Rütbeye itibar

HASTANEMİZİN ÖZEL odalarının birinin önünde bu akşam ilginç bir görüntü vardı. Hiç görmediğim kadar sayıda çiçek ve çelenk odanın kapısının etrafına dizilmişti ve resmi üniformalı altı-yedi kişi de, çiçekler gibi, kapının önünde bekliyorlardı.

Sonra öğrendim ki odada yatan hastamız bir albaymış. Kapalı bir kapının önünde, ceketlerinin düğmelerini iliklemiş saygıyla bekleyen bu insanları gördüğümde, rütbenin dünya üzerinde nasıl birşey olduğunu bir kez daha anladım. Emirlerin en önemlisine sahip olan Allah’a şu küçücük dünya rütbesine itibar edenler kadar itibar edemediğimi farkettim bir kez daha…

Dünyada rütbesine itibar edilecek kadar mühim bir konuma gelmek insanı nefsanî olarak zor durumda bırakıyor olsa gerek. Zira her rütbenin bir emekliliği var. Her bir makam sahibi, vakti zamanında etrafında emrine amade vaziyette bekleyen insanları, emeklilik vakti geldiğinde kaybedecek. İşte o zaman belki anlaşılacak esas makam ve esas itibar sahibi olanın ‘Başkası’ olduğu. Ancak o vakit hissedecek belki emr-i mutlak sahibi Hakim-i Ezelî’nin emrinde olduğunu.

Aynı hastanenin bir başka odasında, yetmiş küsur yaşlarında bir hanım teyzemizin yatağının kenarında da güzel bir çiçek duruyordu. Tek bir çiçek. Mütevazılığı, gelip geçiciliği de bu çiçeğin yapraklarında gördüm. Masmavi gözleri ürkek ürkek bakan, doktorunun koluna sarılıp “Beni bırakmayacaksın değil mi?” diye yaşlı gözlerle soran bir teyze. Şu an hayatının odak noktası yarın geçireceği ameliyat ve bundan müteşekkil korku olan, onun dışında hiçbir şeye itibar etmeyen teyze... İtibar edebileceği tek bir kapı olabilirdi; o da Şâfi olan Allah’ın merhamet kapısı. Çünkü ‘O’ vermeyince, doktor hiçbir şey veremiyordu.

Yetmiş yaşındaki ev hanımı Ayşe Hanım, Dr. Veli, Albay Kemal ya da her kim olursa olsun, sonuçta aynı hastaneye gelebiliyor bir gün. Hastanede rütbeye itibar bitmiyor belki, ama gözler kapanıp can teslim olduğunda hepsi aynı yere gidiyor. Bir gün bizim de muhakkak gideceğimiz yere. Toprağa.

Toprağa giderken, bir kalp mütehassısı doktorun dünya üzerindeki hayatı, kalbinin durmasıyla sonuçlanabiliyor.

Acil servislerde, ritmi bozulmuş, anormal şekilde hızlı çarptığı için durmak üzere olan kalbe güçlü bir elektrik şoku vermek için kullanılan ‘defibrilatör’ isimli aletler vardır. Çoğu zaman hayat kurtarıcı diye ifade edilen bir şifa vesilesidir bu aletler.

Bir gün kalp hastalıkları profesörü bir hocamız, kalp krizinde acilen yapılması gerekenleri anlatıyordu. Hastane dışında yapılabilecek herşeyi anlattı. Bir arkadaşımız:

“Hocam, diyelim ki siz tatildesiniz, acil müdahale etmeniz gerekiyor, defibrilatör gerekiyor, ama yok, ne yaparsınız?” diye sordu.

“Birşey yapamam, ne yapabilirim ki?”

“Nasıl yani, siz profesörsünüz, bir defibrilatör icat edemez misiniz o anda?”

“Hayır, yapamam.”

“Ama hocam, eliniz kolunuz bağlı mı kalırsınız?”

“Doktor bey, ben profesör olabilirim ama, benim kendime bile hayrım yok. Ben kendim kalp krizi geçirsem meselâ ne yapabilirim ki?”

İşte böyleydi.

Kalp hastalığı, kalp mütehassısının mevkiine itibar etmiyordu. Bir mayın, askerin rütbesine itibar etmiyordu. Ölümü öldürecek, hatta geciktirebilecek hiçbir rütbe yoktu.

Ama bunu bildiği halde ‘Öldüren’in önünde eğilmeyip, dünyevî rütbeler önünde iki büklüm olan insan pek çoktu...

  03.12.2005

© 2021 karakalem.net, Rabia Nazik Kaya



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut