Rabbini Sübhan bilmek

SONSUZ BENCİLDİR insan. Evvela ve bizzat kendini sever. Dünyanın kendisi etrafında döndüğünü düşünmek ister ve öylede düşünür çoğu zaman. İnsanın Rabbi ona bir malikiyet ve hakimiyet vermiştir. Ne ki bu hakimiyet ve malikiyet vehmidir, zati değildir. İnsan sadece kendi uhdesine aldığı emanetin tasarrufunda bile değil, o tasarrufun bilkuvvesindesinde/niyetinde hür kılınmıştır. Bu ise emaneti sahiplenebileceği manasını taşımaz. İnsan ın iktidar alanı her nekadar Rabbinin kendisine verdiği hakimiyet ve malikiyetin tasarrufunda tezahür ediyor gibi gözüksede aslında insan sadece o tasarrufu mümkün kılan niyetin sahibidir. İnsanın tasarruf alanı bu niyetle başlar, vicdanla devam eder ve zulumde biter. Zulmedenler haddi aşanlardır. Bu niyet ya ormana atılan bir tek bir kibrit çöpüdür, yada çok sevdiği çiçeğine verdiği sudur kimi zaman. Niyet sahibi olarak insan, koca bir ormanı yakabilir ve de çok sevdiği çiçeğini sulayabilir. Koca bir ormanı kül edebilecekken o çok sevdiği çiçeklerinden birisinin yapabilecek/yaratabilecek de değildir oysa. Yaratıcısı onu kusurlu(kusur sahibi) yaratmıştır. Bir yandan kusurlarıyla Rabbinin isimlerine ayna olurken, diğer yandan uhdesine aldığı emanetin kemaliyle Rabbinin isimlerinin tecellisine mazhar olur. Ne ki, dedik ya insan bencildir. Kemalini sahiplenir. Kendinde her ne güzellik, başarı, iyilik varsa kendine maleder hep. Hayr adına ne bulsa Karun gibi sahip çıkar, ‘bendeki ilim sayesinde verildi’ demeye meyillidir hep insan. Oysaki hayr vucudidir. İş bu sebebten dolayı, her yaratma hayırdır, ve her hayrın başı ‘bismillah’ tır vede her yaratılma tüm sebeblerin içtimaını, beraber/birlikte bulunmalarını/yaratılmalarını gerektirir. Ve hem bu yüzden de yaratma sebeblerin Rabbine, müsebbibul-esbab a hastır. Şer ise adem (yokluk) dir ve tek bir sebebin var olmaması/yok olması na bağlıdır. Çok sevdiğimiz çiçeğimize verdiğimiz su, çiçeğimizin açması için gerekli sebeblerin tamamı (illet-i tamme) değil onların bir cüzüdür. Çiçeğimizi sulama niyetimiz bizi o cüzün bir parçası yapar sadece. Bununla beraber koskoca bir ormanı kül etmek için tek bir kibrit yeterlidir, işte bu yüzden o çok sevdiği çiçeğinin solmasını engelleyemeyen insan, koca bir ormanı kül edebilir. Şer de fail, hayırda münfaildir o. Yani şer ve tahripte bizzat bir fiilin sahibi iken, hayır ve güzellikte ancak bir fiiilin nesnesi konumundadır. Tek sermayesi niyetidir onun.

İnsanın bencilliği hayrı sahiplenlenmekle de kalmaz üstelik. İki yönlüdür onun bencilliği. Bir yanda hayr ve güzellik adına ne varsa sahiplenirken diğer yandan da kusur ve çirkinlik namına ne bulsa kendinden uzak bilir, uzakta görür. Hep kusuru çirkinliği başkalarında, başka yerlerde arar. Öğrenciliğimizden hatırlayalım; iyi notları hep “ben aldım” kötü notları “hoca vermiş” olmazmıydı? Peki bir baba oğluyla övünürken “kimin oğlu, kime çekmiş” olurduda oğlunu anesine şikayet ederken neden “senin oğlunla” başlayan cümleler kurardı? Hep bu yüzden işte.

Rabbimizin uhdemize verdiği emanet, o sahiplendiğimiz zahiri hakimiyet ve malikiyet bir ölçektir, bir ölçü birimidir oysa. Ancak bu ölçüyü ölçecek ölçülerimiz bencilliğimizden nasiplenmiş ve ayarı bozulmuş gözüküyor.

İşte bu ölçüyü haddi aşıp, nefsini unutup, tartıyı adil tutup, Mutaffifûn sûresinden veyledilen zalimlerden olmadan, ölçeklendiren hikmetli bir kul olarak Davud (as) ın şu duasında bizim için pek çok ölçüler bulunduğunu düşünüyorum: “Nimet verip şükrettiren, bela verip dua ettiren Allah, her türlü noksanlıktan münezzehtir.” Rabbinin kendisine nimet verdiği kullarından biri olarak Davud (as) kendisine nimet verildiğinin, nimetlendirildiğinin şuurundadır ve buna mukabil Rabbine şükrederek şirkten uzak tutmaktadır nefsini. Ne ki bir hayr olarak, şükretme halininde Rabbinin fazlından, lütfundan, hikmetinden kendi dünyasına taşındığının basiretindedir de. Şükrettiren Rabbidir, şükretmek, şükredebilmek de nefsindeki bir kemalden, iyilikten değil Rabbinin ona öğrettiğindendir. Bu onu ucba girmekten, ‘şükretme/şükredebilme’ kemaline sahiplenmeden alıkoymuştur. Hem belalara karşı sabrettiren, dua ettiren ve metanet veren yine Rabbidir ve hem Rabbi her türlü noksandan münezzehtir. Yani insan nimete şükredemiyorsa, belaya sabredemiyorsa kusur nefsine aittir, zira insanın Rabbi belayı da ‘sabrederek kulum yakınlaşsın beni hatırlasın’ diye bir çeşit nimet olarak yaratmakta, insanı belalarla bile nimetlendirmek istemektedir aslında. Oysaki kulun ne şükrediyor oluşu ve nede belalara karşı sabrediyor oluşu kendi zatına ait bir kemalden, güzellikten değildir, hepsi Rabbinin hibesidir çünkü O Vehhabtır. Rabbi kusursuzdur çünkü Sübhandır. Kusurun, eksikliğin, çirkinliğin her türlüsünden her derecesinden münezzeh olduğu gibi, İmam Gazali Hz lerinin bize öğrettiğiyle O kulları için kemal sayılan sıfatlardan da münezzehtir. İnsan Rabbini Sübhan bilmezse içindeki Karunu besleyip durmuş olur. İyiliklerini sahiplenir ucba girer, kötülüklerini hep başka mercilere havale eder. Hem insan Rabbini Subhan bildikçe, Subhan isminin feyzinden, tecellisinden nasiplenir. Umulur ki o zaman elindeki o tek sermayesi olan niyetinin hürmetine seyyiatı hasenatına, kötülükleri iyiliklere çevrilir. Hemde umulurki böylece Rabbi onu küfür karanliklarından hidayet nurlarına ulaştırır. Yeter ki insan, “başına iyilikten her ne gelirse Rabbinden, kötülükten her ne gelirse nefsinden” (bkz. Nisa sûresi 79) bilsin.

Kendini kusurlu, Rabbini Sübhan bilsin ve tanısın...

  29.12.2005

© 2021 karakalem.net, Metin Ergöktaş



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut