Sessizlik

‘HIRS’ DENİLEN duygudan benim de hisseme birşey düşmüşse eğer, herhalde bu, Hz. Peygamberin hayatına ve Asr-ı Saadete dair ‘en küçük bir ayrıntı’ya dahi ulaşabilme hırsıdır. Şu fani dünyada onun araba modeli, bunun ceket markası, berikinin aylık geliri beni nedense hiç hırslandırmıyor; ama Asr-ı Saadete dair varolan ama ulaşamadığım en ufak sahih bilgi kalmasın istiyorum.

Çünkü Asr-ı Saadet, nefes aldığımız yerdir bizim. Şu ufunetli asırda, her taraftan her türlü nâhoş kokunun yayıldığı ve her türlü virüsün ortalıkta kol gezdiği şu asırda, bir bakıma, ruhlarımız için sığınaktır. Mü’minlerin dahi hal-i âleme kapılıp türlü çeşit illete, özellikle de söylem-eylem uyuşmazlığı illetine duçar olduğu bir helâket-felâket asrında, Saadet Asrı, ruhumun oksijen çadırıdır. Burada yaşananların nicesi ruhuma ‘nefes darlığı’ yaşatırken, ancak oranın hatırasıyla ruhum nefeslenir.

Tıpkı, söylem-eylem uyuşmazlığının ve bunun en can yakıcı tezahürlerinden biri olarak ahde vefasızlığın yüreğime dokunduğu yakın bir zamanda, yine bir Asr-ı Saadet hatırasıyla teneffüs edişim gibi...

Böylesi bir halet-i ruhiyede Asr-ı Saadet’ten ruhuma açılan menfez, Hendek savaşı diye de bildiğimiz ‘Ahzâb’ günlerinin son demlerinden aktarılan bir ‘ayrıntı’yla ilintiliydi.

Mâlûm, Hz. Peygamber aleyhissalâtu vesselamın ve sahabilerinin yüzyüze geldiği en ağır saldırıdır birleşmiş hiziplerin onbini aşan bir orduyla, üstelik Benî Kurayza’yla da işbirliğine girerek Medine’ye saldırması. İkibin civarında sahabinin, oniki bin kişilik bir orduya karşı hendek kazarak ve kazdığı hendeğin ardında sık sık saldırıya girişen müşrikleri ok ve taş atarak durdurmaya çalıştığı yirmisekiz gün yaşamıştır sahabiler Kuşatma bazan öyle şiddetlenmiştir ki, Hz. Peygamber ve sahabiler namaz için iki vakti birleştirmeye veya namazlarını ‘havf namazı’ suretinde kılmaya mecbur kalmışlardır. Bu zor savunma dolayısıyla yorgun ve uykusuzdurlar; üstelik, Medine’de fazlaca bir yiyecek stoklayamamış oldukları için de, aç biilaç haldedirler.

Ahzâb sûresinde Rabb-ı Rahîm’in bildirdiği üzere, münafıkların ve kalblerinde hastalık olanların türlü çeşit sorularla şüphe denizlerine daldığı; ama kalbi sağlam mü’minlerin “Andolsun, canlarınızla, mallarınızla, evlatlarınızla ve eşlerinizle sınanacaksınız” mealindeki âyetleri hatırlayarak, ancak ve ancak Rablerinin hak söylediğini tasdik ettikleri ve imanlarını daha da kavileştirdikleri bu kuşatma, Muhacirîn ve Ensar’ın gayreti kadar, iki unsurun da devreye girmesiyle çözülür.

İlki, kuşatmaya dahil olan müşriklerden Nuaym b. Mes’ud’un bu zaman zarfında imana gelmesi ve başvurduğu bir tedbirle ‘birleşmiş’ hizipleri ayrı hareket eder bir noktaya sürüklemesidir. Nitekim, bu tedbir sayesindedir ki, Benî Kurayza’nın planlanmış ihaneti başarıya ulaşmayacak; Gatafan ve Fezâre gibi kabileler de Kureyş’i kuşatma halinde bırakarak çekip gideceklerdir.

İkincisi ise, mucizevî bir surette gerçekleşen Arabistan şartlarında eşine pek rastlanmayan müthiş bir soğuk, sis ve fırtınanın kuşatmayı sürdüren müşrikleri de bırakıp gitmeye sevketmesidir.

İşte tam da bu esnada; ortalık gündüz vakti dahi karanlığa bürünmüş iken, müthiş bir fırtına çadırları söküp atar, atları huzursuz edip oraya buraya kaçışmaya zorlarken, Hz. Peygamber aleyhissalâtu vesselam Kureyş’in durumunu ve niyetini öğrenmek ister. Birisi gidecek, hendeğin öbür tarafına geçip müşrikler arasına girecek, kendisini belli etmeden onları görüp dinleyecek, sonra gelip durumlarını, niyetlerini ve planlarını Hz. Peygamber’e rapor edecektir.

Hz. Peygamber, buna kimin talip olduğunu sorar.

Cevap sadedinde, tık bile yoktur. Tek bir sahabi dahi “Ben talibim” demez. Sessizliktir ortama hâkim olan.

Hz. Peygamber, bir kez daha sorar. Sonuç değişmez.

Hz. Ali gibi, Mikdad b. Amr gibi, Useyd b. Hudayr gibi bahadır sahabilerin, Hz. Ömer gibi, Abdullah b. Huzâfe gibi, Muhammed b. Mesleme gibi cesurun cesuru nice sahabinin içerisinden bir kişi bile “Ben talibim” demez.

Herkes, bir başkasının talip olmasıyla bu yükün kendi omuzlarından kalkacağı ümidi içindedir.

Çünkü hepsi açtır, hepsi yorgundur ve hepsi uykusuzdur. Hiçbiri bu nebevî emri tatbik edecek gücü bulamaz kendisinde.

Sonunda, Huzeyfe b. Yeman’ı arar Hz. Peygamber ve onu ismiyle çağırıp bu görevi kendisine tevdi eder. Yük, başka bir ismin bizzat talip olmasını beklemiş olan, sonrasında “İnşaallah görevlendirilen ben olmam” temennisiyle kendini belli etmekten sakınan Huzeyfe’nin omuzlarındadır.

Kendi adına ortaya çıkmaktan çekinen Huzeyfe, Resûlullah adına yola koyulur. Yola koyulurken, iç dünyasında, bir yandan verilen görevi bihakkın eda etme sorumluluğu, ama öte yanda görevi tevdi eden Allah’ın Resûlu olduğuna göre biiznillah muvaffak olacağı emniyeti vardır.

Allah’ın izniyle, muvaffak da olur. Bir an için ‘yakayı ele verme’ riski de yaşasa, gerekli bilgiyi toplar ve Kureyş’in kuşatmayı terkediyor olduğu hayırlı haberini Hz. Peygamber’e verir.

Defalarca okuduğum bu Hendek hatırası, çok yakın bir zamanda, ‘bugüne dair’ bir tahayyülün ışığında daha bir anlamlı gözüktü bana...

“Biz bugünün mü’minleri o gün orada olsaydık, bugün burada sergilediğimiz performansla o gün orada nasıl davranırdık?” diye düşündüm önce. ‘Geri düşmemek’ veya ‘ayıp olmasın’ duygusuyla, ihtimal ki hayli el kaldıranımız olurdu diye düşündüm. Vazifeyi üstlenirdik, evet; ama daha vazifeyi üstlenmek üzere parmaklarımızı kaldırırken, kafamızda bir ‘B planı’ da olurdu: Gider, şöyle bir tepenin gerisinden müşrikleri gözetler, fazla kendimi riske etmeden uzaktan biraz malumat toplar, muhayyilemi kullanarak aradaki boşlukları doldurur, sonra da gelir Hz. Peygamber’e ‘tam’ bir rapor veririm, gibisinden bir B planı...

Oysa sahabilerin hiçbiri bu görev için elini kaldırmamıştı. Hiçbiri “Ben talibim” diye ses vermemişti Hz. Peygambere.

Çünkü, yalan da onların semtinin uzağındaydı, ahde vefasızlık da...

Onlar ‘teğet geçmeden’ alırlardı bir vazifeyi. Birşeye ‘Varım’ diyorlarsa, ‘idareten’ değil, gerçekten ‘var’ olurlardı. Varım diyorlarsa, varlıkları ‘sözde’ değil, ‘özde’ olurdu.

Ama halin çetinliğine ve de kendilerinin halsizliğine bakıp, o şartlarda üstesinden gelemeyeceğini hissettikleri içindir ki, Hz. Ömer ve Hz. Ali gibi en cesur ve en bahadır sahabiler dahi bu vazifeyi üstlerine alamamışlardı.

Bu ahde vefa, bu sorumluluk duygusu, bu ihlas üzerine yükseldi İslâm binası...

Bindörtyüz yıl sonra bugün bizler mü’minler olarak yaşıyor isek, o gün o zor şartlarda sıdkın, mertliğin, ahde vefanın, sorumluluk duygusunun, ihlasın zirvesini bulmuş o güzel insanların tartışmasız bir hissesi var.

Peki ya bizler, bu ‘teğet geçen,’ ‘iki tarafı da idare eden,’ ‘risk almayan,’ ‘ahde vefasız’ hayatlarımızla, bu söylem-eylem tutarsızlığımızla ne yapıyoruz?

Bizim de hissemize düşen, sorumsuz, vefasız ve de mertliğe uymaz bu halimizle, daha fazla sayıda insanın iman güneşiyle tanışmasına ‘gölge etmek’ olmasın?

Özü-sözü bir olmak bu kadar önemlidir.

Söylem-eylem tutarsızlığı bu kadar tehlikelidir.

  09.03.2006

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut