Bizler ve ötekiler

HZ. PEYGAMBER’İ öldürmek üzere yola çıkan müşrik Ömer’in ‘Hz. Ömer’e dönüşme öyküsü, hepimizin din bilgileri içerisinde ilk öğrendikleri arasında yer alır. O Ömer ki, sonrasında Peygamberin hem en yakın sahabilerinden biri, hem kayınpederi, hem de Hz. Ebu Bekir’in ardından halifesi olmuştur.

Bu çok bilinen tablo dilden dile anlatılır durur, ama nedense geçmişte kalmış bir İslâmiyet hatırası muamelesi görür. Çünkü bugün artık herkesin aslî yerini belirlediğini, bu yerlerin sabit olduğunu ve değişmezliğini düşündüğümüzü görüyorum. Bir insan eğer dindar bir kökenden geliyorsa inananlar safında, yani bizden biri; yok seküler ve dünyevî bir aileye, soya vs. ise ‘öteki’ olarak yerini buluyor zihnimizde. Böyle de muamele görüyor bizden.

Oysa Asr-ı Saadet, böyle bir muameleyi sorgulamamızı gerektirecek, ‘müşrik Ömer’den mü’min Ömer’e dönüş’ gibi nice dönüşümlere şahitlik ediyor. Sonrasında mü’minler safında yer alıp sahabi olmakla şereflenenlerin neredeyse hepsi de müşrik kökenlerden geliyorlar. Ama kökenlerinden o kadar uzaklaşıyorlar ki, inançları uğruna inançlarına kılıçla saldıran babaları ve kardeşleri ile karşı karşıya geliyorlar. Öylesine köklü dönüşümler yaşıyorlar ki, Cahiliye’nin içinden çıkıp, ‘yıldızlar gibi’ yüksek ve yol gösterici bir hal alıyorlar. Birer yıldız misali, asırlar ötesini aydınlatıyorlar.

Bunları bilip birbirine nakleden bizler, iş bugüne geldiğinde, bildiklerimizi unutuyoruz. Bugünün insanlarını geçmişleri ile öyle bağlı görüyoruz ki, bunun değişebileceğine ihtimal vermiyoruz. İhtimal vermediğimiz için de, inandığımız değerleri içtenlikle onlarla paylaşmak, bir hakikatte hissedar olabileceklerini düşünmek bize imkânsız geliyor. Ne de olsa biz ‘biziz,’ onlar ise ‘ötekiler.’ Bu yüzden de saflarda bir değişiklik görmek bize müthiş şaşırtıcı geliyor.

Bu hataya zaman zaman düşen biri olarak, bu hafta içinde bir dergide okuduğum bir söyleşi dolayısıyla ben de aynı şaşkınlığı yaşadım. Sırılsıklam ‘ötekiler’den biri olarak gördüğüm, üstelik ‘ötekiler’ içinde özellikle ‘mimli’ bir aileye mensup bir kişi Yaratan-yaratılan ilişkisi üzerine öyle sözler ediyordu ki, ‘bizler’ inançlarımızı çoğu zaman bu kadar net ve içtenlikle ortaya koyamayabiliyorduk. İnandıklarımızla bu kadar yoğun biçimde içiçe yaşayamayabiliyorduk.

Okuduğum söyleşinin kahramanı, Leyla İpekçi. Soyadından da anlaşılacağı üzere, Leyla İpekçi, ‘İpekçiler’den. İçinden Abdi İpekçi, İsmail Cem gibi isimlerin çıktığı, Türkiye’de ne zaman ‘Selanikliler,’ ‘Sabataycılar,’ ‘Dönmeler’ konuşulsa ilk elde hatırlanan ailenin bir ferdi. Abdi İpekçi’nin ağabeyi Ali Üstün İpekçi’nin kızı. (Ki, yıllar önce okuduğum başka bir söyleşisinde, soyadını duyan hemen herkesin ilk elde bu olguyu hatıra getirmesinden duyduğu rahatsızlığı da dile getiriyordu.)

Özetle, Leyla İpekçi seküler bir eğitim almanın, seküler bir yaşantının içinden gelmenin yanısıra, başka bir din ya da inançtan beslenen bir geçmişe sahip bir insan. Öyle bir geçmiş ki, müntesipleri kendilerini saklamış, ‘biz’den görünmüş ama öyle olmamış, ve bu ülkede son yüzyılın dönüşümlerinde ve bu dönüşümlerin bugüne doğru aldığı seyirde hep etkili olmuş.

Fakat Leyla İpekçi’nin Gerçek Hayat’ın 28 Ekim tarihli sayısındaki söyleşisinden öğreniyoruz ki, beş yıldır başka bir yolun yolcusu. Tasavvufla başlayan bu yolculuk, ciddi anlamda bir dindarlaşmaya götürmüş onu. Söyleşisinde, sabah namazıyla başlayan günlerinden, yalnız başına açtığı iftarlardan bahsediyor. Bunun yanında dinî anlamda bilgilenmekle, tefekkür adına gezintilerle geçen günlerinden.

“Bir dua kitabı çıktı bir gün karşıma. Aziz Mahmud Hüdai’nin türbesinde elime tutuşturulan bir kitap. Ve bu beni sahaflarda Gazalî’nin bir kitabına götürdü: Gökyüzüne Bakmanın Faydaları. Derken heterodoksiyle, simyayla, dünyanın eski sırlarıyla, spiritualizmle filan ilgilendim, ama buralarda çok duraklamadım. Son zamanlarda, tasavvufla ilgilenmeye başladım. Bu bir ilgi olarak kalabilirdi. Ama öyle olmadı. Emek ile sınanmamış niyet, insan kalbini açmaya yeterli değil sanırım. (...) Din bir nasip meselesi. Ve şu da bir gerçek ki, seküler bir kültürden geliyorsanız, tasavvufla ilgilenmek dine yolculuğunuzda epeyce estetik bir köprü olabiliyor.”

Yaşadıklarının meyvesi olarak bir kitap yazmış Leyla İpekçi. Kitabından bahsederken, “Konuşmayı değilse bile, yazmayı yeniden öğreniyorum diyebilirim” diyor. “Eşyaya, aynaya, vahye, sükuta, ecele, niyete, amele yeniden bakmayı, iç sesime yeniden form vermeyi deniyorum. İşte bu, beni dünyaya gelirken bildiğimiz, ama büyüdükçe unuttuğumuz o ilk dili aramaya götürdü sanki.” “Peki nedir bu ilk dil?” derseniz, ‘kulluğun dili’nden söz ediyor. “Tek bir yere kök salıp, teslim olmayı anlattım aslında. Bize unutturulmaya çalışılan dikey ilişkiyi, yani kul olmayı. İnsanı birey olmaya hapsederek ilâhî özelliklerini unutturan seküler dil ile yetindiğimizde dünyayı ve insanı tanımanın imkânsızlığını fısıltılarla haykırmaya kalkıştım.”

Kitabını ‘bir hicretin kitabı’ olarak da tanımlıyor Leyla İpekçi. Bir diğer açıdan, onu, ‘bize dayatılan ‘yeni hayat’ karşısında kadim saatlerle yaşama azmi’ olarak görüyor. Ve, bu süreçte yaşadığı duygulanımlardan; ilhamını pek çok İslam mütefekkirinin yanında meselâ İnşirah suresinden, Hızır Aleyhisselamın gayba dair verdiği eğitimden, herşeyin Allah’ı tesbih edişinin verdiği huşu halinden aldığını söylüyor. Dahası hep bunlarla birarada yaşadığı için eserinin de bu izleri taşıyacağından bahsediyor. Bir zamanlar kendisinin de içinde yaşadığı kesimi ise ‘iştahı ve hazzı kutsayarak ahireti ve gaybı gitgide unutanlar’olarak tanımlıyor ve “Gurme kültürüyle beslene beslene neredeyse obezleşmiş iştahlarını bir türlü dizginleyemeyenler, iştahı ve hazzı kutsayarak ahireti, gaybı gitgide unutuyorlarsa, onlara ‘Bu dünyayı siz yapmadınız’ demek elzem hale geliyor” diyor. Bu arada, kitabında da yer alan ‘kurban’ metaforunu, şu şekilde yorumluyor: “İsmail’in babası İbrahim’in keseceği koça bir metafor olmasınaı iyi anlamamız gerekiyor. Kurban kesimini ‘durduk yerde kan akıtmak’ olarak niteleyenlerin, tabaklarındaki hapur hapur yenilmeyi bekleyen bonfileyi dilimlerken, onun neredeyse bir hayvana ait olduğunu dahi hatırlamak istemeyişleri karşısında susmak, bir dilsiz şeytan haline getirebilir yoksa insanı.”

İki sayfalık söyleşide bütün bunları okurken, ‘ötekiler’ çizgisinden gelmiş bir insanın nisbeten kısa bir süre içerisinde dünyasında yaşadığı bu temelli dönüşümler karşısında hayret duydum. Birilerini şimdi yanımda değiller diye hep karşımda olacaklarmış gibi etiketlemenin o kadar da kolay olmaması gerektiğini, üstelik merhametsizce olduğunu bir kez daha farkettim.

Bu merhametsizlik, bir yönüyle karşımdaki insanın kendisine merhametsizlik olduğu gibi, öte yandan “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz” ezelî hitabına karşı da merhametsizlikti. Allah ömür verdiği, rızıklandırdığı müddetçe her insanın hidayet nasibinin olabileceğini görmek ise, ümidimi arttırdı.

Her insan, hayır-şer mücadelesini yaşayabiliyor pekâlâ. Durduğu yer öyle görünmese de, iç dünyasında bambaşka bir yerde olabiliyor insan. Bu yüzden de şimdi birini değerlendirirken fiziken bulunduğu yere değil, iç âleminin bulunduğu veya yöneldiği yere bakmam gerektiğini düşünüyorum. İç âlemin bulunduğu yer bazen hemen ve anında bir görüntü olarak fizik âleme yansıyamayabiliyor. Bize düşen, bu yansımayı kolaylaştırmak adına, bağları koparmamak olmalı.

Aramıza çizdiğimiz çizgiler, bizi ‘biz’ ve ‘ötekiler’ olarak ayıran sınırlar mutlak olarak algılanmamalı diye düşünüyorum şimdi. Evet böylesi sınırlar var. Bunu görmezden gelmek, inkâr etmek saflık olur doğrusu. Ama bu sınırlar duvar misali kalın değil, perde misali ince ayrımlar olarak var ve geçiş mümkün.

Hem niye olmasın ki, âlemlerin Rabbi derken Asr-ı Saadetin Rabbini olduğu kadar, milenyumun Rabbini de kastedediyor olmam gerekmiyor mu? Allah’ın bir ismi Hakk ise, her zaman ve hangi köklerden geliyor olursa olsun, her insan için Hakk olan değil midir o?

  04.11.2005

© 2021 karakalem.net, İnci Şirvan



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut