Beşinci Rica: Dağ Medresesi Lahikası

YAŞIM İLERLEDİKÇE huzur vermeyen pişmanlıklarım artıyor. Hayat karşısında beklentilerim azalıyor. Kör kuvvet ümidim büyük hayal kırıklıkları ile su gibi tükeniyor. Güvelenen zaman, çarkları arasında özlemlerimi çürütüyor. En güzel duygu ve hallerim olarak bildiğim şeyler gün geçtikçe elimde kirlendikçe kirleniyor. Bunalıyorum, bin bir hüzün çiçeği takıyorum her yanıma. Güz gülleri doluyorum başıma. Kara sevda menekşeleri sarıyorum boynuma halka halka.

Halka, evet halka halka halka dolaşıyorum. Kendimden bir uzaklaşıyor, kendime bir yaklaşıyorum. Kendime oturmaya gidiyor, kendimi evimde bulamıyorum.

Beni kendimden arındıran söz tanrılarının dilinde göveren içeriği boşaltılmış kelimeler... Onların ruhumun dağlarına, yüreğimin ovalarına, fikrimin vadilerine ekilmesine bir türlü engel olamıyorum. Deniz gibi göğsüm inip kalkıyor, nefes alamıyor, tıkanıyorum. Kuruyorum. Gözlerimin biri Fırat, diğeri Dicle olsa da, susuzluğumu gideremiyorum. Sesimin yankısı, gözümün yaşı kupkuru bir çölde kayboluveren su gibi yitip gidiyor gök kubbede...

Bu ülke, bu gökyüzü benim için verimsizleşiyor. Bir “çorak ülke”, bir çöl oluyor. Ben batıyorum bir gemi gibi. Ben doğuyorum, diyemiyorum. Düşlerim beni çok alınganlaştırmış, hemen kırılıveriyor kalbim. Rüyalarımda doğsam da, doğursam da, rüyalarımla doğsam da, ah bu düşlerim beni elden ayaktan düşürüyor. Doğmadan batıyor, olmadan ölüyorum. Bir ilke olamadan bir ülke olma hevesine kapılıyor, ilkeyle birlikte ülkeyi de kaybediyorum. Rüyalarımı, düşlerimi yitiriyorum. Çöl oluyorum. Çorak ülke...

Derinliğim de, yüksekliğim de çok uç, uçsuz, uzun ve zayıf. Gökler kadar derin bir kuyu, Emirdağ kadar yüksek bir tepe. Bir denizin altında büyüyen dağım sanki. Yükseliveriyor altımdaki topraklar. Topraklar ki denizi taşıramıyor. Zayıf bir halka oluşturuyor denizin aynasında. Kendini halkalayarak suyun ortasına atıyor. Aman ne depremler, ne dalgalar! Hemen kırılıyor, pek çıtkırıldım oluyorum. Çıtkırıldım deyince kalbimin kırıklığı aklıma düşüyor. Şu yürek kaç fay barındırıyor göğsünde. Hayret ki hayret. Bir makam seçseydim şu göklerin devletinde, hayretten başka makam seçmezdim kendime. Hayreti’nin bir şiiri aklıma geliyor, hayretime hayret katıyor:

‘Gözüm açtım bu seher bir ulu sahra gördüm.

Onda dane-i hardal gibi dünya gördüm.’

Hardal tanesinden daha küçük bir yeri mühürlüyorum sinemde: Süveyda. Hardal gibi ufak bir dünya. Süveyda bu tende bir terazi, bir hendese. Bu göğsü tartıyorum Süveyda’da. Yük hafif olanda, bu teni kalbimin terkisine alıp yüzyıllarca koşmak, koşmak istiyorum. Koşmak, koşmak istiyorum.

Süveydada maya tutmuş bu yürekle aşkını şehrin sokaklarında yitirmiş derviş hüznüyle şimdi bana pek cazip gelen köşeme çekilmek istiyorum. Şimdi yaralı bir yar olarak yeryüzü sahnesinin bir dekoru olmak beni memnun etmiyor. Her şeye inancını hayatın geniş dairesinde kaybeden biri olmak mutlu etmiyor beni. Kalabalıklara katılmayı sevmeyen ruhum, ölüm anında mayiyi kabul etmeyen bir hasta gibi yerli yersiz tepkiler veriyor.

Gün geçtikçe insanlar ve eşya üzerindeki perdenin benim için derinleştiğini fark ediyorum. Hatalı olduğumu kabul etme hissine direnmemin, eşyaya ve insana takındığım bir tavrın sonucu olduğunu biliyorum. Birinin uyandığında rüyasını yorumlamakta zorlanması gibi zorlanıyorum bunları hayra yormakta. Oysa ne kadar da çok duymak istiyorum rüyanın, ilhamın ve sezginin kudretini.

Yüzeyleşip, derinliğimi kaybediyorum. Herkesle ortak noktalarımın olmasını yadırgıyorum. İnsanlarla ortak yanlarımın olması koyunların bölük bölük yamaçlarda toplanması gibi beni korkutuyor. Bir sürü olmak... Bir koyun olmak, bir sürü olmaktan bu kadar iyi iken.

Bulutların saçlarını dağ başlarındaki mezarlara çözmesi gibi, çözüyorum kendimi ölüme. İşte mezar her şeye can veren bir canan oluyor. İşte gözyaşları çözüyor insanı. İşte insanı canlı tutan tek şey gözyaşı oluyor.

Yırtıcı hayvanların saldırısına uğrayıp, dağlardan şehre doğru kaçan ceylanlar gibi kendimden kaçıyorum. Ruhumu arayabilecek, onunla konuşabilecek kadar zamanım olmuyor. Bazen bir süreliğine de olsa çözümü dışarıda arıyorum. Oysa dostum da, düşmanım da (en kötüsü de bu) yok dışarıda. Asıl olan düşman bulabilmek değil ama, içimin tekrar yenilenmesi, yapılanması ve ona çeki düzen verilmesi için şimdi düşman bulmam gerekiyor belki.

Gözyaşımın duruluğunda kendi bulanıklığıma bakıyorum. Her şeyden soyunmak, her şeyi kendimden soyutlamak ve benliğimi tanımak kaygısıyla sımsıkı, kat kat giyindiğim örtüleri kaldırmak için bu yüzleşmeye ihtiyacım olduğunu düşünüyorum. Ruhumun bir taraflarını açmak, bedenimin bir yanlarını kapamak istiyorum. Ne ki kalbimin kapıları bana ilham, aşk ve rüya veren hallere kapalı; bunu biliyorum.

Zaman beni içindekilerle beraber eskitiyor. Ölüm yaşadığım günler değil, yaşamadığım günlerdi eskiden. Şimdi yaşanan her an, yaşanan her şey ölüm. Çünkü ölüm ölümü getiriyor. Böyle yaşadıkça daha çok ölüyorum, daha çok öldürüyorum.

Takvim inceliyor. Üç yaprağını daha koparıp, masallardaki ayakları mühürlü güvercinlerin ayaklarına takarak, birinci günü denize, ikinci günü denizin tırmandığı dağa, üçüncü günü de dağın karnına gömülmüş bu ışık buğusu ahşap kırmızı evin üzerine bırakıyorum..

Üç günlük deniz, dağ ve Emirgan yolunda, geçmişimin tekrar geriye gelip önümde maya tutmasını bekliyorum.

Dünkü dağ gezisi beni melankoli gibi çarptı. Deli divane oldum, sarhoş oldum. İnsanların sıkıntılarının dağların doruklarına erişemediğini düşündükçe uçurumlara daha bir hevesle sürdüm atımı. Uçurum derinlik, yükseklik enginlik verdi bana bir zaman.

Bu sabah güneşin ışıkları dünyayı yeni yeni öpmeye başlarken, Emirgan’dan heyelâna tutulmuşçasına sahile aktım.

Emirdağ’a, dağların Seydası, denizlerin Üstadı, ela gözlü yare gitmek istiyordum.

Denizler içmiş gibi doluydum ve dağlardan kopacak fırtınalar bekliyordum.

  23.05.2006

© 2021 karakalem.net, Mustafa Oral



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut