‘Siyaset-i Şer’iye’

MÜSTEBİD OLAN BİZ MİYİZ? Yoksa Abdülhamit mi? II. Abdülhamid’in istibdadı münasebetiyle yazdığım yazı üzerine gelen eleştiriler, beni, ciddi bir kuşkuya düşürdü. Kuşkum, Abdülhamid’in istibdadıyla ilgili değil, bizim zihinlerimizdeki istibdatla ilgili.

Zira, o kadar konjonktürel düşünüyoruz ki, yaptığımız yorumların çoğu, tarihsel ve zamansal gerekçelere dayanıyor. Sözgelimi, bu gün benzer konjonktürel şartlar gerçekleşirse, aynı istibdadı biz de uygulayacağız gibi geliyor.

Oysa ki, fikri müzakerelerde, pratikteki uygulama(veya de facto durumu), bir fikre ne temel olabilir ne de gerekçe. Yaşanmış tarihi gerçekler, hakikat değil, ancak hakikate uygunluğu tartışılabilir olan geçici durumlardır. Tarihe ve geçmişe yada tarihi şahsiyetlere kendi fikrimizi yüklememiz, onları kendi gerçekliğinden koparmaz.

Hiç birimiz Abdülhamid’in konumunda değiliz, ancak onun konumuna geldiğimizde ondan daha beter portreler çiziyoruz. İktidarda olmadığımız halde, şartlara mahkum olmadığımız halde, fikren istibdadı meşru görmeye başlıyoruz. Elimize güç geçtiğinde, neler yapabileceğimizi bir düşünelim. Bu gün gelinen noktada, gerek cemaat yapılarında, gerekse kendi özel hayatımızda, elimizdeki gücü müstebidane mi kullanıyoruz, yoksa hürriyet ve şahsi teşebbüsü mü ön planda tutuyoruz?

İstibdadın fikren savunulacak tarafı yoktur. Tek dayanağı, nizam-ı alem fikridir. Nizam-ı alem, şer’i hukuktan mülhem bir kavram değil, örfi hukuktan üretilen/türetilen bir kavramdır. Nizam-ı alem için, istibdat yapmak; kardeş katline fetva vermek; cemaatin selameti için ferdi feda etmek; siyasetin kurallarını, ferdin hukukuna üstün tutmak bu üretimin bir sonucudur. Müzakere, II. Abdülhamid’in istibdad yapıp yapmadığından çıktı, ama bence tartışılacak sorun daha derinlerdedir.

O halde, Abdülhamid’in şahsını değil, istibdadı tartışmalıyız. Tartışmayı Abdülhamid’in şahsına indirgemek, kolaycılık olur. Fikirleri tartışmak da, cesaret ister. Zira, bir fikir tartışıldığında, hayalimizde, fikrin dokunduğu birileri varsa, fikrin tartışılmasıyla, ‘hayali Ziyaeddin’lerimiz darbe alıyorsa bun ancak sevinmek lazımdır. Zira, bu gerçek Ziyaeddinleri sevmeye devam edebiliriz demektir.

İstibdadın caiz olduğunu savunanların dayandığı bir kavram vardır. O da siyaset-i şer’iyedir. Siyaset-i şer’iye, içinde (şer’i) kutsal bir kavram barındırsa bile, örfi bir kavramdır. Ve şer’i hukukun bir kavramı değildir.

Toplumsal yapıyı, bireyin özel alanına tercih eden her türlü anlayış, genellikle düşüncesini bu siyaset-i şer’iye kavramına dayandırır. Özellikle yönetenlerin, siyasi/örfi her türlü işlemini dayandırdığı bu kavram, İslam aleminde yüzyıllar boyu, bir çok zulmün gerekçesi olmuştur.

Bir insanı öldürmenin mümkün olan bütün hallerini belirten Kur’anın emirleri aşılarak, başka örfi gerekçelerle katil caiz kılınmıştır. Muaviye’nin devletin bekası için koyduğu kurallardan tutun Fatih’ın kardeş katlini caiz gören fermanına kadar, Osmanlı Padişahlarının devlet-i ebed müddet anlayışına kadar bütün uygulamalar, kaynağını örfi hukuktan ve örfi hukukun siyaset-i şer’iye kavramından almaktadır.

Örfi Hukuk, devlet iktidarını esas alan ve zaman zaman dini gerekçelerle devletin bekası sağlanamadığı durumlarda, devletin selameti için şer’i kurallara aykırı bile olsa bazı kaidelerin ihdas edildiği kurallar bütünüdür. Bu hukuk, esasen şer’i hukuka dayanmak zorudadır. Ancak, tarihsel seyirde, Emevilerden Osmanlı devletine kadar saltanatın bir rejim şekli olduğu bütün dönemlerde, örfi hukuk kendisine yer bulmuştur. Şer’i hukukla zaman zaman bir çatışma içine girse bile, sırtını devlet iktidarına dayadığı için, şer’i hukuk-örfi hukuk çatışmasından, çoğunlukla ikincisi galip gelmiştir.

Günümüzde de devlet kavramına kutsallık atfedenler, bu yüzden devleti ele geçirme faaliyetini de kutsamakta ve bunu ‘hizmet’ ya da ‘dini bir görev’ gibi kabullenebilmektedirler. Devlet gibi bir kutsalı olanların, devleti ele geçirmek için yaptığı bütün faaliyetler de (bu arada şer’i olana aykırı bile olsa) siyaset-i şer’iye gereğince meşruiyet zemini bulmaktadır. Bu yüzden, milliyetçi gruh devlet için yaptığı bütün çabalarını ‘cihad’ kavramıyla kutsallaştırırken, ‘islam milliyetçiliği’ davası güdenlerin de ‘hizmet’leri, aynı kavram zemininde meşruiyet bulmaktadır.

İmdi, bizler, şer’i ve fıkhi kavramlarımızı geçmiş İslam devletlerinin icraatlarına mı dayandırmalıyız, yoksa yüzyıllar boyu İslam düşünce hayatının zengin birikimine ve onun dayanağı olan kelam-ı ezeliye mi dayandırmalıyız? Bir önceki ‘istibdadın doğrusu var mı?’ başlıklı yazılara gelen yorumları bir kez daha bir kez daha okuduğumda, bir çok arkadaşın birinciyi kendilerine gerekçe olarak seçtiğini üzülerek müşahede etmekteyim.

O halde sorular sormaya devam ediyorum. Evrensel mesajları olan İlahi Kelamı, dünya toplumlarına sunmanın yolu nedir? Bir veya birkaç geçmiş İslam devletinin devlet uygulamalarını mı insanlığa sunacağız? Yoksa İlahi Kelam’ın süzülerek ulemanın eserlerine yansımasını mı esas alacağız? Başka bir deyişle, ulema mı bizim zihin dünyamıza meşruiyet sağlayacaktır? Yoksa umera mı bize meşruiyeti sağlayacaktır.

Aslında bu günkü yazıda Adalet-i mahza ve izafiye konusuna girecektim. Ancak, bir önceki yazıya gelen yorumlar, bu konuya girmeme müsaade etmediğinden dolayı, inşallah bir sonraki yazıda bu konulara çalışacağım.

  15.05.2006

© 2021 karakalem.net, Ahmet Nazlı



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut