar yaratılmış. Bunlar arasında hava akımları olması için kanunlar konmuş. Suya, buharlaşma özelliği ve buharlaşınca havadan hafif olarak, ona adeta binme hasleti kazandırılmış. Okyanuslardan havaya kolayca bindirilen ab-ı hayat, binlerce kilometre ötelere kolayca taşınmış ve aciz bitkilerin, ağaçların ayaklarına kadar getirilerek, tam uygun özelliklerle, arz edilmiş.

Formülünü yazana milyar dolarlar Nobel ödülü verilen insan oğlunun gerçekleştiremediği Fotosentez, bu aciz bitkilere, ağaçlara merhameten bahşedilmiş. Adaletsiz davranılmamış. Güneşin uzaklığı bile onlara, bizlere göre ayarlanmış.

Mühendis arkadaşım bana, inşaatlarda kiriş ve kolonlar için demir bağlantıları yapılırken, kiriş ve kolonların birleşme yerlerinde, döşenen demirlerin dışına sarılan tellerin 7-8 santimetre sıklığa kadar sıklaştırılarak sarıldığını; bunun Etriye Sıklaştırması diye adlandırıldığını, çok önemli olduğunu, binanın en çok buralardan güç aldığını, depremlerde hep buralardan tehlike oluştuğunu bizzat göstererek anlatmıştı. Fakat ağaçların gövdelerinden çıkardıkları dallar, büyük dallardan çıkan küçük dallarda, yani onların kolon ve kiriş bağlantıları gibi algılanması gereken yerlerde, selülozik yapılarında önemli bir değişikliği, etriye sıklaştırması gibi bir işlemi, yaratıldıkları günden beri bilip yaptıklarını, bu konuda pek çok mühendis ve müteahhitten daha doğru olarak uygulama içinde olduklarını anlattı.

1970’li yıllarda, ilk öğretmen olduğumda, bir ansiklopediden, İnşaat ilminin, bir binanın alt uzun kenarının 11 kat yükseğine kadar çıkabildiğini, bu yükseklikte ancak sağlam bina yapabildiğini okumuştum. Fakat bir buğday sapı her nasılsa toprak hizasındaki sapının kalınlığından 500 kat daha yükseğe çıkabilen bir inşaat yapabiliyormuş ! Bir de rüzgarda yerlere değecek, sonra tekrar dim dik durabilen bir yapı sergileyebiliyormuş ! Ona bu hasletleri ADL ve HAKÎM isimleriyle hükmeden Rabb-i Rahimden, Kadir, Alîm, Musavvir, Mukaddir, Müzeyyin ….. olan bir Zattan başkası verebilir mi.

Karasineklere, altı biner petek gözden meydana gelen, çok geniş sahayı görebilen Avaks Uçaklarından daha ileri teknolojiye sahip gözleri takan; vurulup yere düştükten sonra sapa sağlam tekrar uçabilen üstün malzemeyle inşa eden; ayaklarına yüzlerce tüycük ve uçlarına her yere tutunabilecek vantuzları, rahat konup uçabilsin diye takan; sivrisineklerin, atar damar titreşimlerini tespit ederek, oraya hortumunu, hiç hata yapmayan sondaj makinesi gibi kullanması için tüy gibi ayaklarını dedektörlerle donatan; ayni varlığın ağzına da hakikaten genel cerrah gibi keskin bistürüler misali bıçakları monte eden elbette Hakîm ve Adl olan bir Zattan başkası olabilir mi.

Güneşi, -coğrafyacı arkadaşımın dediğine göre-, saniyede 564 milyon ton Hidrojeni 560 milyon ton Helyum çevirerek müthiş bir enerjiyle donatırken, onun bütün semadaki arkadaşlarını da ayni kanunla rızıklandıran Rezzak-ı Hakiki, Kahhar-ı Zülcelal’den başkası elbette olamaz.

Bütün bunlardan sonra, hep kendime soruyorum: “Kendi ordularını, askerlerini; hem de en basit erlerinden en büyük komutanlarına kadar onlara verilen vazifelere uygun teçhizatla adaletle donatan o Merhametli, Kudretli, Sonsuz ilim sahibi Zat-ı Zülcelali takdisat ve tebrikatla anmak; O’nu çok sevmek, emirlerine ram olmak gerekmez mi. İnsana, bu yakışmaz mı. İnsanın da, Rabbinin isimlerine senkronize olarak hikmetli ve adaleti bir hayat sergilemesi gerekmez mi. ”

Allah, hepimize adilane çalışmalar nasip etsin. Devletimize de imkanlar nasip ederek ordularını daha modern ve tam teçhizatlı hallere getirmeyi nasip ederek zalimlerin karşısında daha güçlü kılsın, mazlumları da korusun inşallah.

Sözlerimi asrın Kur’an tefsiri olan R. Nura bırakarak bitiriyorum:

30-Lem’adan:

İşte, gel, Güneş ile muhtelif on iki seyyarenin muvazenelerine bak. Acaba bu muvazene, güneş gibi, Adl ve Kadîr olan Zât-ı Zülcelâli göstermiyor mu? Ve bilhassa, seyyarattan olan gemimiz, yani küre-i arz, bir senede yirmi dört bin senelik bir dairede gezer, seyahat eder. Ve o harika sür'atiyle beraber, zeminin yüzünde dizilmiş, istif edilmiş eşyayı dağıtmıyor, sarsmıyor, fezaya fırlatmıyor. Eğer sür'ati bir parça tezyid veya tenkis edilseydi, sekenesini havaya fırlatıp fezada dağıtacaktı. Ve bir dakika, belki bir saniye muvazenesini bozsa, dünyamızı bozacak, belki başkasıyla çarpışacak, bir kıyameti koparacak.

Ve bilhassa zeminin yüzünde, nebâtî ve hayvânî dört yüz bin taifenin tevellüdat ve vefiyatça ve iaşe ve yaşayışça rahîmâne muvazeneleri, ziya güneşi gösterdiği gibi, birtek Zât-ı Adl ve Rahîmi gösteriyor.

Ve bilhassa o hadsiz milletlerin hadsiz efradından birtek ferdin âzâsı, cihazatı, duyguları o derece hassas bir mizanla birbiriyle münasebettar ve muvazenettedir ki, o tenasüp, o muvazene, bedâhet derecesinde bir Sâni-i Adl ve Hakîmi gösteriyor.

Ve bilhassa her ferd-i hayvânînin bedenindeki hüceyrâtın ve kan mecrâlarının ve kandaki küreyvâtın ve o küreyvattaki zerrelerin o derece ince ve hassas ve harika muvazeneleri var; bilbedâhe ispat eder ki, herşeyin dizgini elinde ve herşeyin anahtarı yanında ve birşey birşeye mâni olmuyor, umum eşyayı birtek şey gibi kolayca idare eden birtek Hâlık-ı Adl ve Hakîmin mizanıyla, kanunuyla, nizamıyla terbiye ve idare oluyor. (800)…..

Evet, ism-i Hakîmin cilve-i âzamından olan hikmet-i âmme-i kâinat, iktisat ve israfsızlık üzerinde hareket ediyor, iktisadı emrediyor.

Ve ism-i Adlin cilve-i âzamından gelen kâinattaki adalet-i tâmme, umum eşyanın muvazenelerini idare ediyor. Ve BEŞERE DE ADALETİ EMREDİYOR. Sûre-i Rahmân'da(55:7-9),

"Gökyüzünü yükseltip nizam ve ölçü verdi. Tâ ki ölçüde sınırı aşmayın. Ölçüyü ve tartıyı adaletle yerine getirin ve âhiretteki mizanınızı ziyana düşürmeyin. ” (55:7-9), âyetindeki,

dört mertebe, dört nevi mizana işaret eden, dört defa mizan zikretmesi,

kâinatta mizanın derece-i azametini ve fevkalâde, pek büyük ehemmiyetini gösteriyor.

Evet, hiçbir şeyde israf olmadığı gibi, hiçbir şeyde de hakikî zulüm ve mizansızlık yoktur. (801)

  13.09.2006

© 2021 karakalem.net, Halil Köprücüoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut