Dördüncü Rica: Kızkulesi Lahikası

İNSANI VE kainatı aşındırıp çözen bir sonbahar akşamı Kızkulesi’ndeyiz. Yıllardır görmediğim dostlarımı görmek için buradayım. Anadolu’nun kuş uçmaz, kervan geçmez bir köyünde yıllarca kar topladıktan sonra bir çığ gibi buraya düştüm.

İstanbul’un gurbet akşamlarımın gözünde mavi bir nur olduğunu sanarak seyrediyorum etrafı. Yollar değişmiş, yoldaşlar değişmiş. Arkadaşlar gitmiş, kardeşler gelmiş. Kardeşler dost, dostlar arkadaş olmuş. Arkadaşların kimisi hiçbir şey olamamış. İstanbul’un bazı yerlerinde her şey değişmiş, bazı kimseler ise hiç mi hiç değişmemiş. Kızkulesi’nin az ötesinde Haydarpaşa Lisesi aynı hüznüyle orada öylece durup duruyor. İstanbul’da Paşa adını taşıyan o kadar çok semt var ki, “Acaba bir gün benim adım da bu şehrin bir yerine verilir mi?” diye umut etmiyor değilim. Küçük Mustafa Paşa ve Koca Mustafa Paşa semtleri var zaten. “Benden bir isim verseler ne derlerdi acaba?” diye soruyorum kendime bir an için. Neyse...

Senelerin aymazlığı, insanların çabucak değişivermesi ile kesişince hayretimi çoğaltan duygularla kuşatılıyorum. Ardıma dönüp baktığımda zamanın sırlı kitaplarda anlatıldığı gibi hayal hızında geçtiğini fark ediyorum.

Herkese ve her şeye karşı köpüren bir özlem göğsümde gövermiş. Endişelerim korkuya dönmüş, korkunun çocuğu olmuşum. “Ya hiçbir şey bıraktığım gibi değilse” diye kaygılanmışım. Yine de her türküde nükseden hasret, koskocaman bir türkü olan İstanbul hatıra geldikçe deprenip durmuş.

Yıllardır Anadolu’nun o dağ köyündeydim. Mevsimlerle küstüm, yıllarla kavgam vardı. Seni, şiiri, İstanbul’u ve kavgayı çok severdim. Türküleri saymazsak, senden, şiirlerden, İstanbul’dan başka hiçbir şeyi görmezdi gözüm. Ne çiçekler, ne çelenkler.

Yıllar sonra işte İstanbul’dayım. Ayrılığın ölümden daha ürkütücü ve yalınlayıcı olduğu anlarda bu günleri düşler, teselli arardım yad ellerde. Anadolu’nun bir köşesine sıkışıp kalmıştım. Kimse seferberlik yıllarından konuşmazdı. Yalnızlığa tuz biber eken akşam olunca ortalıktan el ayak çekilirdi. Köpeklerle, şiirlerle ve türkülerle yapayalnız kalırdım. Ağrılı kalble tandır başlarında köpek seslerinden uyuyamazdım. Şiirler ateş alır, türküler ateş olur, köpekler uluya uluya odun taşırdı tandıra. Bir tandır vardı, bir de tambur... Yanardım yakılırdım da, yine de ezilen insanlara türküler yakamazdım. Zavallı yüreğim yasla dolardı. Bazen ipe dolaşmış atlar gibi günlerce evden çıkmazdım. Kendime dolana dolana, döne döne yüreğimi dağlar, dağlardım.

Bozkırlar yaz aylarında geceleri üzerime sapsarı doğan aya nazire yapar, sapsarı buğday ve hüzünlü insan rengine bürünürdü. Kışın kardan beyaz gelinlikler giyinirdi. Dağlara kar çıkartırdı. Karlar giyerdi bozkırlar, ben üşürdüm.

Gurbet bir gece gibi uzar, uzardı. Ak gelinlikleriyle bozkırlar ufuklarla öpüşürdü. Ben mahur makamında mahmur mahmur ağlardım. Bozkırların ortasında bir al gül yoktu ki, her gün kanayan rengi ile bana eşlik etsin.

Bir taraftan dostlarımla anılarımızı bir bir derlerken, bir taraftan bu günlerden, bir taraftan da yarınlardan bahsediyoruz. Bütün zamanları Kızkulesi’nde yaşıyoruz. Kimimiz dağlardan, kimimiz karlardan söz ediyor. Bazımız vergilerden, bazımız dergilerden. Diğer birisi henüz Diriliş Bildirisi’ni yayımlamadıklarından, başkası Dergah’a kapalı olmaktan yakınıyor. Bursalı Tarkan Ünal ve Bergamalı Ali Kös yeni dergileri karakalemlerle dokumaktan bahsediyor.

Burada yeni yeni haberler alıyorum. İstanbullu Bülent komünistliği bırakmış. Karslı Kemal Yıldız’ın evlendiğini duyuyorum, biraz burkuluyorum. İzmirli Muharrem Demirhisar’lı içimizde değişime en çok meyilli olan arkadaşımızdı, o değişmeye devam ediyor. Oysa Bilecikli Engin Arıcı tahmin ettiğim gibi hiç değişmemiş. Maraşlı Mahmut İspir ‘Sen n’apıyorsun?, diyor bana. ‘Anadolu aydının cehennemiymiş, şimdilerde ölü bir ozanım’, diyorum.

Neşeliyiz. Buhranlarımız bulut bulut çözülüyor. Yine sen geliyorsun aklıma. Kalkıp Kızkulesi’nin en tepesine çıkıyorum. Haydarpaşa taraflarına bakıyorum. Şimdi gurbet içinde gurbetteyim. Bedenim bir bardak, ruhum bir su oluyor. İstanbul beni karıştırıyor bir kaşık gibi. Eriyorum, eriyorum denizde. Denizde demimi bulurum umuduyla kendimi rüzgarın kollarına bırakıyorum. Gönlüm kabarıyor. Kelimeler aşkı anlatmaya yetmiyor. Derya gönüllü bir adamdır, derler ya bana; deniz geliyor aklıma. Susuyorum da, kendimi rüzgarın kollarından alıp, denizin kucağına bırakıyorum. Denize vuruyorum yüzümü. Yüzüm bir deniz.

Dalgalar denizin nazik çocukları. Dalgalar parka çıkmışlar. Anneleri olan denizin en derin yerleriyle vuruyorlar Kızkulesi’ne. Hüzünlü bir çağıltının iç çekmesi oluyorlar. Sanki engellenemeyen bir hasretin tercümanları bunlar. Dalgaların kalbimin dinmeyen feryatlarına derman olmasını istiyorum. Onlar da benim gibi yorgun argın vuruyorlar kıyılara. Ne kadar yol yürümüşler de gelmişler buralara? Tuna’dan mı, Volga’dan mı kopup gelmişler? Gözyaşı bestesinin hüzzam çırpıntıları olan dalgalar, beni o yara götürebilir mi? Götürebilir mi diye segah makamında ağladım ağladım. Sahi belki sen bilmezsin. Benim kırk çeşit aşk halim vardır. O hallere göre kırk değişik makamda ağlarım. Öyle vakitli vakitsiz de ağlamam. Benim ağlayışlarım ezanlar gibidir. Günde beş kez. Bendeki beş değişik zamanı anlatır göz yaşlarım. Şimdi segah makamında ağlıyorum ya, şimdi zaman akşamdır ve hüzün dal budak salmıştır bende.

Gözyaşım denizin tenine dökülünce, sanki göz yaşlarımla birlikte bütün varlığım denize akıyor. Sanki gözyaşım bir oluk oluyor, akıyorum denize. Sular bir sal oluyor, hayalimin elinden tutarak Volga içlerine çekiyor beni. Yüzümü dalgalarla, kalbimi anılarla yıkıyorum.

Aşka bereket, duaya hüzün veren Volga’ya varıyorum. Kalbim ağır aksak, nehirde çırpınıyor. Ellerim boşlukta birilerine tutunmak için geziniyor. Neden sonra, nehre burcu burcu aşk kokusu dağıtan bir elle ellerim buluşuyor. Sonra biraz soğukkanlı, biraz da mahzun bir yüzle karşılaşıyorum. Gözlerimde şimşekler çakıyor. Siya siya yol alan geminin güvertesine çarpan rüzgarın renkleri gibi yüzümün gökkuşağının renklerine bulandığını sanıyorum. Korku ve heyecan arası bir sesle ‘Sensin. Demek hala buralardasın?’, diyorum.

Nehir coşmuş, acıları ateşleye ateşleye İstanbul’a vuruyor.

Yalnızlığın kurşun gibi sinelere saplandığı bir günde, seni aşka dizmek istemiştim. Beni öldüren kurşun, seni yaralayamazdı bile. Çünkü sana göre ölüm dostlardan ayrılıkla başlar, yalnızlıkla kemale erer, aşkla son bulurdu. Yalnızlığa ve aşka alışmalıyız değil mi? Hep söylerdin kabre de yalnız gideceğimizi. Asıl gurbet orası değil mi?

....

‘Haydi çıkıyoruz.’ diyen bir sesle ruhum aklını başına topladığında etrafta birkaç kişinin kaldığını fark ettim.

Vuslat içinde gurbet yaşanılan bir akşamdan geri döndüm.

Kızkulesi’nde gözyaşı kulesine döndüm...

  16.05.2006

© 2021 karakalem.net, Mustafa Oral




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut