Söz uçar, sözleşme kalır

GÜNDELİK HAYATIN akışına baktığımızda, başımızı en fazla derde sokan, zihnimizi en fazla meşgul eden ve ruhumuzu en fazla sıkan meselelerin ardında, bir “tamamdır, kolay ederiz, hallederiz” tavrının varlığını görürüz. Nice dostluklar böylesi bir tavırla girişilmiş işlerden sonra bozulmuş; nice hukuklar böylesi bir tavrın ardısıra zail olmuştur. İşleri akde bağlamak, ‘sözün uçuculuğu’nu ve ‘yazının kalıcılığı’nı unutmadan davranmak varken, tembellik midir, ihmal midir, aksini düşünmenin bir tür itimadsızlık telkin edeceği endişe midir bilinmez, ‘söz’le yetiniriz; ve o yüzden nice hukuklar ve nice dostluklar ‘sözde’ kalır.

Hepimiz, bu satırların yazarı dahil, böylesi bir değil, birçok tecrübe yaşamışızdır gerçekte. Konuşup anlaştığımız, ama yazılı bir metne aktarıp kayıt altına almadığımız hemen her konu, zaman içinde başımıza bir iş açmıştır. Bir süre sonra şartlar değişmiş, “Ben onu öyle anlamamıştım,” “Ben o zaman öyle dediğimi hatırlamıyorum,” “Ben onu derken senin anladığını kasdetmiş değildim ki!”lerle başlayan bir ihtilaf süreci başlamış; sonuçta taraflardan birinin veya her ikisinin kendisini ‘haksızlığa uğramış’ hissettiği, keza taraflardan her ikisinin yekdiğerini ‘hakkı gizlemek’le, ‘kendine yontmak’la, ‘dürüst davranmamak’la itham ettiği bir çizgiye ilerlenmiştir.

Nice dostu birbirine düşman eden, nice mü’mini birbiriyle selamı dahi keser duruma getiren bir keyfiyettir bu.

Bu durumu bizatihî yaşadığım tecrübeler ne zaman aklıma gelse, veya bu duruma dair taze bir olaya ne zaman şahit olsam, aklıma üç Kur’ân âyeti gelir.

Üç âyet. Bir, iki veya dört değil, üç.

Bu üç âyetin ilki ve en merkezde olanı, en uzun sûre olan Bakara’nın da, bütünüyle Kur’ân’ın da en uzun âyetidir. 282. Bakara âyeti, başka hiçbir âyetin olamadığı kadar uzundur; ve hacimce tamıtamına bir sayfa tutmaktadır. Bu uzun âyet, manidardır, bizim gündelik hayatımızda es geçtiğimiz, kendi aramızda ‘yazışmaya’ değmez bulduğumuz konuyu ele alır; ve mü’minlere borç-alacak ilişkilerini, alışverişlerini, sözleşmelerini kayıt altına almalarını emreder.

Biz mü’minlerin aramızda bir borç-alacak ilişkisi, bir alışveriş veya bir sözleşme gerçekleştiği halde bunu kayda almıyor olmamız, bu bakımdan, bir emr-i ilâhinin ihlalidir gerçekte.

Diğer bir açıdan bakarsak, iki mü’min aralarındaki bir anlaşmayı yazılı akde bağlarken, bir emr-i ilâhîye uymakta, böylece tabir yerindeyse gündelik hayat içindeki bir işini ‘ibadet’e çevirmektedir.

Bu en uzun âyetin muhtevası, bu âyetin sonunda da bildirilen bir hususu net biçimde vurgulayan iki âyeti daha hatırlatır bana.

En uzun âyette, sözleşmeyi akde, yazılı bir metne bağlamayı emreden ve bunun ayrıntılarını dahi bildiren Rabbimiz, âyetin sonunda, “Allah size böylece ilim öğretiyor, dünyada ve ahirette sizi saadete ulaştıracak hükümlerini ders veriyor. Allah herşeyi hakkıyla bilendir” buyururken, yine Bakara sûresinin bir âyeti, yine gündelik hayatın içinde sıkça gerilim ve ihtilaf konusu olan bir hususta, evlilik hukuku ile ilgili bir konuda bir hüküm koyduktan sonra, “Allah bilir, siz ise bilmezsiniz” buyurur bize.

‘Sözün uçuculuğu’nu unutup ‘yazının kalıcılığı’na sığınmadığımız anlaşmaların sonunda dostlukların başına geleni gördüğümde veya hatırladığımda aklıma gelen ikinci âyet, işte budur.

Üçüncüsü ise, Mülk sûresinin “Yaratan hiç bilmez mi?” mealindeki âyetidir.

Hakikat-ı hal budur. İnsanı yaratan, insanın insaniyetini nasıl geliştirip muhafaza edeceğini de bilir; fıtraten ‘medeni-i bi’t-tab’ yarattığı, bir beraberlik, bir cemiyet hayatı yaşamaya muhtaç halde var ettiği insanın bu hayatı selametle idame ettirmesi, dostlukları ve arkadaşlıkları zayiatsız sürdürmesi için insana lâzım olanı da elbette bilir. Ve, Yaratan bilir, ama insan bilmez. En uzun âyete rağmen, en uzun âyetin bir ilâhî emir olarak önümüze koyduğu husus apaçık ortada iken yaşananlar, “Allah bilir, siz ise bilmezsiniz” gerçeğini bize ders vermektedir.

Ve, bizim iyiniyetle ama ‘bilmeyerek’ giriştiğimiz ‘söz’le yetinme tavrına karşılık, Rabbimiz bilerek konuşur ve ‘yazı’yı emreder.

En uzun âyetin hayatlarımıza dair verdiği bu muazzam dersin yanısıra, bu âyetten aldığım bir hisse de, âyetin ‘şahitler tutma’yı da öngörmesidir. Fâtır-ı Alîm, iki mü’minin aralarındaki bir sözleşmeyi yazılı kayıt altına almalarını da yeterli görmemekte; bir de ‘iki erkek şahit’ yahut ‘bir erkek iki kadın şahit’ tutmalarını emretmektedir.

Yani, doğrudan sözleşmenin, borç-alacak ilişkisinin ya da alışverişin tarafı olmayan, adil ve tarafsız bir ‘üçüncü göz’ün de varlığını öngörür Fâtır-ı Alîm.

Ve bana son derece anlamlı gelen, ruhuma son derece dokunan bir şekilde, bir hususu daha emreder: “Ayrıca, kâtip de, şahit de, ücretini vermemek, lüzumsuz yere işinden alıkonulmak gibi bir sebeple zarara uğratılmasın.”

Âyetin bu cümlesinden, ‘angarya’nın Rabb-ı Rahîm tarafından reddine dair bir işaret olarak düşünürüm. Sözleşmeler kayıt altına alınmalı, adil ve tarafsız bir ‘üçüncü göz’ bu anlaşmaya şahit olmalıdır; ama diğer taraftan, şahitliğe ayırdığı bu zamandan dolayı, bu şahit bir mağduriyete de uğratılmamalı, yani ayırdığı zamanın karşılığı ona verilmelidir. Bu iş ‘bedava’ya getirilmemelidir. Zira, bu iş ‘bedava’ya getirilmek istendiğinde, şahide ayırdığı zamanın bedeli tazmin edilmediğinde, adaletli şahitler ya şahitlik yüzünden geçiminde bir sıkıntıya maruz kalmak yahut kendi işlerini ve geçimlerini sürdürebilmek için gelen şahitlik taleplerini geri çevirmek durumunda kalacaklar; bu durumda şahitlerin niteliği zayıflayacak, şahitlik adaletli kişilerden uzaklaşıp vakti boş ama niteliksiz insanların eline kalacak; bu da önce şahitliğe, dolayısıyla sözleşmelere, dolayısıyla mü’minler arasındaki hukuklara ve uhuvvete darbe vuracaktır.

Ki bu durum, yine tecrübe edildiği üzere, Allah’ın dinine müteallik bir hizmet için vaktini ayıran insanların ayırdığı vakitlerin karşılığı görmezden gelinip bu vakit tahsisi sırf bir ‘manevî yük’ olarak yüklenmek istendiğinde, vaktini bu hizmete tahsis edebilir durumdaki ehil insanların giderek kendini çekmesi ve bu hizmet sahalarının başka bir iş yapamaz durumdaki nâehillere kalması keyfiyetini de düşündürür bana.

Velhasıl, söz uçar, yazı kalır, adalet şarttır, angarya caiz değildir; her hukuk tesbit olunma ve kayıt altına alınma durumundadır.

En uzun Kur’ân âyeti bunları ve daha fazlasını emreder ve öğretir bize.

En uzun Kur’ân âyeti, uzunluğuna rağmen nazarlarımızdan gizlendiği, ihmale uğradığı için de, ehl-i din arasında bu kadar gönül kırıklığı, bu kadar küskünlük, bu kadar birbirinden kopma ve uzaklaşma durumu yaşanmaktadır.

Bir bilebilsek, Rabbimiz bilir iken bizim ‘bilmez’ durumda olduğumuzu...

Bir bilebilsek, Rabbimizin ‘en uzun âyeti’ni bu hususta indirirken ‘bir bildiği’ olduğunu...

  25.10.2005

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut