Arşiv

Sonuç

 (çev. Muhammed Şeviker)

KİTABIM, BİREYLERİN iyiliği arayıp bulmaları hususunda tarafsız olması beklenen liberal seküler bir toplumun, benim Müslüman oluşuma ve tesettürü benimseyişime neden ters bir tepki gösterdiğini anlamaya çalışma teşebbüsüyle başlamıştı. Araştırmam, beni Avrupalıların tesettürle ilk kez yüzyüze geldikleri sömürgecilik çağından başlayıp, tesettürü bıraktıktan sonra tekrar örtünmeyi seçen Müslüman kadınların bulunduğu modern zamanlara kadar devam eden bir seyahate götürdü. Toronto’da yaşayan bazı tesettürlü Müslüman hanımların görüşlerini sundum ve tesettüre karşı olan bir kadının empatik sesini analiz ettim. Son olarak, yirmibirinci yüzyılın kapitalist kültürlerine karşı pozitif bir tesettür teorisini açıkça ifade etmeye çalıştım.

Tesettür, erkek ve kadın kıyafetine dair bir felsefedir ve erkek/kadın ilişkilerine yönelik bir İslâmî terbiyenin ifadesidir. Bununla birlikte, Müslüman dünyasında acı bir mücadelenin alanı olduğu kadar Batıda da düşmanlığın odağında olan şey, tesettür diye bilinen, kadının vücudunu değişen derecelerde örten işte bu kumaş parçasıdır. Türkiye’de ve Tunus’ta, İslâm’ı geri, medeniyet-karşıtı, barbar ve kadınlara baskı yapan bir din olarak gören bir ‘modernite’ adına, tesettürü yasaklayan kanunlar yürürlüğe konulmuştur.* Bu noktada, tesettürü baskıcı olarak gören yaygın Batılı görüş ile Müslüman dünyasının tesettürü yasaklama girişimleri birbirine yaklaşmaktadır.

Seküler Müslüman dünyanın tesettür ve İslâm hususundaki değerlendirmelerinde meftun olduğu ‘modernite,’ Batıda ortaya çıkmış bir ‘modernite’ görüşüdür. Bu, oryantalistin İslâm’a dair görüşünün devamıdır. Oryantalizm, İslâm’ı ve Müslümanları aslî bir Öteki; gerilik içinde durup kalmış ve ‘modern’ özgürlük, eşitlik ve demokrasi anlayışlarıyla uyum içinde ilerleyemeyeceğini göstermiş bir Öteki olarak öngörür. Oryantalizmin, küresel köyümüzün Müslüman veya gayrimüslim birçok seçkininin ve entellektüelinin zihinlerinde bir nüfuzu sözkonusudur. Yine oryantalizmin, genelde, Müslüman veya gayrimüslim, popüler kültür üzerinde de bir nüfuzu bulunmaktadır.

Genç Müslüman kadınların başörtülerini çıkarmadıklarından dolayı bir Fransız lisesinden atılmaları hadisesinin hengâmesi üzerinde, Fransız solunun büyük bir kesimi tesettür konusunda oryantalist ağzıyla görüşler beyan etti: “İslâmî kültürel yapılar dinsel baskı ile bir tutuldu ve Batılı sosyal uygulamalar seküler kurtarıcı norm olarak tanımlandı.” Bir entellektüel ve feminist olan Profesör Badinter tesettürü bir boyun eğme fiili olarak görüyor ve onun ‘bir siyasal bağımsızlaşma fiili olmasının mümkün olamayacağını’ dile getiriyordu. Badinter şu yorumu yapıyordu:

Gençler yüce gönüllüdür, hoşgörülüdür, dışlamayı sevmezler. Bundan kim şikâyet eder ki? Fakat ben, birileri onlara tesettürün niçin bir giyinme nesnesinden başka birşey olduğunu açıklarsa, onların bunu çabucak anlayacaklarına inanıyorum. Tesettür, bir cinsin baskı altında tutuluşunun sembolüdür. Sosyal gelenekler muvacehesinde bakıldığında, yırtık kotlar giymek, saçları sarıya, yeşile veya maviye boyamak, bir özgürlük fiilidir. Ama başa bir örtü takmak, işte bu, bir teslim olma fiilidir. O, kadının bütün hayatını çekilmez bir yükün altına iter. Onların kocalarını babaları veya erkek kardeşleri seçer, onlar kendi evlerine kapatılırlar ve faaliyetleri ev işleri falan filana münhasır kalır. Bunu çevremdeki gençlere anlattığımda, görüşlerini hemen değiştiriyorlar.

Moruzzi’nin sorduğu gibi, “kim yapmaz ki?” Badinter, tesettür hakkındaki bütün tipik basmakalıp düşünceleri sayıp döküyor.

Bu bakımdan, pratikte, liberal-seküler tercih ve tarafsızlık teorisi, oryantalistin İslâm’a yönelik eski saldırıları ile kolayca birarada varolamaz. Bir yandan, sekülerizmin herhangi bir vatandaşın kendi hayatının içeriğini belirleyebileceği ahdini garanti altına almanın yolunu arayan liberaller mevcuttur; ve eğer bu çözümler tesettürü de içine alıyorsa, liberaller bu çabalarında Müslüman kadınlara yardımcı olacaklardır. Ama öte yandan, Badinter’in iddiasının ışık tuttuğu üzere, bireysel tercih teorisi, Batılı hayat tarzlarının üstün olduğu, ve bazen bu Batılı hayat tarzlarının neyin daha iyi olduğunu bilemeyen ‘zavallı göçmenin iyiliği için’ (veya ‘geri kalmış vatandaşlarımızın iyiliği için’) zorla uygulatılması gerektiği anlayışıyla birarada varolabilen bir doktrindir.

Tesettür baskıcıdır. Bu, ‘Batı’da (ve ‘Doğu’da) standart bir anlayıştır. Bu, kadınların tesettüre dair tecrübelerinin—İkinci ve Üçüncü Bölümlerde ispat edildiği üzere—çeşitliliğini yıkan hükmedici bir hakikat iddiasıdır. Tarihsel bakımdan, Müslüman kadınlar tesettürle ilgili olarak farklı pozisyonlar almışlardır. Çocukluk ve gençliğini, Cezayir’in bağımsızlığından kısa süre önce Fransız-Cezayiri’nde geçirmiş olan meşhur Cezayirli yazar Asiye Cebbar tesettüre, Mernissi’nin baktığı gözlükle bakar. Ona göre, tesettür ‘kadınların bedenlerini saklama gereğini’ temsil etmektedir. Mernissi gibi, o da kendisini, kültüründeki diğer kadınların kaçınılmaz kaderinden (okuryazar olamama, haremlik-selamlık ve tesettür) her nasılsa mucizevî şekilde kurtarılmış biri olarak kabul eder:

Başına fes giyen, dal gibi uzun boylu biri olan babam, köyün sokaklarında yürüyor, beni elimden tutarak gezdiriyor, benimle çok iftihar ediyordu; ailede ilk kez Fransız oyuncak bebekleri satın alınan kişi bendim, dış dünyadan ilişiği sürekli olarak kesilmekten kurtulan tek kişi bendim, kefen-örtüyü giymeye zorlanmaktan dolayı tepinmek ve protesto etmek zorunda kalmadım, kuzenlerimden herhangi biri gibi uysal biçimde çaresizce teslim olmadım, bir yaz düğünü için, sanki süslü bir elbise imiş gibi, kendimi kasten bir çarşafla örttüm—babamın elini tutarak sokakta yürüyordum. Bende birdenbire bir huzursuzluk başladı: Lisedeki akranlarımın arkasında durmak benim ‘görevim’ değil midir? Daha sonra, bir ergenken, cildimdeki, hareketli vücudumdaki güneş ışığının verdiği gevşeklik duygusuyla mestolmuşken, sarhoşken, zihnimde bir şüphe belirdi: “Neden ben? Bu fırsattan kabilemde neden sadece ben faydalanıyorum?”

Türkiye’de, Minai, babaannesinin örtülerini atarat sergilediği tepkiyi hatırlıyor. Kendisi sekiz yaşındaydı ve Hüda Şa’râvî’nin çarşafını Nil’e atışından (1923) yeni haberi olmuştu:

Ben bu âdetin yaşlı hanımefendiler için normal olduğu yolunda telkinler alarak yetişmiştim, ne var ki, şimdi sıcak havada hiç de rahat olmadığını hissettiğim çarşaftan onu kurtarmak için can atıyordum. Bir ilkbahar gününün ikindi vakti, ben ve kızkardeşim, onun bütün başörtülerini ve çarşaflarını topladık, bir sepete koyduk, Boğaz’a doğru yürüdük ve onları denize attık. O akşam ninemiz, dantelli elbisesi ile birlikte giymeyi çok sevdiği İspanyol şalını boş yere arayıp durdu. Biz onu Boğaz’a attığımızı söyledik. Deliye döndü. Bazı kadınlar, özgürlüğe kavuşturulmayı gerçekten istemiyorlar.

İran’da 1936’da çarşafın yasaklanması, 1920’li yıllardan beri kadınların kurtarılması yönünde tahrik edilegelmiş orta ve üst sınıfa mensup genç kadınlarca hoş karşılandı. Buna karşılık, daha yaşlı İranlı kadınlar yasağı hoş karşılamadılar. Gerçekten, bazı kadınlar yedi yıl süren yasak süresince evlerinden hiç çıkmamışlardır. Hoodfar, babaannesinin bir uzlaşma göstergesi olarak çarşaf giymeyip başına bir eşarp alarak dışarı çıktığı gün yaşadığı acı hatırayı naklediyor: “Bir polisin durmasını emretmesi üzerine kaçtı; polis onu takip etti, evinin bahçe kapısına yaklaştığında, eşarbını çekip aldı. Ninem polisin kendisinin eve kadar iffetli şekilde ulaşmasına kasden müsaade ettiğini sanıyordu [halbukio sokaktaki kadınların başörtülerini zorla çıkarmayı emreden devlet emirlerini uyguluyordu] . . .”

Bazı kadınlar, başka bazılarının zorla baş örttürmede yaşayabilecekleri sıkıntının aynısını zorla baş açtırmada yaşıyorlar. İran’da modern sosyal hizmetlerin kurucusu olan ve aristokrat babasının hareminde yetişmiş bulunan Fermeyan, annesinin Rıza Şahın tesettürü yasaklayışına duyduğu tepkiyi şöyle tasvir ediyor.

Şahın tesettürü yasaklayışı, diğer milyonlarca dindar İranlı kadınla beraber [annem] Hanım’ın affedemediği birşeydir . . . Şah . . . alışıldık sertliği ile tesettürü kanun-dışı ilan ettiğinde, bizim gibi eski sosyete ailelerinin başlarının eğer hanımlarını halkın arasına Batılı kıyafetlerle salmazlarsa ciddi bir derde gireceğinin bilinmesini istiyordu.

Annem, tesettürünün verdiği bunca yıllık nezihliğini kaybedeceğini öğrendiğinde, kendini tutamayacak kadar öfkelenmişti. O ve geleneğe bağlı diğer bütün kadınlar, Rıza’nın bu emrini o zamana kadar yaptığı en kötü şey telakki ettiler—bu onun din adamları sınıfının haklarına saldırmasından daha berbat, hatta insanların mal ve mülklerini müsadere etmesinden ve cinayetler yaptırmasından daha kötü bir cürümdü. Ama [babam] Şehzade itaatsizlik etmeye cesaretinin olmadığını anladı.

Eminim ki, bu onun için kolay bir karar değildi. Bir Farslı aristokratın, kendi hanımlarını yabancı erkeklerin halkın içinde dikizlemelerine müsaade etmesi son derece utanç verici bir haldi. Ne çare ki, babam ailenin güvenliği adına tercihini bu emre uymaktan yana kullanmakla, hanımlarının eski aristokrasi içinde resmen Batılı kıyafetlerle halk içinde resmen görünen ilk aile olmalarına müsaade ederek meseleyi çözdü. O bütün hanımlarını, bir eskort eşliğinde, şapka almaları için Lâlezar Bulvarına gönderdi ve kendilerine ertesi günü bunları giyeceklerini ve kendisiyle birlikte açık bir faytona bineceklerini söyledi. Annem için bu, babamın ona sokakta çıplak vaziyette geçit resmi yapması için ısrar etmesi demekti tam anlamıyla. Ancak onun aklına duyduğu saygıdan ve güvenliği için endişe ettiğinden dolayı, böylesi bir alçalışa teslim olmaya razı olmuştur.

Ertesi gün, öfke ve küçük düşürülme hissiyle karışık gözyaşı dökerek, kendisini [babamın diğer hanımı] Betül Hanım ile birlikte yatak odasına hapsederek, şapka giymenin provasını yaptı. Annem hıçkırıklar içinde “Rıza Şah önce din adamlarına saldırdı ve şimdi de bunu yapıyor. O dini yıkmaya çalışıyor. Allah’tan korkmuyor bu kötü şah, Allah onun belasını versin!” diye söyleniyordu. Annem, ağlarken, beline kadar uzanan siyah saçlarını da, onları gizlemeye yetmeyen küçük bir Fransız kloşu* ile korumaya çalışıyordu. Onu teselli etmek için üvey annemin yapabileceği hiçbir şey yoktu.

“Bazı kadınlar özgürlüğe kavuşturulmayı gerçekten istemiyor.” Tesettür tartışmasına—o ezici midir, ezici değil midir?—tartışmasına kendimiz kaptıran bizler için, psikolojik maliyetler dehşet verici olabilir. Minai şunları kaydediyor:

Nesiller boyunca kızlar . . . ya bu ya da o zihniyetiyle büyüdüler; Batılının tarzının özgürlük, geleneğe ve İslâm’a bağlılığın ise kadınların köleliğini sürdürmek demek olduğuna ikna edildiler. Kuzey Afrikalılar, içinden çıkıp geldikleri eski gelenekler başlarına istemeden gelmiş bulunan, zorla katlanmak zorunda kaldıkları ilkel bir hal imiş gibi, Fransızlara ait ne varsa onu hiçbir ayrım yapmadan ‘évolué’ (mütekâmil) addederek, bu tavrı tasvir ederken eski sömürgeci efendilerinin jargonunu benimseyecek kadar ileri gitmişlerdir.

Ailelerindeki kadınların örtünmelerine karşı çıkan nice Müslüman aile{nin tutumu, tam da bu mücadeleyi hatırlatır: Tesettür onların sersem görünmelerine, bir meslek sahibi olamamalarına, evlenememelerine, hayattan zevk alamamalarına yol açacaktır. Okuyucum, bir kimsenin kendi geleneklerinin ve halkının aşağı olduğuna inanmasının nasıl birşey olduğunu tasavvur edebilir mi? İleri gitmenin yegâne yolunun geleneği bırakmak olduğunu düşünebilir mi? Said’in dediği gibi: “Hemen her Müslüman için, İslâmî bir kimliği salt savunmak, neredeyse kozmik bir meydan okuma ve varlığını sürdürebilme fiili haline gelmektedir.” Bazıları varlıklarını dinî kimliklerini gizleyerek sürdürürler.

Bugüne kadar, feminist paradigmalar, ne örtülü kadınların tesettüre ilişkin pozitif tecrübelerini anlayabilmeş, ne de bütün dünyada tesettüre ilişkin olarak gözlenen çeşitliliği kavrayabilmişlerdir. Giriş Bölümünde sözünü ettiğim üzere, tesettürün baskıcı olduğunu öne süren hâkim paradigma, tesettürlü kadınların görüşlerini ön plana çıkarmaya kararlı birçok çalışmaya bile egemen oluyor ve onlara sızıyor olsa dahi, bu hal değişmektedir. Ben, Orta Doğuya ilişkin araştırmaları bulunan önde gelen bir Batılı bilim kadınının bir seminerine katılmıştım. O, Müslüman kadınlar arasındaki tartışmalara, farklılıklara ve çeşitliliğe değindi ve sorulara geçildikten sonra bir ara “Ben Mısır’da iken başıma bir eşarp bağlamak istemiştim, ne var ki eğer bir Müslüman erkekle evli iseniz, onu bir kez taktınız mı artık hiç çıkaramazsınız” demişti. Dinleyiciler de onu baş işaretleriyle tasdik ediyorlardı. Ben dehşete düştüm. Benim hepsi de Müslüman olan eşlerinin örtünmelerine izin vermediği arkadaşlarım ne olacak? İhtida etmelerinden memnun olmayan erkek arkadaşları tarafından yüzüstü bırakılan arkadaşlarıma ne diyelim? Eğer bir bilim kadını Müslüman değilse, eşinin onun örtünmesini bile beklemeyeceği, zira İslâm fıkhının kurallarının bir gayrimüslim kadın için geçerli olmadığı gerçeğine ne buyurulur? Bununla birlikte, bu yorumdan ve dinleyicilerin onu tasdikinden yola çıkarak, İslâm’a ve kadınlara dair (feminist elbiseler içinde tezahür eden) oryantalist görüşün insanların kafalarında hükmünü icra ettirdiğine dair ciltler dolusu kitap kaleme alınabilir. (Onun yaşantısına ilişkin bu yorum doğru ise, genel ‘Müslüman’ erkek deyimini kullanmak yerine niçin “Kocam başörtümü çıkarmama izin vermez” demeyi tercih etmiyor?)

Tesettür baskıcıdır, o kadınları kapatır, onların hayatlarını boğar, seslerini kısar ve onları birer kişi-olmayan’a çevirir. Gerçekte, Müslüman kadınları silen, ortadan kaldıran hükümran oryantalist/feminist söylemdir. İslâm’a veya tesettüre düşman olan; tesettürlü kadınları kendi nam ve hesaplarına konuşamayan, kendileri adına konuşacak ve onlara kendi geleneklerinin ne anlama geldiğini yorumlayacak yabancılara ihtiyaç duyan sessiz kuklalara çeviren, Müslüman olsun veya olmasın, işte bu feminist söylemdir. (Bir Batılı bilgi alanı olan) ‘kadınlar ve İslâm’ alanı, bir bütün halinde, öze dönüşe ve yerli araştırmacının varlığına rağmen, hâlâ daha Müslüman kadınların dünyada ezilmişlikten muszdarip tek grup oldukları veya dünyada en çok baskıya maruz kalan topluluk oldukları izlenimini vermektedir. Batılı yazarlar, kendi kişiliklerini ve kültürlerini araştırma dışında tutarak (yani, benzerliklerin mukayesesini yapmayarak, yalnızca farklılığa odaklanarak), kendilerinin kadınların ezilmişliğini tecrübe etmeyen bir toplumda yaşadıkları izlenimini verirler. Ne var ki, Batıya ilişkin feminist eserlere dönülünce, hikâyenin bütünüyle farklı olduğu ortaya çıkar: Mesaj, sanki kültürün hâlâ gidecek uzun bir yolu varmışcasına, kadınların ezilmişliğinin süregeldiği şeklindedir. Bir alt türden diğerine geçmek, tecrübî bir şoktur.

“İbadet için kadınların aslını bu şekilde örtmek ve inkâr etmekle hata mı ediyoruz (Govier)?” Tesettür hakkındaki popüler Batılı klişeyi zayıflatma yeteneğim hususunda en başta duyduğum iştiyak, araştırmalarla geçen birkaç yıldan sonra söndü. Bu klişenin basitliğine işaret eden birçok kitap zaten vardı, birçok bilim insanı da daha karmaşık ve nüanslar içeren görüşler dile getirmişti. Onların ortaya koyduğu görüşler niçin anaakıma ulaşamamıştır? Niye bu basitçi görüş hükmünü sürdürmeye devam etmiştir? Bunu gerçekten bilemiyorum. Ancak, bunun, bilinçaltında sahip çıkılan oryantalizmin varlığını sürdürmesi ile biraz önce sözünü ettiğim kadınlar ve İslâm alanındaki yorumlama tecrübesinin etkisinin girift bir karışımıyla ilgisinin olduğundan kuşkulanıyorum. Batılı yaygın klişelere karşı çalışıyor olan bilim insanları bulunmasına rağmen, karşı bir güç, Batının ve hayat tarzlarının üstünlüğüne dair bir kanaatle ilgisi olan karşı bir güç mevcuttur. Bunun, kimliklerimizin ve dünya görüşlerimizin fikirlerimizin şekillendiği yıllarda ve birer yetişkin olarak yaşarken çeşitli söylemler sayesinde biçimlendiğini anlayamamakla ilgisi vardır. Bunun, sosyal bilimlerin başkalarını incelemek için ‘objektif’ bir noktasının bulunduğu, bir topluma bakıp ‘falan âdetin baskıcı olduğunu’ söylemenin mümkün olduğu yanılgısıyla ilişkisi vardır. Bunun, esas olarak liberal-yönelimli anaakımın, kendilerinin ve başkalarının kültürlerine göre kendi duruş yerlerini kavramaktaki acizlikleri ile ilgisi vardır. Yine bunun, birçok Batılı entellektüelin, dünyaya dair bilgiler elde etme hususunda, medyaya aynen sade vatandaşın güvendiği gibi güvendiği gerçeği ile de ilgisi vardır. Bu entellektüel şayet bir Müslümanla hiç karşılaşmamış, İslâm’ı hiç incelememiş veya İslâm’a sadece oryantalist/feminist eserler kanalıyla incelemiş ise, bu entellektüelin aynen başkaları gibi İslâm ve Müslümanlar hakkında yerleşik klişelere sahip çıkması muhtemeldir. Said’in belirttiği gibi, bilim insanlığı ve yazma, çoğu kez kendisini herkesçe kabul edilen hikmetten ayırmaz. Aksine, o ‘hikmet’i teyid eder ve sürdürür.

Medyaya gelince, tek-tük rastlanan olumlu makalelere rağmen kişinin sahip olacağı genel imaj, kasvetli ve üzücüdür: Müslümanlar barbardırlar, masum insanları bombalarla havaya uçururlar, sebepsiz yere adam öldürürler, kadınları ezerler. 1980 yılında ABD’de yapılan (ama herhangi bir Batılı ülkeyi temsil edebilir durumda olan) bir anketten şu sonuçlar çıkmıştır:

Ankete cevap verenlerin büyük bir oranı (yüzde 44), Arapların ‘barbar ve zalim,’ ‘hain, hilekâr’ (yüzde 49), ‘kadınlara kötü muamele eden’ (yüzde 51) ve ‘savaşçı, kana susamış’ (yüzde 50) olarak nitelendirilebileceğini dile getirmiştir. Dahası, Arapların uzun bir özellikler listesi içinden kaçı ile nitelendirilebileceği sorulduğunda, yüksek bir oran ‘neredeyse bütün’ Arapların veya ‘bütün’ Arapların ‘Hıristiyan-karşıtı’ (yüzde 40), ‘Yahudi-karşıtı’ (yüzde 40) oldukları ve ‘İsrail’i yıkmak ve İsraillileri de denize dökmek istedikleri’ (yüzde 44) görüşlerini öne çıkarmışlardır. Bu özelliklerin hepsi, düşmanlığı, ve bir kombinezon halinde gözönüne alındıklarında, Hıristiyan-karşıtı, Yahudi-karşıtı düşmanlığı ima eder. Birçok Amerikalı ülkelerini Hıristiyan bir ulus olarak telakki ettiklerinden, böylesi bir tavır Amerikan-karşıtlığı olarak görülmeye elverişlidir.

Bu anket 1980 yılında uygulanmış olsa bile, 1990’lı yıllardaki, Oklahoma City’deki Federal Hizmet Binasının 1995’te yıkılışından Müslümanların sorumlu olduğu görüşünün hemen kabulü gibi hadiseler, Slade’in anketinin anaakım Batılı görüşü hâlâ daha yansıttığını gösteriyor.

Tesettür-baskıcıdır klişesinin sürüp gitmesinde güç politikasının rolü görmezden gelinemez. Tesettür-karşıtı söylem, Batılının hegemonya projesi ile—bu hegemonyanın doğal olduğu ve bu veya şu hususî dış politikanın sonucu olmadığı düşünülse bile—birçok bakımlardan ilişkilidir. Badinter’in, entellektüel olsun veya olmasın birçok Batılının tepkisinin bir göstergesi olan tepkileri, bir İslâmî köktendincilik korkusunu aksettirmektedir. Bu da, tıpkı 1950’lerdeki komünizm korkusu gibi, Batılının yakasını bırakmayan bir problem olarak durmaktadır. Sömürge dönemindeki oryantalist gibi, korku, Said’in delillerle ortaya koyduğu üzere, İslâm’ı kıyıda köşede tutan engellerin yıkılmasıdır. Tesettürün Batıda ortaya çıkışının bertaraf edilmesi gereken kanserimsi bir gelişme olarak görülmesine şaşmamak gerek.

Bütün bunlara rağmen, birileri protesto edecektir. Ve bunu yapmakta haklıdır da. Birçok Müslüman toplumunda kadınlar umumî hayatın dışında tutulmuşlardır ve günümüzde de tutulmaktadır; örtünmeye zorlanmışlardır, bugün de zorlanmaktadırlar. Tesettür kadınların istidatlarını sınırlayan, az veya çok şiddete dayalı yöntemlerle rollerini icra etmelerini engelleyen bir manzumenin parçası olmuştur. Tesettür kadınları eğitimden, evin dışında çalışmaktan ve oy kullanmaktan mahrum eden bir sistemin parçası olmuştur. Mernissi gibi, birçok kadının tesettür aleyhinde kampanya açmasında ve onun kayboluşuna sevinmesinde şaşılacak birşey yoktur. Bu sistem ancak kırk küsur yıl önce çözülmüş ve kadınlar evden çıkıp tahsil görebilmiş ve istihdama katılabilmiştir. Yine, tesettürün yeniden ortaya çıkışının seküler-eğilimli birçok Müslümanı ve yorumcuyu tedirgin ettiğine de şaşmamak gerek. Yeni örtünme biçimini cazip bulan insanların çoğunun, dede ve ninelerinin yıkmak için mücadele verdikleri sistemle bir problemleri olmamıştır. Onların, bir İslâm devletinin nasıl birşey olduğuna dair ancak soyut fikirleri bulunmaktadır.

Yeni örtünme hareketi hem Batılı ezilme klişesine hem de geleneksel bazı müslüman (Arap) uygulamalarına köklü bir meydan okumadır. (Birkaç versiyonu bulunan) Kur’ân’a ve sünnete dönme hareketleri, içlerinde birçok gücü barındırmaktadır. Kendim de dahil olmak üzere, Kur’ân’ın, sünnetin, Hz. Peygamberin ve sahabilerin kadınlar ve erkekler için eşitliğin ve adaletin somutlaşmış halleri olduklarını gören, ama bu hayat tarzının son bindörtyüz yıl içindeki kültürel mayalarla çarpıtıldığını kabul eden kimseler bulunmaktadır. Bu Müslümanlar tesettürün, geçmişin kadınların haremlik-selamlık gibi baskıcı geleneklerinden ve kadınları hatalı bir şekilde topluluğun işlerine meşru tarzda katılmaktan alıkoyan baskılardan soyutlanması gerektiğini iddia ediyorlar. Onlar eğitim, iş, siyasal katılım istiyorlar. Bununla birlikte, kırk yıl uzun bir süre değil; ve ‘saf’ İslâm’a dönüşün yanısıra, Kur’ân ve sünnetin kısıtlayıcı biçimde yorumlayanlara sahip çıkan başkaca güçler de mevcut. Eğer bunlar kabul edilirse, geleneksel yorumlar manzumesi konumunu yeniden güçlendirebilir. Kadınlara yönelik tehlikeler gerçekten var. Bununla birlikte, bilim insanları ve medya, olayın geçtiği bağlamın bütününü, hikâyenin tamamını vermeksizin, sadece tehlikeler üzerinde, olumsuzluklar üzerinde yoğunlaşıyorlar. Kadınlara-yönelik-tehlikeler hikâyesi diğer hikâyeleri gölgede bırakıyor ve kadınlara-yönelik-tehlikeler hikâyesini ‘otantik İslâm’ konumuna getiriyor. Bununla birlikte, bu tür negatif güçler, kadınların âlâ daha eşit maaş ve ücret, cinsiyet ayrımcılığı yapan kanunların değiştirilmesi, ev içi şiddet, çocuk istismarı ve benzeri şeylere son verilmesi mücadelesinin veriliyor olduğu Batıdaki, feministlerin ‘geri tepme’ adını verdikleri güçleri andırmaktadır.

Benim kitabım tesettürün halihazırdaki başka bir öyküsünü sunma teşebbüsüdür: huzur ve sevinci İslâm’da bulan ve onun kadınları baskı altına almadığına ve tesettürün onları ezmediğine inanan benim gibi insanların öyküsü. Doğaldır ki, kendi pozitif öykümün ‘otantik İslâm;’ diğer bütün yorumlamalara hâkim olması gereken İslâm olduğuna inanıyorum. Kitabım, dinlemek isteyenlerle iletişim hatları açma girişimidir. Bu kitap, tesettürlü olmaktan mutluluk duyan kadınların saygıyla muamele görmeleri, nezaketle dinlenmeleri ve kendileriyle iyiniyet ruhu içinde tartışılması ricasıdır. Belli meselelerde anlaşamama hususunda anlaşabiliriz, bari hiç olmazsa; aynı fikirde olmamayı ve yine de küresel köyün ortakları olmayı becerebilmeliyiz.

  23.11.2005

© 2021 karakalem.net, Katherine Bullock

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut