İDEALLER VE GERÇEKLER
veya
UNBROKEN

YAŞADIĞIMIZ DÜNYA, içinde yaratılan her şeyle beraber bize her an bir şeyler fısıldar. O sesler sayesinde biliriz ki her bir varlığın kendisine göre bir dünyası, bir âlemi vardır. Dünya döner, kar yağar, bahar gelir, çiçekler açar... Durağan başıboş bir şey yoktur kainatta...

İnsanların dünyası da böyle yaşanır... Göz gördüğü, akıl düşündüğü, kulak duyduğu sürece bir anlam ifade eder. Gözümüzü kapatmak sadece görmemek değildir. Aynı zamanda gözün görme kabiliyetini yok saymak, bu kabiliyeti boşa çıkarmak, onu israf etmek anlamına da gelir. Düşünmek, akla verilen bir kabiliyet ise, düşünmemek de aklı israf etmek demektir.

Her israf insanı mutsuz etmesiyle cezalandıran bir aculiyet taşır bünyesinde. Kim neyi israf eder, hor kullanır, layık olduğu tarzda hayata geçiremezse, o cinsden bir mutsuzluğa, karamsarlığa ve boşluk hissine uğrar. Hayatı, ideallerimizi ve kabiliyetlerimizi israfın cezası, hemen kötümserlik ve olumsuzluk şeklinde doğar dünyamıza.

Bir kedi karnını doyurduktan sonra bir kenara büzüşerek yalanmaya başlar. Artık onun keyfine bir diyecek yoktur. Herhangi bir derdi, tasası, kederi kalmamıştır. Hele bir de güneşin altında yatıyorsa hayat hepten ona gülümser. Oysa insanoğlu karnı doydukça başka doyumsuzlukların pençesine düşer. Maddi hazlarını tatmin ettikçe o, başka ve farklı arayışlar içine girer. İnsan bu dünyada sadece yiyerek, giyinerek, sıcak bir ortamda oturarak mutlu olamaz. Bilakis maddi şartların yoğunlaşması nispetinde manevi doyumsuzluğu da yoğunlaşır.

Son yıllarda seyrettiğim en anlamlı filimlerden biri olan “unbroken” Türkçeye “Ölümsüzlük” adıyla çevrildi. Oysa bu kelimenin bir de “sürülmeyen topraklar” anlamı vardı.

Ağır ve bazıları için sıkıcı bir film olan Unbroken, kabiliyetlerini keşfedemeyen ve onları kullanamayan bir adamın aile, iş hayatı ve sosyal çevresindeki başarısızlıkları ve mutsuzluklarını anlatıyor. Ancak film boyunca bu mutsuzluklarının ve anti sosyalliklerinin farkında olan Bruce Willice bu mutsuzluğunun sebeplerini, farklılıklarını araştıran bir hayat sürer. Sıradan bir hayat, filimin ilerleyen karelerinde kahramanın başına gelen bir iki kaza neticesinde hayatın sorgulanmasına kadar varır. Ve nihayet filimin sonunda, kendisini ve kabiliyetlerini keşfeden Willice mutluluğa ve huzura ulaşır. Filimin bitiminde artık o bir kahramandır.

Şiddet kokan Bruce Willice filimlerinden hoşlananlar elbette bu filimi pek sevmediler. Koşuşmalar ve işlerin yoğunluğu içinde geçen, sorgulanmayan hayatlar da “sürülmeyen topraklar” halinde kalmaya mahkum oldular. Hayattaki mutsuzluklarımızın büyük bir kısmını da bu keşfedilmeyen kabiliyetlerimiz kapladı.

Beynimiz bile kullanılmadıkça körelen, işledikçe ışıldayan, gelişen bir yapıda yaratılmıştır. İnsanın bütün organlarında olduğu gibi, çalışmayan, işlemeyen, günlük sıradanlıkları aşamayan ruhlar da huzursuz olurlar.

Halbuki her şeyden daha çok sevdiğimiz kendi hayatımızın sürülmeyen topraklar üzerine kurulmuş olduğunu görmek bizde ciddi bir şaşkınlık uyandıracaktır. Kendi kendisine bu kadar yabancılaşan insanın başkalarına, hayata ve yaratana yaklaşabilmesi mümkün mü? Oysa biz atalarımızın dini, hayatı algılayış biçimi ve yaşayış tarzlarında ısrar ettiğimiz müddetçe geliştiren yenilik ve sorgulayan şüpheden daima uzak kalıp yerimizde saymaya devam edeceğiz.

“Bazı değişiklikler, diyor Batılı bir düşünür, hiçbir şey değişmesin, her şey eskisi gibi aynı kalsın diye yapılırlar” Elbette ki değişim ve gelişme kelimelerinin bu kadar revaçta olduğu bir toplumda, yerinde sayma becerisini göstermek büyük bir kabiliyetin işaretidir. İnsan bedavadan hareket etmez. Kendisi için bile. Biraz bencil, kıskanç ve tembeldir. İdealsiz ve hedefsiz bir hayatın kendisini mutsuz edeceğinin farkına varması gerekir hayatına bir anlam katması için. Yoksa rahatını bozmaz, hele hele düşünme zahmetine hiç girmek istemez.

Her insan bu dünyada bir ajandır. Hayatın ve kendi kendisinin ajanıdır. Ajan sessiz, sakin ama mutlaka arayandır. Esnaf ve köylülerin “mevcudu muhafaza” zihniyetini aşmaktır ajan olmak. Onun işidir aramak ve yenileştirmek.

“Mutlular pek mütecessis olmazlar” diyor Cemil Meriç. Oysa mütecessis olamayanlar mutlu olamazlar. Hepimize kabiliyetlerimizi geliştirmek için belli imkanlar verilmiştir. Ancak karada asla yüzme öğrenilmez. Yüzebilmek ve bu işi öğrenmek için denize girmek zorundasınız. Islanmaktan ve boğulmaktan korkanlar yüzme öğrenemezler.

İdealler ve düşünceler, mutlular ve tasasızlar için bir lükstür, eksiklik duyan ve bir şeylerin yanlış gittiğine inananlar için ise bir ihtiyaçtır. Okullardan, çevremizden ve ailemizden öğrendiğimiz bu hayat tarzı artık geçerliliğini yitirmiştir. Oysa her vasıta bizi bu köhnemiş şartlanmışlıklara uymaya zorlar. Bu sele kapılmamanın yolu bilinçli bir dirençtir. Öylesine yaklaşımlar bizi asrımızın putlarından kurtaramayacağı gibi, bilakis her dogmaya bir mazeret üretmemizi sağlar.

“Önce hakikat, sonra vatan” diyor Benda. Hakikati olmayan vatanın ne ehemmiyeti olur ki?

Aslında her şey için geçerli bu düstur. Hakikati olmayan neyin değeri olabilir ki? Biz hakikati aramadan yaşamaya koyulan, göçü yolda düzmeye çalışan bir toplumuz. Ama artık at sırtındaki maceralarımızın devri kapanalı çok oldu. Artık yaşamanın, hakikatin ve düşüncenin önüne geçtiği dönem bitti. Hakikat uğruna gerekirse topluma, ailemize, tabularımıza, hatta kendimize ve şuuraltımıza da başkaldırabilecek bir cesaretle ancak yolumuza devam edebiliriz. Yoksa suçluluk kompleksinden ömür boyu kurtulamayız.

  02.01.2006

© 2021 karakalem.net, Levent Bilgi



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut