Sorular

Mesnevî-i Nûriye'den Sorular – Cevaplar

Hazırlayan: İsmail Velioğlu

1. ŞİRK bu kadar zahmetli olduğu halde niçin kâfirler kabul ediyorlar?

Sual: Şirk bu kadar zahmetli olduğu halde niçin kâfirler kabul ediyorlar?

Cevap: Kasten ve bizzat kimse küfrü kabul etmez. Yalnız şirk hevâ-i nefislerine yapışır. Onlar da içine düşer; mülevves, pis olurlar. Ondan çıkması müşkülleşir. İman ise, kasten ve bizzat takip ve kabul edilmekle kalbin içine bırakılır.

Katre'nin zeyli 6. remiz

2.Okunan Kur'ân'dan hissedar olmak için Arapça bilmek gerekli midir?

Sual: Avâm-ı nâs Arabîden haberdar değildir; fehmedemez.

Cevap: Avâm-ı nâs, zaruriyat ve müsellemat-ı diniyeye muhtaçtır. Ve hutbe makamı da bu gibi hükümlerin tebliği içindir. Bu hükümler kisve-i Arabiye içinde tafsilen değilse de icmâlen avâm-ı nâsa malûm ve mâruftur. Maahaza, lisan-ı Arapta bulunan şehâmet, yükseklik, meziyet, satvet diğer lisanlarda yoktur.

Hubab 20. i'lem beşincisi

3. Sual: Cenab-ı Hakkın cüz'iyat ve hasis emirlerle iştigali azametine münafidir.

Elcevap: O iştigal, azametine münafi değildir. Bilâkis, adem-i iştigali, azamet-i rububiyetine bir nakîsedir. Meselâ, şemsin ziyasından bazı şeylerin mahrum ve hariç kalması, şemse bir nakîse olur. Maahaza, bütün şeffaf şeylerde görünen şemsin timsallerinin herbirisi, "Şems benimdir. Şems yanımdadır. Şems bendedir" diyebilir. Ve zerrelerle şems arasında müzâhame yoktur.

Bütün mahlûkat-bilhassa insanlarda-ferdî olsun, nevî olsun, şerif olsun, hasis olsun; ilim, irade, kudret itibarıyla Cenab-ı Hakkın tecellîsine mazhardır. Herbirşey, herbir insan, "Allah yanımdadır" diyebilir. Bilhassa insanın zaafı, fakrı, aczi nisbetinde Cenab-ı Hakkın kurbiyeti ve herbir şeyin Cenab-ı Hakla münasebeti olmakla beraber, O da münasebettardır.

Ve gayr-ı mütenahi acz ve fakrı olan insan, gayr-ı mütenahi kudret ve gınâ ve azameti olan Cenab-ı Hakla münasebeti ne kadar lâtiftir! Takdis ederiz o Zâtı ki, en büyük lûtfu en büyük azamete, en yüksek şefkati en yüksek ceberûta ithal ettiği gibi, nihayetsiz kurbu nihayetsiz bu'd ile cem edip, zerrelerle şemsler arasında uhuvveti tesis etmiştir. Birbirine zıt olan bu şeyleri cem etmekle derece-i azametini bir derece göstermiştir.

Zeylü'l-hubab

4. Cansızlarda şevk ve lezzet olabilir mi?

Eğer desen: "Zîhayatta lezzet kabildir. Cemâdatta nasıl şevk ve lezzet olabilir?"

Elcevap: Cemâdat kendi hesaplarına değil, onlarda tecellî eden esmâ-i İlâhiye hesabına bir şeref, bir makam, bir kemal, bir güzellik, bir intizam isterler, arıyorlar. O vazife-i fıtriyelerinin imtisalinde, Nûru'l-Envârın isimlerine birer mâkes, birer ayna hükmüne geçtiğinden, tenevvür eder, terakki eder.

Meselâ, nasıl ki bir katre su, bir zerrecik cam parçası, zâtında ziyasız, ehemmiyetsizken, sâfi kalbiyle güneşe yüzünü çevirse, o vakit o ehemmiyetsiz, ziyasız katre ve cam parçası, güneşin bir nevi arşı olup senin yüzüne de tebessüm eder. İşte bu misal gibi, zerrat ve mevcudat, cemâl-i mutlak ve kemâl-i mutlak sahibi olan Zât-ı Zülcelâlin isimlerine vazifeperverlik cihetinde ayna olmalarıyla, o katre ve zerrecik şişe gibi gayet aşağı bir dereceden gayet yüksek bir derece-i zuhura ve tenevvüre çıkıyorlar.

Madem vazife cihetinde gayet nuranî ve yüksek bir makam alıyorlar; lezzet mümkün ve kabilse, yani hayat-ı âmmeden hissedar iseler, gayet lezzetle o vazifeleri görüyorlar denilebilir. Vazifede lezzet bulunduğuna en zâhir bir delil: Sen kendi âzâ ve duygularının hizmetlerine bak. Herbiri, beka-i şahsî ve beka-i nev'î için ettikleri hizmetlerinde ayrı ayrı lezzetleri var. Nefs-i hizmet, onlara bir telezzüz hükmüne geçiyor.

Hattâ hizmeti terk etmek, o uzvun bir nevi azâbıdır. Hem en zâhir bir delil dahi, horoz ve yavrulu tavuk gibi hayvânâtın vazifelerinde gösterdikleri fedakârâne ve merdâne vaziyetleridir ki, horoz aç olduğu halde tavukları nefsine tercih edip, bulduğu rızka onları çağırır; yemez, onlara yedirir. Ve bir şevk ve iftihar ve telezzüzle o vazifeyi gördüğü görünür.

Demek o hizmette, yemekten fazla bir lezzet alır. Hem küçük yavrularına çobanlık eden tavuk dahi, yavrularının hatırı için ruhunu feda eder, ite atılır. Kendini aç bırakıp onları doyurur. Demek o hizmette öyle bir lezzet alır ki, açlık acısına ve ölmek elemine tereccuh eder, ziyade gelir.

Hayvânî valideler, yavrularını, küçükken vazifeleri bulunduğundan, lezzetle himayeye çalışır. Büyük olduktan sonra vazife kalkar, lezzet de gider. Yavrusunu döver, elinden daneyi alır. Yalnız, insan nev'indeki validelerin vazifeleri bir derece devam eder. Çünkü insanlarda, zaaf ve acz itibarıyla, daima bir nevi çocukluk var; her vakit de şefkate muhtaçtır.

İşte umum hayvânâtın, horoz gibi çobanlık eden erkeklerine ve tavuk gibi validelerine bak, anla ki, bunlar kendi hesabına ve kendileri namına, kendi kemalleri için o vazifeyi görmüyorlar. Çünkü hayatını, vazifede lâzım gelse feda ediyorlar. Belki vazifeleri, onları o vazifeyle tavzif eden ve o vazife içinde rahmetiyle bir lezzet derc eden Mün'im-i Kerîmin hesabına ve Fâtır-ı Zülcelâlin namına görüyorlar. Hem nefs-i hizmette ücret bulunduğuna bir delil de şudur ki: Nebâtat ve eşcar, bir şevk ve lezzeti ihsas eden bir tavırla Fâtır-ı Zülcelâlin emirlerini imtisal ediyorlar.

Çünkü, dağıttığı güzel kokular ve müşterilerin nazarını celb edecek ziynetlerle süslenmeleri ve sümbülleri ve meyveleri için çürüyünceye kadar kendilerini feda etmeleri, ehl-i dikkate gösterir ki, onların, emr-i İlâhînin imtisalinden öyle bir lezzetleri var ki, nefsini mahvedip çürütüyor.

Bak, başında çok süt konserveleri taşıyan hindistan cevizi ve incir gibi meyvedar ağaçlar, rahmet hazinesinden lisan-ı hal ile süt gibi en güzel bir gıdayı ister, alır, meyvelerine yedirir, kendi bir çamur yer. Nar ağacı sâfi bir şarabı hazine-i rahmetten alıp meyvesine yedirir, kendisi çamurlu ve bulanık bir suya kanaat eder. Hattâ hububatta dahi sümbüllenmek vazifesinde zâhir bir iştiyak görünür.

Nasıl ki dar bir yerde hapsedilen bir zat, bir bostana, geniş bir yere çıkmayı müştakane ister; öyle de, hububatta, sümbüllenmek vazifesinde öyle sürurlu bir vaziyet, bir iştiyak görünüyor. İşte "sünnetullah" tabir edilen, kâinatta cereyan eden bu sırlı uzun düsturdandır ki, işsiz, tembel, istirahatle yaşayan ve rahat döşeğinde uzananlar, ekseriyetle, sa'y eden, çalışanlardan daha ziyade zahmet ve sıkıntı çeker. Çünkü, daima işsizler ömründen şikâyet eder, eğlence ile çabuk geçmesini ister. Sa'y eden ve çalışan ise şâkirdir, hamd eder, ömrünün geçmesini istemez. 1 küllî düsturdur. Hem o sırladır ki, "Rahat zahmette, zahmet rahattadır" cümlesi darbımesel olmuştur.

Evet, cemâdâta dikkatle nazar edilse, bilkuvve yalnız istidat ve kabiliyet cihetinde nâkıs kalıp inkişaf etmeyenlerin, gayet bir içtihad ve sa'y ile inbisat edip bilkuvveden bilfiil suretine geçmesinde, mezkûr sünnet-i İlâhiye düsturuyla bir tavır görünüyor. Ve o tavır işaret eder ki, o vazife-i fıtriyede bir şevk ve o meselede bir lezzet vardır. Eğer o câmidin umumî hayattan hissesi varsa, şevk kendisinin olur; yoksa, o câmidi temsil eden, nezaret eden şeye aittir. Hattâ bu sırra binaen denilebilir: Lâtif, nâzik su incimad emrini aldığı vakit, öyle şiddetli bir şevkle o emre imtisal eder ki, demiri şak eder, parçalar.

Demek burûdet ve tahtessıfır soğuğun lisanıyla, ağzı kapalı demir kaptaki suya "Genişlen" emr-i Rabbânîsini tebliğinde, şiddet-i şevkle kabını parçalar. Demiri bozar, kendisi buz olur. Ve hâkezâ, herşeyi buna kıyas et ki, güneşlerin deverânından ve seyir ve seyahatlerinden tut, tâ zerrelerin mevlevî gibi devretmelerine ve dönmelerine ve ihtizazlarına kadar kâinattaki bütün sa'y ve hareket, kanun-u kader-i İlâhî üzerine cereyan ediyor ve dest-i kudret-i İlâhîden sudur eden ve irade ve emir ve ilmi tazammun eden emr-i tekvînî ile zuhur eder. Hattâ herbir zerre, herbir mevcut, herbir zîhayat, bir nefer askere benzer ki, orduda muhtelif dairelerde, o neferin ayrı ayrı nisbetleri, vazifeleri olduğu gibi, herbir zerre, herbir zîhayatın dahi öyledir.

Meselâ senin gözünde bir zerre, gözün hücresinde ve gözde ve âsâb-ı veçhiyede ve bedenin şerâyin tabir edilen damarlarında birer nisbeti ve o nisbete göre birer vazifesi ve o vazifeye göre birer faydası vardır. Ve hâkezâ, herşeyi ona kıyas et. Buna binaen herbir şey, bir Kadîr-i Ezelînin vücub-u vücuduna iki cihetle şehadet eder: Biri: Tâkatinin binler derece fevkinde vazifeleri görmekteki acz-i mutlak lisanıyla o Kadîrin vücuduna şehadet eder. İkincisi: Herbir şey, nizam-ı âlemi teşkil eden düsturlara ve muvazene-i mevcudatı idame eden kanunlara tatbik-i hareket etmekle o Alîm-i Kadîre şehadet eder.

Çünkü zerre gibi bir câmid, arı gibi küçük bir hayvan, Kitab-ı Mübînin mühim ve ince meseleleri olan nizam ve mizanı bilmez. Câmid bir zerre, arı gibi küçük bir hayvan nerede? Semâvat tabakalarını bir defter sayfası gibi açıp, kapayıp toplayan Zât-ı Zülcelâlin elindeki Kitab-ı Mübînin mühim, ince meselelerini okumak nerede? Eğer sen divanelik edip zerrede o kitabın ince hurufâtını okuyacak kadar bir göz bulunduğunu tevehhüm etsen, o vakit o zerrenin şehadetini redde çalışabilirsin! Evet, Fâtır-ı Hakîm, Kitab-ı Mübînin düsturlarını gayet güzel bir surette ve muhtasar bir tarzda ve has bir lezzette ve mahsus bir ihtiyaçla icmâl edip derc eder.

Herşey öyle has bir lezzet ve mahsus bir ihtiyaçla amel etse, o Kitab-ı Mübînin düsturlarını bilmeyerek imtisal eder. Meselâ, hortumlu sivrisinek dünyaya geldiği dakikada hanesinden çıkar, durmayarak insanın yüzüne hücum eder, uzun asâsıyla vurur, âb-ı hayat fışkırtır, içer. Hücumdan kaçmakta, erkân-ı harp gibi maharet gösterir.

Acaba bu küçük, tecrübesiz, yeni dünyaya gelen bu mahlûka bu san'atı ve bu fenn-i harbi ve su çıkarmak san'atını kim öğretmiş? Ve nerede öğrenmiş? Ben, yani bu biçare Said, itiraf ediyorum ki, eğer ben o hortumlu sineğin yerinde olsaydım, bu san'atı, bu kerrüfer harbini ve su çıkarmak hizmetini, çok uzun dersler ve çok müteaddit tecrübelerle ancak öğrenebilirdim. İşte, ilhâma mazhar olan arı, örümcek ve yuvasını çorap gibi yapan bülbül gibi hayvânâtı bu sineğe kıyas et. Hattâ nebâtâtı da aynen hayvânâta kıyas edebilirsin.

Evet, Cevâd-ı Mutlak (celle celâluhu), her ferd-i zîhayatın eline lezzet midâdıyla ve ihtiyaç mürekkebiyle yazılmış bir tezkereyi vermiş, onunla evâmir-i tekviniyenin programını ve hizmetlerinin fihristesini tevdi etmiştir. Bak o Hakîm-i Zülcelâle, nasıl Kitab-ı Mübînin düsturlarından, arı vazifesine ait miktarını bir tezkerede yazmış, arının başındaki sandukçaya koymuştur. O sandukçanın anahtarı da, vazifeperver arıya has bir lezzettir. Onunla sandukçayı açar, programını okur, emri anlar, hareket eder, âyetinin sırrını izhar eder.

İşte, eğer bu Sekizinci Notayı tamam işittin ve tam anladınsa, bir hads-i imanî ile in bir sırrını, nin bir hakikatini, nun bir düsturunu, un bir nüktesini anlarsın.

Zühre 8. nota

5. Neden Kur'ân kainattan bilim ve felsefenin bahsettiği gibi bahsetmiyor ?

S: Niçin Kur'an da hikmet ve felsefe gibi kainattan bahsetmiyor?

C: Felsefe hakikattan udül etmiş, kainata mana-yı ismiyle bakarak, kainatı kainat hesabına istihdam ediyor. Kur'an ise, Haktan hakla nazil olmuş, hakikate gidiyor. Mevcudata mana-yı harfiyle bakarak Halıkının hesabına istihdam ediyor.

14. reşha 4. katre 1. nükte

6. Kur'ân yer ve gök cisimleri hakkında neden bilim gibi ayrıntılı bilgiler vermiyor ?

S: Ulvi ve süfli ecramın mahiyetleri, şekilleri, hareketleri hakkında fennin verdiği beyanat gibi beyan lazımken müphem bırakılmıştır.

C: Bu gibi meselelerde ipham daha mühimdir. Ve icmal daha cemil ve güzeldir. Çünkü, Kur'an, istitradi ve tebei olarak; Cenab-ı Hakkın zatına, sıfatına istidlal için kainattan bahsediyor. İstidlalin birinci şartı, delilin neticeden daha zahir ve malüm olması lazımdır.

Eğer fencilerin iştahı gibi "şemsin sükünuna, arzın hareketine bakmakla Allah'ın azametini anlayınız" demiş olsaydı, delil müddeadan daha hafi olurdu. Ve insanların ekserisi, ekser zamanlarda fehmedemediklerinden inkara zehab ederlerdi.

Halbuki, irşad ve hidayet zamanlarında cumhurun derece-i fehimleri nazara alınarak ona göre söz söylemek icab eder. Maahaza, ekseriyete yapılan müraattan, ekalliyette kalanın mahrumiyeti neş'et etmez. Çünkü onlar da istifade ediyorlar.

Amma mesele maküse olursa, ekseriyet mahrum kalır, istifade edemez. Çünkü fehimleri kasırdır. Ve saniyen: Belagat-ı irşadiyenin şe'nindendir ki, avamın nazarına, ammenin hissine, cumhurun fehmine göre hareket yapılsın ki, nazarları tevahhuş, fikirleri kabulden imtina etmesin.

Binaenaleyh, cumhura olan hitabın en beliği, zahir, basit, sehl olmasıdır ki aciz olmasınlar. Muhtasar olsun ki melül olmasınlar. Mücmel olsun ki, lüzumlu olmayan tafsilden nefret etmesinler. Ve salisen: Kur'an mevcudatın ahvalinden ancak Halıkları için bahseder. Mevcudatın zatlarına ait değildir. Bu itibarla, Kur'an'ca en mühim, kainatın Halıka nazır olan ahvalidir. Fen ise, Halıkı işe katmıyor, kainatın ahvalinden bizatiha bahsediyor.

Ve keza, Kur'an bütün insanlara hitap eder. Ve ekseriyetin fehmini müraat eder ki, tahkiki bir marifet sahibi olsunlar. Fen ise, yalnız fencilerle konuşur, avamı nazara almıyor; avam taklitte kalıyor. Bu itibarla, fennin tafsilatını ihmal veya ipham, maslahat-ı amme ve menfaat-i umumiyeye nazaran, ayn-ı isabet ve ayn-ı hikmettir. Ve rabian: Kur'an bütün zamanları tenvir ve bütün insanları irşad eden bir kitaptır.

Bu itibarla, irşadın belagatı icabınca, ekseriyeti, nazarlarında bedihi olan meselelere karşı mükabereye, mugalataya ika ve icbar etmemek lazımdır. Ve onlarca mahsus, meşhud, maruf olan birşeyi lüzumsuz yerde tağyir etmemek lazımdır. Ve keza, vazife-i asliyece ekseriyete lazım olmayan şeyin ihmal veya icmali lazımdır.

Mesele, şemsin zatından, mahiyetinden bahsetmek değildir. Ancak, alemi tenvir etmekle hilkatin nizam merkezi ve aleme mihver olması gibi harika şeyleri ihtiva eden vazifesinden bahsetmekle, Halıkın azamet-i kudretini efkar-ı ammeye ibraz etmektir.

14. reşha 4. katre 1. nükte

  17.01.2004

© 2021 karakalem.net, İsmail Velioğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut