Kurbanımız kurb-anımız olmalı

ANLAMA DAİR birşeyler aradı gözlerim. Ne ki yine aradığını bulamadı. Manaya ait, anlama dair pek birşeyler gözükmüyordu ortada. Kurban Bayramı münasebetiyle televizyonlarda kaç(ırıl)an boğalar, kendini yaralayan kasaplardan başkası yoktu.

Hoş bu memlekette zaten her fırsatı ganimet bilip dini ve/veya dine ait her ne varsa magazinleştirmeye çalışmak konusunda fazlasıyla azimkar bir güruhun olduğunu biliyordum. Bunları pek de garipsememek mi lazımdı, doğrusu emin değildim. Bu güruh zaten ellerindeki kitle dönüştürücü araçlarını insanların dini hassasiyetlerinin ve manevi hislerinin sair zamanlara nisbeten daha işlenebilir halde olduğu zamanlarda, dinî motifleri magazinleştirerek suretten sirete, zahirden maksuda, görünenden manaya vasıl eden tüm yolları tıkamak gayretindeydiler. Bunu da biliyordum.

Bunun bir örneğine yine son Ramazan ayında da şahit olmuştum. Birkaç yüzyıl önce yaşasa saray soytarısı olması kuvvetle muhtemel bir Hoca(!)nın hangi ilhama (!) binaen hangi hayal bahçesinden devşirdiği erbabınca malum olan bazı lafları, manevî hislerin vicdanları dinden yana bir ihtizaza getirmesi beklenen bir vasatta insanların dünyalarını kelmenin tam manasıyla işgal etmişti. Dünyası bu dünyadan ibaret olanların, dinî argümanları dünyevî eğlencelerine bir materyal olarak kullanması, dünyevî hayatın keyfini artıran bir magazinleştirme amaliyesine argüman yapmaları çok da garipsenecek bir hal olmasa gerekti. Bayramı tatille özdeşleştiren, vur patlasın çal oynasın formatında bir hayatın en manidar (!) günleri haline getirenlere zaten alışkındım. Onlar için otuz-kırk sene sonraki hallerini görüp ağlayabilecek bir ruh inceliğine sahip olamasamda, kalbleri kalbeden, Hâdî olan Rabbimden hidayet talep ediyordum.

Ne ki, ehl-i din içinde de anlamın izinin sürüldüğünü, pratiklerin de en azından taliplisi olunan bir ‘anlam’dan beslendiğini söylemek oldukça zor gözüküyordu. Gelenek-görenek belalısından beslenen ritüeller bu canipte bir parça daha dini motiflerle icra edilmekteydi o kadar. Kurbanın ifade ettiği kurbiyetten uzaktık. Kurbiyete bizi karib kılacak bir ontolojinin taliplisi olabilecek bir enfüsi derinliğin ızdırabına katlanmayı göze alamıyorduk ki. Dünyamızın hayata dair tasavvurlarını adeta rölantiye almış bir formda tutmanın dayanılmaz ‘hafif’liğiyle yaşıyorduk. Yorumlamak yorulmakla mümkündü ve bizim yorulmaya pek niyetli olduğumuz söylenemezdi. Kurbana dair sohbetlerimizde, dünyamızı kurbiyete karib eyleyecek yorumlar ve bu yorumların hisslendirdiği bir hal yoktu. Yorumun olmadığı yerde anlam olsa bile biz anlama karib olamamanın yanında anlam garibi olurduk. Kuyruksokumu yağlı mı, yağsız mı olmalıydı? Kurbanlığın üzerinde yumurta ne kadar süre durmalıydı? ‘Mal’dan anlamanın tüm inceliklerine dair geniş mütebahhiremizi millet olarak herşeyden anlayan o bildik yapımızın verdiği bir aymazlıkla dillendiriyorduk. Ehl-i din içerisindede kurbana dair sohbetler, kasaplık sanatının incelikleri ve kurban kesme maceralarımızı ifşa eden eden söylemlerden ibaretti. İstisnalar illaki vardı ve/fakat hüküm ekseriyete göre verilirse şayet, ehl-i dünya tabir edilenlerin bayramı tatillleştirmesine mukabil, ehl-i dinin de kurbanın ve bayramın anlamını ta’til ettiğini söylemek pekala mümkündü. Kurbana dair tasavvurumuz böylesi bir ta’til edişin(ataletin) kurbanı iken de, dünyamızda olan dilimize taşınıyordu.

Oysa ki kurban bizi kurbiyete karib kılmak içindi. Bize ait olanı, bizim olanı, Rabbimiz için Kurban ediyor, O’na yakınlaşmanın önündeki o ‘ben’ ve ‘bana ait’ engelini kesmiş oluyorduk. Bıçakla kestiğimiz anı, bizi Karib olandan uzak eyleyebilecek ‘ben’ ve ‘benim’ leri O’na karib olmak için, Karib olanın akrebiyetin(d)e kurbiyyet kesbetmek için kurb-anı eyliyorduk kurbanımızla. Bu kurb-anı bir ibadet idi, bu hali/vicdani ibadet halindeki kurbiyetimizi sair zamanlara taşıyıp , ibadetimizi ubudiyetle ikmal etmemiz gerekiyordu. İbrahim(as) gibi, bizi, bize ait olanı, esbabımızı önceleyen nefsimize bıçak çekmekti kurban. Ölümün ve fenanın bize biraz önce yaşayan hayvanınki kadar yakın,karib olduğunu bilmekti kurban. Kurbanımız O’nun mülkü idi, bizde O’nun hem mülkü hem memlükü olarak O’nun emr ve ihsanıyla mülkünde tasarruf ediyorduk. Hem mülk, hem memlük ve hemde mülkünde tasarruf eden olarak, ne mülkü sahiplenebilirdik, ne memlük olarak mal sahibi gibi davranabilirdik nede bize ait olmayan mülkte nefsimizin istediği gibi tasarruf edebilirdik.Hem kurban bizi bu manaya da karib eyliyordu. Sair zamanlarda karıncayı dahi incitmemekten sorumlu insan, o gün Rabbinin emri olduğu için cana kastediyordu. Bu haliyle hayatının merkezindeki hayr ve şerr telakkilerinin kaynağının Rabbinin emri ve nehyi olduğunu ikrar etmekteydi insan. O’nun emriyle karınca dahi incitilmeyecekti, O‘nun emriyle kurbanlar kesilecekti.

Böylelikle Rububiyet saltanatının belki en bariz tezahirleri olan hıfzetme ve imate etme saltanatlarınında Hafîz ve Mümît olan Rabbine ait oluşuna şahit olmaktaydı insan. O’nun verdiğini, emanet ettiğini yine O’na döndürüyordu. Herşeyin ve kendisininde yine O’na dönücü olduğunu hatırlıyordu insan. Esbabına bıçak çekip, nefsinin Rabbine karşı tamamen pratik tazammunlara itibar eden aidiyet hissini, ‘mülk ve memlük olma’ hissini, aklî ve nazarî olandan hali ve vicdani bir forma terfi ettiriyordu. Akli olan hali olana karib kılınıyor, akrebiyeti ilahiyenin inkişafında kurbiyet kesbediliyordu. Kurbanını akrebiyete karib olmak için bir kurb-anı eylemeliydi insan. Kurb-anının hali/vicdani/akli marifet ve tefekkürünü diğer zamanlarına da taşımalı ve bu halin besleyeceği bir huzur-u ilahide bulunmanın huzurunu yaşamalıydı. Kurbanıyla esbabından beslenen nefsini, nefsinden beslenen benliğini ve abd olmaktan öte tüm sahte aidiyetlerini terkedip, onların canına kastedip kendini ve kendine ait olanı Rabbine has kılmalıydı. “Şüphesiz benim namazım, kurbanım, hayatım ve ölümüm hepsi âlemlerin Rabbi Allah içindir.” (bkz. En’am 162) manasını dünyasına taşımalıydı kurbanıyla. Kurbanını Rabbine karşı kurb-anı eylemeliydi. Kurbiyetini Karib olan rabbine hasr etmeliydi.

  12.01.2006

© 2021 karakalem.net, Metin Ergöktaş



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut