İstibdad’ın Doğrusu Var mı?

ZAMAN GAZETESİNDE, geçtiğimiz Pazar günü(16.04.2006) Mustafa Armağan’ın, Said Nursi-II.Abdülhamid ilişkisine dair yazısını okuduğumda, M.Armağan’ın, Abdülhamid’in istibdadını doğru bulduğu gibi bir izlenim edinmiştim.

Dünkü yazısını okuduğumda ise, bu izlenimim kesin bir kanaate dönüştü. Zira dünkü yazısında M.Armağan açıkça, S.Nursi’nin hata ettiğini ifade ediyordu. M.Armağan’a göre, S.Nursi, birinci Said döneminde Abdülhamid’i eleştirmekten dolayı (sonradan) pişmandı ve hata ettiğini söylüyordu.

Maalesef M. Armağan, Bediüzzaman'ın Abdülhamid'e karşı eleştirisinin şahsi olmadığını vurgulamak için, Abdülhamid'in istibdad politikasını tasvip eder pozisyona düşmüş ve istibdad gibi bir 'hata'nın aslında sevap(doğru hareket) anlamını yüklendiğini iddia etmiştir. M. Armağan açık bir şekilde, S. Nursi'nin, padişahın istibdadını eleştirisinden döndüğünü iddia ediyor.

Yani Armağan'a göre, S.Nusi şöyle demek istiyor:'Abdülhamid'e müstebid diyerek ben hata ettim, aslında o istibdad yaparak hata etmedi; ben, onun istibdadını eleştirerek hata ettim.'

Oysa ki, S. Nursi, istibdadın her türlüsünü vurmuş ve eleştirmiştir. S. Nursi, Abdulhamid’in istibdadını, ‘mecbur kaldığı istibdadı’ şeklinde ifade etmesine rağmen, eleştirmekten çekinmemiş ve istibdadın hem teorik olarak hem de pratikteki uygulamasını, hafiyecilik politikasını eleştirmiştir. Abdulhamid’in, susması için verdiği ihsanı, Bediüzzaman, reddetmiştir. Hem de tımarhaneyi onun ihsanına tercih ettiğini söylemiştir.

Bediüzzaman’ın, Abdülhamid’in istibdadı için kullandığı ‘gebermiş istibdad’ tabirini hatırlamakta fayda var. ‘Dünya için din feda olunmaz. Gebermiş istibdadı muhafaza için, vaktiyle mesail-i şeriat rüşvet verilirdi. Dinin meseleleri terk ve feda edilmesinden, zarardan başka ne faydası görüldü? Milletin kalp hastalığı zaaf-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir’1 Bu satırların yazıldığı tarih, 18 mart 1909 tarihidir.

Yukarıdaki ifadede geçen‚ ’dünya’ kelimesinin yerine, ’devlet’ kelimesini koyduğumuzda, hem istibdadın neyi korumak için yapıldığını hem de mananın değişmediğini görebiliriz. Demek ki dinin meseleleri, devlet dahil dünyanın hiç bir meselesi için taviz verilmez.

Bunun yanında, Bediüzzaman, Abdulhamid’e tavsiyelerde bulunmuştur. Mesela yıldız sarayını darülfununa çevirmesini öğütlemiştir. Ama hiç bir zaman, devletin selameti için yaptığı istibdadı doğruladığı izlenimi vermemiştir.

Abdulhamidden sonraki mütebitleri keşfetmesi, sonraki müstebitlerin farkına varması Abdülhamid’in istibdadına yaptığı eleştiride yanıldığı anlamına gelmemeli. Zira, O, ‘İstibdat, zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet, adalet ve şeriattır. Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa, Peygambere tâbi olmayıp zulmedenler, padişah da olsalar haydutturlar.’ demiştir. Elbette ki daha sonra gelenlerin çok daha fazla müstebit olduklarını vurgulamış ve onları da çok şiddetli bir şekilde eleştirmiştir.

Peki M. Armağan’ı S. Nursinin hata ettiği şeklindeki kanaate sevkeden aşağıdaki ifadede S.Nursi, ne demek istiyordu? ‘II.Abdülhamid’in istibdat yapmadığı’nı mı demek istiyordu? Yoksa ‘O da istibdat yapmış ama, sonradan gelenler ondan beter’ mi yapmış demek istiyordu?

‘Eski Said, bazı dâhi siyasî insanlar ve harika ediplerin hissettikleri gibi, çok dehşetli bir istibdadı hissedip ona karşı cephe almışlardı. O hiss-i kablelvuku tâbir ve tevile muhtaç iken, bilmeyerek resmî, zayıf ve ismî bir istibdat görüp ona karşı hücum gösteriyorlardı. Halbuki onlara dehşet veren, bir zaman sonra gelecek olan istibdatların zayıf bir gölgesini asıl zannederek öyle davranmışlar, öyle beyan etmişler. Maksat doğru, fakat hedef hatâ...

İşte Eski Said de, eski zamanda böyle acip bir istibdadı hissetmiş. Bazı âsârında, ona hücumla beyanatı var. O müthiş istibdâdât-ı acîbeye karşı meşruta-i meşruayı bir vasıta-i necat görüyordu. Ve hürriyet-i şer'iye, Kur'ân'ın ahkâmı dairesindeki meşveretle o müthiş musibeti def eder diye düşünüp öylece çalışmış.’

Elbette ki, II.Abdülhamid’in istibdadı, kendisinden sonra gelenlerin istibdadıyla mukayese edildğinde, aralarında bir çok farklılık bulunacaktır. Ancak bu farklılığı görme, Abdülhamid’in istibdat yapmadığı gibi bir sonuca bizi götürmemelidir.

Yukarıdaki ifadeler, S.Nursi’nin önceki eleştirisinde hata ettiği şeklinde anlaşılmaktan uzaktır. S. Nursi’yi çağdaşlarından farklı bir şekilde okumak lazım, ama bu onun Abdülhamid istibdadını hafif gördüğü şeklindeki bir farklılık olarak değil, S. Nursi’nin farklı fikirde de olsa muhalefetini açık bir şekilde yaptığı şeklinde anlaşılabilir. Diğerleri gibi ya tamamen savunmacı yada tamamen isyancı bir harekete kalkışmamıştır Vasat bir biçimde, reddetmemek ve fakat kabul da etmemek şeklinde bir tavır geliştirmiştir.

İkinci Said döneminde, Nursi’nin sivil itaatsizliğini özetlemek için, ‘kabul etmemek’, ‘reddetmek’ arasındaki farkı farketmemiz gerekiyor. ‘Kabul etmemek’, devletin rejimini teorik olarak kabul etmemek ve amel etmemeyi ifade ediyor. ‘Reddetmek’ ise, devletin rejimine isyan etmeyi ve fiili bir kalkışmayı ifade ediyor. S. Nursi, rejime isyan etmemiştir. Ancak, devletin rejimini de teorik ve ameli planda kabul etmemiştir.

Mustafa Armağan’ın aktardığı bilgiler, gerek Divan-ı Harb-i Örfi gerekse diğer ilgili eserlere açık bir aykırılık teşkil etmektedir. Armağan’ın yazısında aktardığı ‘rivayetler’ ise, rivayet düzeyinde kalmaya ve teorik tartışma için bir mesned teşkil etmemeye münasip görünüyor. Risalelerde yazılı olan bilgiler S. Nursi’nin görüşleri olarak resmiyet kazanmışken ve bir delil olarak ortada dururken, hatıra kabilinden bilgilere müracaat etmek usulen doğru değildir.

S. Nursi kendisini elbette ki tashih edecek ve elbette fikri ve ameli değişimlerini ifade edecektir. Ancak, onda meydana gelen fikri değişimler, yine onun ifadelerinden mesnet bulmalıdır. Yoksa mesela, eğer bizim önce istibdadı meşru gösterme gibi bir önyargımız varsa, Said Nursi'yi de bu kanaatimize mesned gösteriyorsak bir yanılgı kaçınılmaz hale gelir.

Abdülhamid ile ilgili yazanlar ya bu yazıda ifade edildiği şekliyle, sadece ismen bir niteleme ile Abdülhamidden söz ederler. Ya da ‘Abdülhamid Han Hazretleri’ şeklinde yüceltici bir ifade ile ondan söz ederler.

Birinciler içinde S. Nursi gibiler, istibdadın zulüm olduğunu, müstebidin ise Zalim olduğunu, zulmedenlerin Padişah bile olsa haydut olduklarını, Peygambere uyması halinde ise Padişahın Halife olduğunu söylerler. İkinciler ise, Abdülhamid’in istibdat yapmadığını, yapmış olsa bile, haklı bir şekilde yaptığını, devletin selameti için ne gerekiyorsa yapılması gerektiğini, devletin selameti için istibdat yapılmasının caiz ve mümkün olduğunu savunurlar. Bunlara göre Padişah, Halife olduğundan dolayı, kararları tartışılmaz ve eleştirilmez. Halifeyi eleştirmek dinen sorumluluk gerektiren bir durumdur.

O halde, burada yapılacak bir teorik tartışmanın başlığı, 'Abdülhamid müstebit miydi? değil miydi?' değil, 'istibdat, meşru mudur? değil midir?' olmalı? Yoksa kimsenin Abdülhamid'in istibdadı hususunda şüphe ettiğini zannetmiyorum. Genellikle şöyle bir kanaat bulunmaktadır: 'Abdülhamid, istibdat yapmıştır, ama devletin selameti için yaptığı için, istibdadı meşrudur ve caizdir.'

O halde 'devlet' gibi bir kavram için ya da 'çoğunluğun selameti' için istibdad yapılabilir mi yapılamaz mı tartışmasına geçebiliriz?




1. Risale-i Nur Külliyatı, II. Cilt, sh. 1930, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1995.

  24.04.2006

© 2021 karakalem.net, Ahmet Nazlı



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut