Yüksek gerilim

‘HASB-I HAL’ başlıklı yazımda, yer yer kişisel gözlemlerimi de aktararak Risale ehlinin ‘hâl-i hazır’ına dair eleştirel bir değerlendirmede bulunmuş; ve bir paradoksu göğüsleme mecburiyetine değinmiştim. Bir yanda kendi bakışımızın eksik kalması ve yanılabilirliği ihtimaline binaen ‘on akılla düşünme, yirmi gözle bakma’ sırrının tahakkuku, ama öte yanda dokuz aklın ve onsekiz gözün yanılabilirliği ihtimaline binaen aklına mukayyet olup teyakkuzu elden bırakmama...

Bu durum, besbelli ki, bir ‘yüksek gerilim’ durumunu işaret ediyor.

Kendi aklına güvenerek yaşamak da kolay, başkalarının aklına güvenerek de. Nitekim, ikisini de yapan var. Bazıları kendi aklını çok önemsiyor, bazıları akıllarını çok önemseyenlerin akıllarını.

Her iki halde de, ortaya bir beşer aklını mutlaklaştırma çıkıyor. Başka akılların ve gözlerin gördükleri ile o aklın gördüğünü murakabeye, muhakemeye, muhasebeye ve dahi istişareye ihtiyaç duymadan o tek akla hakikati kuşatma yetkisi tanıyorsunuz...

Tam da Bediüzzaman’ın Münazarat’ta ‘istibdad’ diyerek şikâyet ettiği bir durum çıkıyor sonrasında. Bir ‘rey-i vâhid’ durumu çıkıyor. Biri söylüyor, diğerlerinden sadece itaat bekleniyor. Biri, dokuz akıl, onsekiz göze ihtiyaç duymadan konuşuyor; dokuz akıl, onsekiz göz ise bunu sorgusuz sualsiz kabulleniyor.

Böylece, Bediüzzaman’ın Münazarat’ında o kadar çok, o kadar şiddetle yakındığı istibdad çeşit çeşit vecheleriyle hakim oluyor hayatlarımızda. ‘Tahkik mesleği’ olan Risale mesleği içinde dahi, Bediüzzaman’a göre ‘istibdad-ı siyasî’nin oğlu olan ‘istibdad-ı ilmî’nin veledi olarak ‘taklid’ üretiliyor. Mü’minlerin ‘taklidden tahkik’e geçmeleri için o kadar cehdeden bir Bediüzzaman’ın yolunda dahi ‘tahkikten taklide’ kayılıyor. “Benim sözümü de ben söylediğim için hüsnüzan edip tamamını kabul etmeyiniz. Her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. Mihenge vurunuz” diyen bir Üstadın talebeleri, falan veya filan adresten bir söz kulağa geldiğinde mihenge vurmamayı ‘sadakat’ ve ‘ihlas’la özdeşleştirir iken, aynı adreslerden gelen bir sözü Üstadına sadakatle mihenge vurmayı ‘sadakatsizlik’ ve ‘ihlassızlık’ göstergesi olarak görebiliyor.

Bu minvalde, tahkike gayret eden insanlara “Sen kim oluyorsun?” diye çıkışanlar da az değil, tahkiksizliğine “Ben kim oluyorum?” örtüsü hazırlayanlar da...

Ve böyle bir ortamda, ne kendi aklına, ne başka akıllara mutlak güven gibi bir yanlıştan beri durup, tam ortada durabilmek, büyük çaba ve direnç istiyor ve bir yüksek gerilime razı olmayı gerektiriyor.

Aklına güvenmenin aldatıcı uykusunda yaşamak kolay. Başka akıllara güvenmenin aldatıcı uykusunda yaşamak da kolay. Belli adreslere selam yollayarak yaşamak da kolay. Akıntıya kürek çekerek, hangi trend hâkim ise o trende uygun bir dil geliştirerek yaşamak da kolay. Belli bahislere hiç dokunmadan, belli çevreleri hiç tedirgin etmeden yaşamak, bu da kolay.

Ama düşünebiliyor musunuz: Bir Bediüzzaman, ‘Eski Said’ olarak ‘Bediüzzaman’ ünvanına sahip bir Bediüzzaman ya kendi aklına mutlak güven, ya başka akıllara mutlak güven içinde yaşasa idi ne olurdu hali ve ne olurdu halimiz? Şarkta ‘geçimsiz’ bir genç âlim görüntüsü çizmekten rahatsız olup, hâkim görüş sahibi alimlerin suyunda gitseydi; İstanbul’a geldiğinde onu küçümseyen Dersaadet ulemasına meydan okumayı seçmeseydi, “Münhasif Yıldız’ı tut, darülfünun yap!” deyip sultanın hışmını üstüne çekmek yerine sultanı taltifi tercih etseydi, işgal zamanı İstanbul’da İngilizlerle mücahede yerine işbirliğini deneseydi, bunu yapmadığı için davet edildiği Ankara’da ise bu kez Mustafa Kemal’in şartları belli ‘ortak çalışma’ teklifine evet deseydi, daha bunlar gibi, onu bu dünyada her türlü rahata ve imkâna erdirecek şartları ‘değerlendirme’ye kalksa idi, bunu yapmadığı takdirde yaşayacağı gerilim ve mihnetlere razı olmasa idi, ne olurdu halimiz? Risale-i Nur yine de yazılır mıydı? Yine de Risale-i Nur’u yazabilir miydi? Yine de Eski Said’den Yeni Said’e inkılab edebilir miydi?

Görmemiz gerekiyor ki, hadisatın gerilimini aşmış ve hadisata bir üst perdeden, hikmet ve rahmet nazarıyla ve melekûtî boyutuyla bakmayı başarabilmiş bir Yeni Said’in arkasında hadisatın içinde akıntıya kürek çekmeden cehdedip duran bir Eski Said var.

Görmemiz gerekiyor ki, “Onuncu Söz”ün, “Onbirinci Söz”ün, “Yirmidokuzuncu Söz”ün, daha nice risalenin sergilediği o engin imanî marifetinin gerisinde, on yıllar önce ‘akaide dair’ bir eser ihtiyacını hisseden ama önce Müslüman aklın tortu ve tozlarını temizleme ihtiyacını görüp Muhakemat’ın gerilimli vadilerinde dolaşan bir Eski Said’in adanmışlığı var.

“Kur’ân’da haşre işaret eden iki âyet tefsir ve beyan edilecek. Nahû bismillah!” diyerek aslında Muhakemat’ın son cümlesini yazdığında yıl 1911, Haşir Risalesi yazıldığında yıl 1926.

Aradan geçen onbeş yılda ne yaptı Bediüzzaman?

Bütün bunları yaşamasaydı, dahası 1911’de, “Bırak bu ‘mukaddime’leri. Bırak yok akıl şöyle kullanılmaz, hadise böyle bakılmaz gibi gerilimli işleri” deseydi, Eski Said’den Yeni Said çıkar mıydı? Yeni Said’den de “Onuncu Söz” çıkar mıydı?

Muhakemat’ı, Münazarat’ı, Divan-ı Harb-i Örfî’yi yazan bir Bediüzzaman’dan, onu o eserleri yazmaya sevkeden ızdırabı hisseden ve o eserlerin gerilimine razı olan bir Bediüzzaman’dan ne kalırdı geriye?

Bediüzzaman’ın Muhakemat’ın ta başından sonuna dile getirdiği o problemlerin görüyorum ki neredeyse tamamı bugün ehl-i Risale’nin de semtine uğramış halde...

Bunu göre göre, bu gerilimli konulara hiç değinmeden konuşmak ve yazmak, yapabilen için hiç de zor değil.

Ama bu bizim kârımız değil. Çünkü bu, “Hakkın hatırı âlîdir. Hiçbir hatıra feda edilmemek gerektir” sırrına muvafık değil.

Risale’nin gücünü gördüğümüz kadar, ehl-i Risale’nin muhakematındaki zaafiyetin de farkındayız.

Dahası, bu zaafiyeti en önce görüp tedavisine çalışacak nicelerinin bu zaafiyeti görmediğinin, başka nicelerinin de bu zaafiyetten rant devşirdiklerinin de farkındayız.

Bu da bizi geriyor.

Risale hatırına, Bediüzzaman hatırına bu gerilime razı olan, hoş gelsin, safa gelsin.

Razı olamayana sözüm ise, Bediüzzaman’ın dediği üzere: “Kabr-i kalbden hakaik çıplak çıktı. Nâmahremler nazar etmesin.”

  16.02.2006

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut