Yemek Odası

HİKMET HANIM Demir ve Suzan mutfaktayken, kendisi için tahsis edilen ufak odaya gitti. Ağrıyan bacağına merhem sürdü. Ağrılarına şifa vermesi için Allah’a dua etti. Demir’e şifa vermesi için de Allah’a yalvardı. Doktorlar Demir’in iyileşme ihtimalinin olmadığını söylüyorlardı ama Hikmet Hanım yine de iyileşmesi için dua ediyordu.

Merhem sürdükten sonra bacağını biraz dinlendirdi. Ve yemek odasına gitti. Yemek odası mutfaktan çıkınca girilen ve başka bir kapısı da salona açılan bir odaydı. Suzan ve Demir hala mutfaktaydılar. Kapalı kapının ardından Suzan’ın çok kısık sesle söylediği ve ne olduğu anlaşılmayan kelimeleri duyuluyordu. Hikmet Hanım aslında Suzan’ın yemek yedirirken neler söylediğini merak ediyordu, bu yüzden kapıya yaklaşıp içeriden gelen seslere kulak vermek istedi. Ama bunu kendisine yakıştıramadı. Çok bayağı bir tavır olarak gördü ve vazgeçti.

Ama orada öyle durmak da çok sıkıcıydı. En iyisi yemek odasında bir köşede duran, ve her zaman kullanılmayan dolaplarda neler var diye bir bakayım dedi. Her günkü yemekte kullanılan tabak, kaşık, çatal gibi şeyler mutfaktaki büfelerdeydi. Yemek odasındaki dolaplarda daha farklı şeyler olmalıydı. İşe başladığından beri yemek odasındakilere göz atamamıştı. Belki tozlanmış ve temizlenmesi gereken bir şeyler vardır diye düşündü.

Yaklaştı ve bir kapak açtı. Tabaklar ve bardaklar vardı dolapta. Hepsi tertemizdi, tahmin ettiği gibi tozlu değillerdi. Ama tahmin ettiğinden çok eskiydiler. Belki elli yıl öncesinden kalma tabaklardı hepsi. Anneannemin tabaklarına benziyorlar diye geçirdi. “Acaba bunların burada işi ne?” diye söylendi. “Aman canım, herhalde aile büyüklerinden birinin yadigarı falandır. Kimin olduğu önemli değil. Görünüşe bakılırsa burada bana düşen bir iş yok. Tertemiz görünüyorlar. Hoş, ben temizlikçi değil aşçıyım ama temizlik gerekseydi temizlerdim bu güzelim antikaları”

Bir ses “Tebrik ederim sizi” dedi. Hikmet Hanım ne olduğunu anlayamadan odaya birsi girmişti. Arkasını dönmeye gerek kalmadan sesin sahibini tanıdı. İçeri giren Demir’in babası Toprak Bey’di. Hikmet Hanım yüzünü ona döndü ve “hoş geldiniz” dedi. “Geldiğinizi duymadım”

“Biliyorum. Ben gelirken pek sessiz davranmadım, ama dalmış olmalısınız ki duymadınız”

“Evet şu tabaklara bakıyordum, zaten kulaklarım da ağır işitiyor.”

“Onlar rahmetli kayınvalidemin çok sevdiği tabak çanakları. Rahmetli eşim de çok değer verirdi onlara. Kırılmasınlar diye her zaman kullanmaz, bayramlarda ve özel günlerde kullanırdı”

“Çok zarif şeyler gerçekten…”

“Bence diğer tabaklardan pek farkları yok. Bana göre dünyadaki bütün tabaklar, bardaklar, kaşıklar, çatallar aynıdır. Desenleri çok şeyi değiştirmez. Hepsi aynı görevi yapar. Ama yine de eşime hürmeten ben de özen gösteriyorum, bakımlarına dikkat ediyorum.”

“Anlıyorum”

Toprak Bey Hikmet Hanım’ın temizlikçi olmamasına rağmen gerekirse o dolaptaki her şeyi temizleyebilecek olmasını çok takdir etmişti. Parasının karşılığı olarak yaptığı görevden başka, evle ilgili bazı hizmetleri içinden gelerek yapmak istemesi, iç dünyasında baskın olan üstün ahlakî değerleri gösteriyor olabilirdi. Ya da Hikmet Hanım’ın kendisini hainlik düşünen yabancı bir hizmetçi gibi değil, evin başka ihtiyaçlarıyla da ilgilenen sadık sakinlerinden biri gibi hissettiğini de gösterebilirdi. Bu tahminlerden biri doğruysa, Hikmet Hanım’ı işe almakla iyi etmişti.

Kısa süreli bir sessizlikten sonra, Toprak Bey yemek masasının etrafında birkaç adım attı ve masaya şöyle bir baktı . “Yemek saati gelmedi mi?” diye sordu.

Hikmet Hanım cevapladı: “Aslında daha bir saat var ama, hemen hazırlayabilirim. Ama önce Demir ve Suzan Hanım’ın mutfaktan çıkmalarını bekliyorum. Çünkü Demir bu akşamki yemeğini mutfakta yiyor.”

“Öyle mi, bunu bilmiyordum” dedi Toprak Bey. Bir an mutfağa girmeyi düşündü ama vazgeçti. Oğlunun rahatsız olmasını istemiyordu. Yemeğini rahat rahat yemeliydi.

“Ben odama çıkıyorum. Yemek hazır olunca haber verirsiniz. Ayrıca Suzan Hanım’a da geldiğimi bildirirsiniz.” dedi ve çıktı.

Hikmet Hanım ne ilginç bir adam diye düşündü. Dünyadaki bütün tabak ve bardakların aynı olduğunu düşünüyor. Aslında bir bakıma haklı, yaptığı görev olmasa hiçbir tabağın ve bardağın fazla bir önemi ve fonksiyonu kalmaz.

Sonra şöyle bir tahlile vardı. Demek ki bu adam, eşya ve olaylara bakarken estetik ve süs gibi yan şeyleri değil de, görev ve yarayışlılık gibi esas şeyleri önemsiyor. Biraz tanımış oldum kendisini.

Bir yandan düşünürken bir yandan dolabın içine bakıyordu. Porselen bir kap dikkatini çekti. Tencere büyüklüğünde, sanki tencereye benzeyen ama oval bir şekli olan tuhaf büyük bir kaptı bu. Kapağı da vardı. Bir şey kırmamaya dikkat ederek, o kabı eline aldı ve şöyle bir bakmak için kapağını açtı. Kapağı kaldırıp içine baktı. İçi sandığı kadar büyük değildi. Kapağı kapadı. Kapak kapanınca porselenden “tınnn” diye bir ses çıktı. Hikmet Hanım böyle sesleri çok severdi. Sesi duymak için kapağı tekrar kaldırdı. Porselen olduğu için kabın kapağı bile bayağı ağırdı. Kabın şekliyle simetrik olan kapağın şekli de biraz ovaldi. Ama tepesi de sivriydi. Daha çok konik bir görünümü vardı. Kendisine çok ilginç gelen bu kapağı şöyle bir ters çevirdi. Kapağın sivri yerinde bir şey dikkatini çekti.

“O da ne?” dedi. Kapağın tepesine yapıştırılmış eski bir kağıt gibi bir şey vardı. “O da ne acaba? Allah Allah…”

Ne olduğuna baksam mı bakmasam mı diye düşünürken, mutfak kapısının ardından Suzan ‘ın yaklaşan sesini duydu. Ne dediği anlaşılmıyordu ama kapıya doğru geldiği belliydi. Alel acele kabın kapağını kapadı, kırmamaya dikkat ederek yerine koydu. Dolabın kapağını da kapattı ve mutfak kapısına yöneldi. Hikmet Hanım kapıyı açamadan Suzan açtı.

“Bizim işimiz bitti. Mutfak serbest Hikmet Hanım” dedi.

Hikmet Hanım ise onun söylediklerini çok geç duydu, aklı o garip kapaktaki kağıtta kalmıştı.

  19.01.2006

© 2021 karakalem.net, Mevlude Meriç




© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut