Hayat diyen anne gözleri

"...

Milliyetçiliğin zerre kadar olumlu bir tarafı yoktur. Varsa da, her zaman bu, 'kötü' olana dönüşme meylindedir. Evet sonuç da, insan bir yere aittir; aidiyet duygusu, bağlanmayı ve sevmeyi getiriyor. Aileyi-vatanı-kavmini seversin mesela... Bu biraz insanın açlık duygusuna benzer; biyoloji, biraz da sosyolojiyle ilgilidir. Ama siz eğer bu sevgiye odaklanıp onu geliştirirseniz, beraberinde içinizde bir faşist de büyütürsünüz. Çünkü bu sevgiyle kendinizi ‘mutlak doğru’laştırırsınız. Ve Zizek usta işte tam da burada o sözü ediyordu: ‘Mutlak doğru mutlak kötüyü kurduğu için, kötü dediği şeye düşmanlık besler.’ Meâlen böyle bir şey diyordu. Bu faşizmin ortaya çıkmaması adına, ırk-vatan-aile sevgisini çok da fazla masaüstüne taşımamalıyız.

Abi, var mı acımızın birbirinden farkı? Gözyaşlarımızın rengi ne? Kahkahalarımız ne kadar birbirine benziyor, değil mi? Sevgiliye sarılırken hissettiğimiz şey, gözlerimize aynı şekilde yansımıyor mu?"


HAYAT şaşırtmaya devam ediyor!...

Kızıltepe'den koparttığı bir kadını, İzmir'de bir hikâyenin kahramanı yapıyor.

Pikniğe gitmek üzere toplanmış bir grup arkadaş, bizi alacak arabayı bekliyorduk.

Şehir hâlâ uykudaydı.

Bir bahar sabahının ılıklığında taze bir yüz giyinmiştik.

Heyecanlıydık!

Yanımıza yanaşan kadını geç farkettim. O an hiç düşünmedim:

Sabahın bu saatinde bu yaşta bu kadın ara sokaklarda ne arıyor?

Utangaç bir yüzle yanımıza kadar sokulup yardım istedi. Cebimdeki bozuklukları nasırlı ve yaşlı avuçlarına bırakırken, teşekkür eden sesinde bildiğim bir hüznü yakaladım. Gözlerine baktım, ağlıyordu.

Şaşırıp kalmıştım: Türkçe'yi zor konuşuyordu.

Omuzlarına elimi koyup, 'Anacağım nerelisin, kimsin, ne arıyorsun buralarda?' dedim.

Şaşırma sırası kadındaydı. Kendisiyle aynı dili konuşuyor olmam yetmişti ona. Besbelli yüreğine söz geçirememişti. Ağlamaklı sesiyle hikâyesini anlattı: 'Evladım!... Kızıltepeliyim... Buralara kaçtık. Gelirken kaza geçirdik. Bizden ölenler oldu. Sabah evde çocuklara yedirecek bir şey bulamayınca sokağa çıktım. Kalabalığı görünce size yanaştım...'

Bir bahar sabahının o çiy düşmüş saatlerinde içim üşüdü. Sanki içimi ısıtmak istiyordum; cüzdanımdan verebileceğim ne kadar varsa, o kadar parayı kendisine uzattım. Arkadaşlarım da katıldı bana.

Kadın ayrılırken dua ediyor, ağlıyordu...

Kızıltepeli kadın ağlıyordu. Dillendirmese de, yaşadığı coğrafyada anlamını yitiren kavramlara yanıyordu. Yaşamak, güven, emniyet, huzur, barış, kardeşlik Kızıltepe'de kan kaybetmişti. Oradan, ölümün göbeğinden kıyılara kaçmak istemişti. Büyük kentlerin varoşlarına sığınmak, az da olsa yitirdiklerini yeniden bulmak için İzmir'e kadar gelmişti. Bize açılan yaşlı avuçları boştu; bir avuç yaşam dileniyordu.

Bu kadının silueti gün boyu beni takip etti. Dağa doğru yürüyüşümüzde, yeşili kuşanmış dağların eteklerinde, yanı başına oturduğumuz suyun akışında, derinden hissettiğimiz baharın sesinde Kızıltepeli kadının gözlerini gördüm; savaşa ve ölüme taraf olmayan anaların seslerini duydum.

Altlarına oturduğumuz ağaçların dibinde biten ot ve çiçeklerde huzur okunuyordu. Buraya, kentlerde yitirdiklerimizi bulmak için gelmiştik. 'Bir ağaç gibi hür, ama bir orman gibi kardeşçesine' yaşamayı becerememiş bizler, bunun farkında değildik.

Arkadaşlarıma Kızıltepeli kadının gözlerini, bir tatil gününde kentten dağa doğru yürüyen insanların hikâyesini anlattım. Yeşile ve aralıksız akan bir suyun yanıbaşına gelirken, aslında kendimizi aradığımızı, kentin soğuk bulvarlarında, betonarme yapıların eğreti aralıklarında olmadığımızı, mavinin ve yeşilin çocukları olduğumuzu söyledim.

Kentte ölüm, yeşilde ise hayat vardı.

Bizim yeşile yürüdüğümüz gibi, Kızıltepeli kadın da, hayata yabancılaşmış insanın ortalığa kustuğu ölümün içinden yaşamın kıyısına yürümüştü. Biz kadınla aynı şeyi arıyorduk; aynı şeyi arayanlar, bir pazar sabahının sessizliğinde buluşmuştu.

Kadın bunun farkında mıydı? Sığındığı şehrin de, ölü oğul analarını barındırdığını biliyor muydu? Kızıltepeli kadın kirli bir savaş ile vurularak, tarihinden kopartılmıştı. Belki de, çocuklarını dağlara kaptırmış bir anneydi. Aynı dağlara giden başka çocukların annelerinin yaşadığı bir kente sığındığını bilmiyordu. Birkaç gün sonra öğrenecektim ki, İzmir, bu kirli savaşta evladını yitiren iki yüze yakın anneyi barındırıyor.

Kızıltepe'yi ağlayarak terketmek zorunda kalan kadının gözlerinde, bu annelerin hıçkırığı da vardı.

Acaba diyorum...

Ağlayan bu anneleri bir araya getirsek, neyi konuşacaklardır?

Ölümün göbeğinden kaçan Kızıltepeli kadının gözleri ‘hayat’ diyordu.

İzmirli annelerin gözlerine bakın, aynı şeyi göreceksiniz.

  18.02.2006

© 2021 karakalem.net, Nihat Dağlı



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut