İNCİL’İN KERAMETİ ve
MOĞOLİSTANDA NURLU MÜMİNLER

Halil Köprücüoğlu

NEVŞEHİR’DE, ALLAH diyebilmek, inançlarına uygun yaşayabilmek için uzun yıllar önce yer altlarına şehir kuran Hıristiyan Müminlerin varlığı beni çok heyecanlandırmıştı. Bizler gibi, başkaları da, yıllarca inançları uğruna mücadele etmiş, çok meşakkatler çekmişler. Bunları öğrenince o Hıristiyan Müminlere bin mâşallah diyerek, mücadelelerini tebrik etmiş; onların da cennetlerde olmasını arzu etmiş, bunun gerçek olması için Allah’ yalvarmıştım.

Daha sonra Fethiye’de Kayalı Köyde gördüğüm, köy içinde on-on beş evde bir, küçük kilise diyebileceğimiz bir Şapel’in varlığı beni yine çok hislendirdi. İstanbul Fatih’te bile bu kadar sık cami veya mescit göremezsiniz. Onları tebrik edip samimiyet ve gayretlerine hayran oldum. Ancak köyün üstündeki tepede bulunan büyük kilisenin perişanlığı, bir caminin perişanlığı kadar beni müteessir etti.

Köln’de, Dom Kilisesini ziyarete gittiğimde bom boş hüzünlü bir kilise görünce yine ayni yaralarım depreşti. Duvarlardaki Hz.İsa AS. İle ilgili hüzün veren çarmıhlı resim ve heykeller ise beni iyice dermansız bıraktı. Onların adetlerine uyarak bir mum yakıp Hz.İsa AS. için dua ettim. Kendimi tutamayarak ağladım. Hizb’ül Hakaik’ın sonundaki duada geçen “Hz. İsa AS. ve O’nun dünyaya ehemmiyet vermeyişinin hürmetine” diye duamı tamamladım. Ama beni gezdiren Köln’lü arkadaşlara bu halimi anlatmada çok zorlandım.

Mektubat’ın Almanca’ya tercümesinin editörlüğünü yapan bir Alman ilim adamı Köln Medresesine gelip tercüme meselesi ile ilgili Fırıncı ağabey ve Rüstem Beyle görüşürken “İmam-ı Mübin ve Kitab-ı Mübin manalarının izahının yapılması lazım. Bu kelimelerin Almanca’da karşılıkları bile yok” deyip çaresizliğini ortaya koyması fetretin, balta girmemiş ormanlardan, medeniyetin ulaşamadığı sarp dağlardan daha kesif olarak hala Avrupa’da, modern şehirlerde ve hatta Üniversite mensupları için bile söz konusu olduğunu tekrar hatırladım. Her şeye rağmen İslam’ı öğrenmede Avrupa’da bile zorluklar olduğunu iyice idrak edip Müslüman bir ülkede Müslüman bir ailenin evladı olduğuma, iman ve İslam’a kolay ulaşmadaki lûtfu için göz yaşlarıyla Allah’a şükrettim.

Beş yüz metre karelik salonda belki binlerce farklı esans ve parfüm satılışı; teknolojinin hayalleri bile zorlaması; gemilerin, trenlerin, lüks bisikletlerin, lüks son model otomobillerin yan yana ilerlediği geniş caddelerin; gezmenin bile mümkün olamayacağı dünya ticaretini elinde tutan belki dünyanın en büyük limanının varlığı, hürriyetlerin geldiği sınırları zorlayan müthiş seviye gibi yüzlerce özellik bu zeminleri, insanlar için daha zorlu, daha tehlikeli hale getirip, fetreti de daha kesifleştirmiş. Yakın lezzetlere meyilli insan için fetreti, çeldiricileri çok ve daha aldatıcı yapmış. Otuz binin üzerinde ortaokul seviyesindeki kız çocuğunun anne(!) olduğu, sınıfa girerken çocuğunu kreşe bıraktığı; esrarın devlet eliyle serbest satılmak mecburiyetinde kalındığı; elektrik kesilmesinde veya yaz tatili için yazlıklara ve sahillere gidildiğinde şehirdeki evlerin yağmalanabildiği; sıcakların yükselmesiyle binlerle ifade edilen yalnız yaşlının evlerde tek başlarına öldüğünün çok sonraları tespit edilerek devletin anonslarla “Yaşlılarımıza, (yani ana ve babalarımıza) lütfen bakalım” dediği bir Batıda, mümkünse saadetten ve medeniyetten bahsedin. Değer ölçüleri temelden değişmiş. Hodgâmlık hat safhada. Balkonlarda, pencerelerde hiç insan yok. Ya uyuyorlar, ya çalışıyorlar. Veya bira içerek sızmaya gayret ediyorlar. Çünkü ateistlik % ellileri çoktan geçmiş. Saadet bütün maddi imkanlara rağmen maalesef gelememiş. Boşanma oranı bile % yetmişlere gelmiş dayanmış.

Dillerin tarihçesini okurken öğrendiğim bir hakikatin dini konularda da ölçü olacağını düşünmemiştim. Diyelim ki dilimiz Türkçe, Orta Asya’da başladı ve gelişti. Asırlar içinde değişik coğrafyalarda daha da gelişti, büyüdü. Değişik isimlerle yad edildi. Hâkâniye Türkçesi de oldu; Osmanlıca da oldu. Lehçeler, şiveler, ağızlar oluşturdu. Esasen bütün dillerde ayni şeyler olur. Dil, değişik zaman ve zeminlerde gelişerek belki de farklı isimler alarak yaşamaya devam eder. Hangi isimle yad edilir ise edilsin, bir dilin devamı olarak, bütün devirlerde yaşayan dillerin hepsi, esasen ayni dilden başkası değildir. Mesela Osmanlıca, Türkçe’mizin, Türkiye Türkçesi’nden önceki halidir. Türkçe’den başkası değildir.

Aynen öylede Hıristiyanlık, İslamiyet’ten bir önceki İlahî Dinin ismidir. Bir başka ifadeyle İslam’ın bir önceki versiyonudur. Allah, insanların seviyelerine göre hükümler ifade eden dinler göndermiş. Zamanla asrın ihtiyaçlarına, insanların gelişmelerine uygun dinin yeni versiyonlarını lütfetmiş.

Rotterdam’da Ahmet Said kardeşin 40-50 Üniversiteliyle Nurlu akşam sohbetlerine katıldım. Hollandalı Nur Talebesi Yahya kardeşle tanıştım. Tahsilli cahil olmam sebebiyle Hollanda dili olan Felemenkçe bilmediğimden gözlerle, ellerle kalpten kalbe konuştuk. Aldığım lezzeti anlatamam. Cami çıkışında tanıştırdıkları Belçikalı bir kardeşi de bu arada hatırlatmam lazım. Ancak Türk olan kocasından, dayak yeme sebebiyle ayrılan, Hollandalı Nur Talebesi hanımla, Rehabilitasyon Merkezindeki seminerde tanışınca ise hem sevindim hem de üzüldüm. Yine oradaki mimari yarışmada Rotterdam 2.si olan minareli Mevlana Camisinde, caminin içinde arkada ayaklarını uzatarak, kocasıyla beraber heyecanla cemaati seyreden hanım için de; idrakli, dil bilen, sofi olmayan bir Müslüman’la karşılaştırması için Allah’a çok dua ettim.

Rotterdam İslam Üniversitesinin öğretim üyesi Prof. Dr. Bünyamin Duran beyin ”İmam-ı Gazali’nin İncil Yorumu”nu dinledikten sonra bu duygu ve düşüncelerim daha istikrarlı hale geldi. İslam’ın bir çok meselesi gibi İncil’in de iyi anlaşılabilmesi ve yanlış manalardan kurtulabilmek için bir çok meselesinin tevil ve tefsirlere ihtiyacı olduğunu idrak ettim. O Üniversitenin Internet sitesine girip bu konferansı dinlemeyi herkese tavsiye ederim. Hep beraber, isterseniz “Hz. İbrahim’in dininde buluşalım.” İsterseniz Hz. Adem AS.’dan beri değişik versiyonlarıyla muhatap olduğumuz hanif dinin temel esaslarında birleşelim. Her halükârda sırat-ı müstakimde buluşmuş oluruz.

İncil ile ilgili beni çok etkileyen bir önemli hadiseyi aktaracağım.

Size Moğolistan’dan bahsedeceğim. Hayalî değil; yaşanmış ve halen yaşanmaya devam eden bir şeyleri hikâye etmeye çalışacağım. Burada, bir zamanlar medenî dünyayı kana bulayan Cengiz’in torunları yaşıyor. Burası ayni zamanda eski çağların en bilgelerinden sayılan Bilge Kaan ve Tonyukut’un da ülkesi. Orhun Abideleri burada dikilmiş; hâlâ, asırlardır unutulmayan, değerini kaybetmeyen nasihatlerini, dünyaya anlatmaya devam ediyorlar.

Yakın zamana kadar buralarda komünizm hakimdi. İnsanlar hür değildi. Din afyon gibi telakki edildiğinden, insanlar inanma ihtiyaçlarını doğru yollardan gerçekleştirme imkanlarına sahip değildi. Fetret hakimdi. İnşâllah bu sebeple sadece O’nu bulmak kafi idi. Yaratıcının varlığını bilmek bile o beldenin temiz ruhlarının kurtulması için inşâllah yeterli idi.

1994 yılında 83 yaşında vefat eden Kazak, Tilek Dede, Moğolistan’ın Doğu Türkistan yakınlarındaki bir şehrinde, küçük bir köyde yaşamış. Beslemeye çalıştığı bir kaç koyunuyla, Altay dağlarının şiddetli ayazlarına katlanarak geçinmeye, ayakta durmaya çalışan Tilek Dede, şükretmesini fıtrî olarak bilen, mesut bir insanmış.

Bilge Kaan ve Tonyukut’un ülkesinde, Orhun Abideleri’nin zemininde bulunması, yaşaması sebebiyle olsa gerek yıllardır içini kemiren, onun saadetini mahveden hisler vardı ve ondan bir türlü kurtulamıyordu. Dedelerinden duyduğu yaratıcı, Allah var mıydı ? Varsa nasıldı ? Dedesinin dediği gibi her şeyi yaratan O ‘muydu. Ama neden torunu okulda başka şeyler öğrenip geliyordu. Yoksa O’nu öğretmek istemiyorlar mıydı. Eskiden, onun dedesi zamanında inanan bir çok insanı neden öldürmüşlerdi. Ölüm tehlikesine rağmen inanmakta direnmenin ne anlamı vardı. Dedesinin ve babasının yaşadıkları, anlattıkları uzun kış gecelerinde, koyunlarıyla saatlerce gezindiği otlaklarda, bozkırlarda onu hiç bırakmıyordu. Zihninde onu kemiren düşünceler olarak hep canlı olarak kalıyordu. Hem karların arasında çıkan şu güzelim çiçekler kokuyu, rengi nereden almışlardı; kar da, toprak da bu güzellikleri asla kendileri veremezdi. Hem bu koyunlardan sağılan, kanla fışkı arasından gelen süt memeler musluğundan nasıl akıyor, nasıl ortaya çıkıyordu. Bu bembeyaz, lezzetli süt, otlardan, yemlerden olamazdı. Hem havadaki milyonlarca yıldızlar, ateş parçaları nasıl oralarda duruyordu. Hem hayvanların karınlarından, taylar, kuzular bütün yavrular bu kadar mükemmel olarak nasıl çıkıyordu. Hem, ölenler nereye gidiyordu...Bütün bunlar nasıl oluyordu... Bitmek, tükenmek bilmeyen sorular, sorular, sorular...Onu kahreden, huzurunu kaçıran, uykularını yok eden cevapsız sorular...Yıllar böyle geçti gitti…

Bir gün, bir Moğol talebe, ismini hatırlayamadığı bir memleketten gelen bir kaç turisti, Altay dağlarına, yılkıları (at sürülerini), oradaki yaşama şartlarını ve şeklini göstermek üzere gezmeye getirmişti. Abraham ismindeki mavi gözlü turistin efendiliği, sakinliği ve bazı halleri dikkat çekecek kadar farklıydı. Abraham, sabahleyin küçük bir kitabı özel çantasından çıkarmış, bir şeyler okuyup, yine çantasına koymuştu. Bu Tilek Dedenin daha da çok dikkatini çekmişti. Abraham, o kitaba çok hürmetli davranmış, onu öperek başına götürmüş; sonra kalbinin üstünde tutarak Dedenin bilmediği bazı sözlerle, gök yüzüne bakarak, sanki uzaklardan onu duyan birisine bir şeyler mırıldanmıştı.

Tilek Dedenin içi ürpermişti. O kitap, dedesinin bahsettiği Kutsal Kitap olabilirdi. Geç vakte kadar onun yanından ayrılmadı. Artık onu daha dikkatli izledi. Abraham, yemeklerden önce de ellerini birbirine kavuşturup, yine gök yüzüne bakarak bir şeyler söylüyor ve amen diyerek sözlerini bitiriyordu. Tilek Dede, gece olup da yalnız kalınca hemen bu amen sözünü ve küçük kitabı ona sormak istedi. Fakat onun dediklerini anlamıyordu. Abraham küçük kitabı hürmetle çıkarıp ona bir şeyler anlatmaya çalışıyordu ama Tilek Dede bir şey anlamıyordu. Rehberlik yapan Moğol talebeyi uyandırdılar. Hıristiyanlık dininin kitabı olan İncil’i o zaman tanıdı. Tilek Dedenin isteğine dayanamayan Abraham, sırt çantasından çıkardığı biraz eski olan başka bir Kutsal Kitabı ona hediye etti. Tilek Dede kitaptaki Yaratıcının adını göstermesini isteyince, Abraham kitaptan yaratıcının ismi olan kelimelerin çoğunu altını, renkli bir kalemle işaretledi. Sorularını ona sormaya çalıştı. Tam cevaplar alamasa da her şeyin arkasında Allah’ın olduğuna kalbi hemen kanaat getirivermişti. Biraz olsun içindeki sızılar dinmiş, kalbi rahatlamıştı.

Dede artık o eski kitapla yatıyor, onunla geziyordu. O da Abraham gibi içinden geldiğince semaya ellerini kaldırarak isteklerini söylüyordu. Artık içindeki eski sıkıntıları azalmıştı. İnşâllah onun diliyle, Moğolca yazılmış veya okuya bildiği bir kutsal kitap eline geçerdi. Yıllar, yılları kovaladı. İnançların geliştirecek başka fırsatlar, imkanlar bir daha eline geçmedi. Yaratıcıdan, Moğolların, Kazakların, hiç olmazsa evlatlarının inançlı olmasını, onların Yaratıcıyı tanımasını yıllarca istedi durdu. Hem de Abraham gibi ellerini kavuşturarak, göğe bakarak...Parmaklarını küçük kitaptaki işaretli kelimeler üzerinde gezdirip, içinden geçenleri sıralıyor, mırıldanıyor, çoğu kez ağlayarak yalvarıyordu. Geceleri yastığının altına koyduğu kitabı, gündüzleri de fanilasının altında, boynuna taktığı torbada saklıyor; zaman zaman çıkarıp işaretli kelimeler üzerinden Yaratıcısı olan Allah’ın isimlerini okşuyor, O’na dualar ediyor, isteklerini sıralıyor, O’na sığınıyordu.

Yıllar bir birini kovaladı. Üniversite çağına gelen evlatları tahsil için, ateist olarak gittikleri Türkiye’de, Türkçe ile birlikte Allah’ı da tanıdılar. İlk defa tanıştıkları grup, ateist olmaları yüzünden, oğlu Hayreddin ve arkadaşlarını birkaç ay sonra kapı önüne koyarken, bir başka diyalogcu grup aylarca bunlara katlanıp, sabırla tahammül edip kalplerinin yumuşamasına, imanla tanışmalarına sebep olmuştu. Tilek Dede’nin parmaklarıyla ismini okşadığı Allah, onun evladına en son, en mütekâmil din olan İslamiyet’i tanıtmıştı.

Evladı Hayreddin Tilek, Türkiye’de Müslüman oldu. Bu da yetmedi. O Allah, Manisa’da Kur’an’ın 20. Asırdaki Nurlu Talebelerini, onun karşısına çıkardı. Nurlu Müminler ona Kainat Kitabından da okumasını öğrendiler. Yılların birikimi olan kir ve paslarını Marifetullah ile sildiler. Bir sene bile geçmeden Moğolistan’a geri dönen evladı Hayreddin ve arkadaşları, ona Kur’an’ı getirdi; ”Bismillâhirrahmânirrahîm...Elhamdülillahi Rabbil alemin.....” diyerek, Allah’ın, hakiki, doğru, sıhhatli haliyle bulunun en son kitabından okudular. Sabahlara kadar beraber ağlayarak Allah’a şükrettiler. Tilek Dede çok yaşlı ve hasta idi. Artık son dini tanımış, Allah’ına, O’nun Kitabına kavuşmuştu. Günler geceler boyu durmadan oğlu Hayreddin’e, O’nu soruyordu. Rahman ve Rahim oluşundan başlayarak beş altı gün Hayreddin, bütün öğrendiklerini bazen anlatıyor bazen getirdiği Nurlu Kur’an Tefsirlerinden okuyarak izah ediyordu. Dede, adeta durmadan, bütün sorularını sıralıyor, soruyordu. Sanki zamanı kalmadığını anlamışçasına, durmadan, arka arkasına soruyordu. Oğlu Hayreddin, hemen hepsine cevaplar vermeye çalışıyor; bazen de gidip telefonla Türkiye’deki arkadaşlarına soruyor, babasına öğle anlatıyordu.

Bir sabah, Hayreddin’in gelmesinden bu tarafa, daha bir hafta olmadan, Dede çok ağırlaştı. Daha namaz kılmayı bile öğrenmemiş, sureleri ezberleyememişti. Fakat torunuyla beraber, onun arkasında, onun gibi Yüce Allah’ın huzurunda hürmetle durararak, ellerini önünde bağlı tutarak, içinden geçenleri söylemiş, ”Allah Allah “diyerek tekrarlar yapmış, namaz kılmaya çalışmıştı.

Acıdan kıvranırken, devamlı ”La ilahe.... illallah,.... Muhammeden.... Resulullah” demeye gayret ediyordu. Fakat telaffuzları çok düzgün olmadığından, olamadığından, torunu hece hece söyletmeye çalışıyordu. ”La i-la-he... il-lal-lah,....Mu-ham-me-der ....Re-su-lul-lah”.

Eski küçük kitabıyla Kur’an’ı yan yana koyarak onlara sarılmış ağlıyor; torununun söylediklerini tekrar etmeye çalışıyordu ki ”.........Al-lah, Muhammed...,Muhammed....Mu-ham-me-den .....Re-sul .....Al-lah” diye hafifçe mırıldanırken bir anda nefesi kesildi, başı yana düşüverdi. Tebessüm eder bir tarzda hareketsiz kaldı.

Ondan geriye, Allah manasına gelen kelimelerinin altı çizili bir eski İncil kaldı. Bu eski küçük Kitap, yirmi küsûr yıl onun imanını muhafaza etmiş; içindeki sızıyı bir nebzecik olsun dindirmişti. Hayatının son beş altı gününde onu İslamiyet’le buluşturuncaya kadar onu muhafaza etmişti. Onunla, çizili kelimeler üstünde parmaklarını sürerek, sığındığı Rabbi, şimdi Nurlu bir Kur’an Talebesi olan evladına, naşının başında Yasin okutturarak, onu ebediyet alemlerine, huzuruna aldırıyordu. Fetret zemininde yaşamış bu garip, fakat yiğit kulunu, inşâllah altından nehirler akan, hurilerle tezyin edilmiş bir alemde ebediyen mes’ut edecektir. Oğlu Hayreddin Tilek vasıtasıyla kapanmayan amel defterine de yıllarca nurlar akacaktır inşâllah...

İsterseniz, bu günlerde yeni gelen son mektuptan diğer gelişmeleri de anlatalım.

İş, Tilek Dedenin, ömrünün son haftasında Müslüman oluşu ile bitmemiş. Dedenin beraber koyun güttüğü, belki eski küçük kitapta, isimlerini, onun parmaklarıyla okşamasına da müsaade ettiği arkadaşı Salih Dede de artık Müslüman olmuş. O onlara kırk kilometre kadar uzaklarda bir köyde oturuyormuş. Ona Tilek dedenin oğlu Hayreddin, Nurlu Kur’an Tefsirlerini götürmüş. Salih dede şimdilerde namaz kılıyormuş. Ayrıca her hafta bir gece, yaşlı atıyla Hayreddin’lere geliyor, Nurlu Kur’an sohbetlerine katılıyormuş. Altay dağlarında İslamiyet sanki yeniden neşv-ü nema buluyor gibi imiş. Gece sohbetten sonra orada kalıyor; ertesi sabah atla köyüne dönüyormuş. Bu günlerde o da hasta imiş. Sohbetlere gelememiş. Hayreddin, dokuz arkadaşıyla minibüs kiralayıp köye gitmiş. Paraları minibüse yetmemiş. Bu hafta biriken süt parasıyla eksik kalan miktarı tamamlayacaklarmış. Salih Dede’yle Hastalar Risalesi adındaki eserden okumuşlar. Hem de hep beraber, Kazakça el yazması tercümesinden ve göz yaşlarıyla.

Salih Dede “Bu Kur’an tefsiri olan kitapların buraların diline, Kazakça veya Moğolca’ya tercümesini, çevirisini tamamlayın, matbaada bastırın. Benim altı koyunum var. Feda olsunlar. Artık benim ömrüm bitti. Ahir ömrümde Kur’an tefsiri bastırmanın şerefini yaşayayım. Allah’ımın huzuruna bu sevapla gideyim .” demiş. Bu günlerde tercümeyi bitiren Hayreddin ve arkadaşları, Haykactap Phcajıeci’nin (Hastalar Risalesi’nin) Kazakça baskının son düzeltmelerini de tamamlamışlar. Önümüzdeki günlerde bizlere de örnek göndereceklermiş.

Eski bir İncil ile, imanları muhafaza eden; on beş bin kilometre uzakta, Türkiye’de bu insanların evlatlarını iman ve İslamiyet’le müşerref eden, Kur’an’ın Nurlarıyla tanıştıran; hayatının son haftasında onların imanlarını daha da geliştirip, İslamiyet’le şereflendiren Cenab-ı Hak’ka hamd olsun.

Ayrıca bizlerin bu ebedi saadet yoluna kavuşmasına vesile olan, Hazreti İsa AS. ve Hazreti Muhammed ASM. efendilerimize de binlerce selam ve sâlât olsun.

Hâzâ min fazlı Rabbi..

  17.05.2006

© 2021 karakalem.net, Halil Köprücüoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut