Bilmek ve yapmak

İSLÂM’IN İLK şartının ne olduğunu, ezbere biliriz. Dolayısıyla, ezbere bildiğimiz çok şeyde başımıza gelen bir hal, burada da yakamızı bırakmaz. İslâm’ın ilk şartı ‘kelime-i şehadet’tir; ve bunun böyle olduğunu ezbere bildiğimiz için, neden ‘kelime-i şehadet’in İslâm’ın ilk şartı olduğunu ve ‘kelime-i tevhid’in yeterli görülmeyip İslâm’ı girmiş olmak için bizden ‘kelime-i şehadet’in istendiğini sormaz ve düşünmeyiz.

Oysa, kelime-i şehadet, iman ile İslâm’ın ayrılmaz bütünlüğünün nişanesi olduğu; imanını ikrar ettiği andan itibaren insanın İslâm dairesine girmiş olduğunu gösterdiği gibi, bilmek ve yapmak, seyretmek ve katılmak arasındaki farkı da bize gösterir. Özellikle de, salt ‘kelime-i tevhid’in İslâm’ı girmiş olmak için yeterli görülmeyip ‘kelime-i şehadet’in istenmesinin ardında, kelimenin tam anlamıyla ‘hayatî’ bir sır saklıdır.

Kelime-i tevhid, mâlûm, “Lâilâheillallah” diyerek, Allah’tan başka ilah olmadığını, uluhiyet vasfına yalnız ve ancak O’nun lâyık olduğunu, O’ndan gayri hiçbir şeyin bu vasfa liyakati olmadığını ilan ederek, Allah ile masiva arasında ontolojik anlamda keskin bir çizgi çizerek şirki tastamam reddetmeyi ifade eder. Ve bu kelime-i tevhidin vazgeçilmez gereği olarak, vahiy ve risalet hakikatini, dolayısıyla Kur’ân-ı Hakîm’in mübelliği olarak Hz. Peygamberin risaletini kabul etmeyi de içerir.

Kelime-i şehadet, kelime-i tevhide, iki kere tekrarlanan tek bir kelime ekler. Kelime-i tevhid ile kelime-i şehadet arasındaki fark yalnızca budur. Kelime-i tevhid “Lâ ilâhe illallah muhammedun resûlullah” olarak ifadesini bulurken, bu sözün iki tarafına da eklenen bir ‘eşhedü’ ile kelime-i tevhid kelime-i şehadete dönüşmüş olur: “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne muhammeden resûlullah.”

Aradaki işte o tek kelime, o iki ‘eşhedü’ herşeyi değiştirir. ‘Eşhedü’süz bir kelime-i tevhid beyanı bizim İslâm dairesine girmiş sayılmamıza yetmez iken, bizi olsa olsa bir a’rafa ya da bir ‘eşiktekiler’ pozisyonuna getirir iken, ancak bu kelime-i tevhide “eşhedü”yü dahil etmek suretiyle İslâm dairesine girmiş, ‘Müslüman olmuş’ oluruz.

Peki nedir ‘eşhedü’yü bu kadar değerli ve vazgeçilmez kılan? ‘Eşhedü’de ne vardır ki, kişi ancak kelime-i tevhidine onu eklediği takdirde İslâm dairesine girmiş ve ‘Müslüman’ sıfatını kazanmış olur?

‘Eşhedü’yü bu kadar değerli kılan, onun bizi ‘bilmek’ makamından ‘yapmak’ makamına, ‘görmek’ ve ‘seyretmek’ makamından ‘katılmak’ ve ‘dahil olmak’ makamına çıkarmasındadır.

‘Eşhedü’ diyerek, bütün kâinatın ilan ettiği iman hakikatine, Bediüzzaman’ın “Yirmidördüncü Mektup”taki nefis özetiyle ‘hakikat-i aliye-i nefsü’l-emriye’ olan iman hakikatine insan dahil olur. İmanı kâinatı kuşatan bir ‘dışsal gerçeklik’ olarak bilmek ve seyretmek makamını aşıp, bir ‘içsel gerçeklik’ olarak kabul edip benimseme makamına geçer. Kendisini, kâinatın ilan ettiği tevhid hakikatine dahil eder ve bunun taşıdığı bütün yükümlülük ve sorumluluklara razı ve hazır olduğunu bildirir: “Allah’tan başka ilah olmadığına şahitlik ederim. Muhammed’in O’nun kulu ve resûlü olduğuna şahitlik ederim.”

Kelime-i şehadet, bu derinliğiyle bakıldığında, hakikat-ı halde İslâm’ın bütün şartlarını, bütün hakikatlerini, bütün esaslarını, bütün emir ve nehiylerini içeren bir büyük hakikat değil midir?

Biliriz, insanoğlu hayatın gündelik akışı içerisinde çoğu kez şahitlikten kaçar. Bir kaza, bir kavga, bir hırsızlık, nizalı bir alışveriş, sorunlu bir evlilik, hasta bir çocuk, yoksul bir yaşlı.. görüp bildiğine dair ‘şahitlik’ beyan ettiğinde üzerine yükümlülük ve sorumluluk her bir şeyde ‘görmezden gelme’ gibi, ‘gördüğünü saklama, söylememe’ gibi, hatta ‘gördüğünü inkâr etme’ gibi yollara sapar. Çünkü, gerçekte insana yakışan, gördüğüne şahit olmaktır; ama şahitliğin bir bedeli vardır, insana yüklediği bir sorumluluk vardır. İnsan işte bu bedelden sakınır ve kaçar. O yüzdendir ki, ‘bilmek’ yapması için gereklidir ama yeterli değildir. O yüzdendir ki, görmesi dahil olmasına, seyretmesi katılmasına yetmemektedir. Bilmekle yetinmeyip yapmak, gördüğü dışsal gerçekliğe katılmak ancak ‘şahitliğini ikrar etmek’le gerçekleşir. Ama şahitliğini ilan ve ikrar etmek için, insanın kendisinden, rahatından vazgeçmeye razı olması, hakikate getirmesi muhtemel bütün bedellere rağmen kalbini açması gerekir.

Nitekim, işte bu yüzden, yaşadığı bütün sürçmelere rağmen mü’minin Allah katında değeri çok ama çok büyüktür.

Ve işte bu yüzden, tevhid ve risalet gerçeğine ‘şahitliğin’ en ziyade ‘riskli’ olduğu bir zamanda “eşhedü” diyebilen bir sahabiye sonraki zamanların en büyük velîsi dahi yetişemez.

Ve gelip bize dönersek, ‘bilmek’ ile ‘yapmak’ arasında bir mesafe hissediyorsak, aklın kabul ettiği bir gerçekliğe bütün ruhumuzla katılmamızı engelleyen bir ‘buz parçası’ var demektir içimizde...

İnsan ‘ene’sini eritip ‘Hüve’yi gösterir hale gelmelidir ki, kâinatın varoluşuyla gösterdiğine kendi hayatıyla dahil olsun, bildiğini yapsın, gördüğüne katılsın...

Ne mutlu o şahitlere!

“Rabbimiz! İndirdiğine inandık ve Peygamber’in ardınca gittik; şimdi bizi o şahitlerle birlikte yaz!” (Âl-i İmran, 3:53)

  27.11.2005

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut