Ömer Seyfettin’i affedemiyorum

ÖMRÜMÜN HANGİ yılı, çocukluğumun hangi senesi, ilkokulun kaçıncı sınıfıydı bilemiyorum; ama o hikâyeyi okuduktan sonra yaşadığım iç burkulması, o günlerin üzerinden otuz küsur yıl geçmiş olduğu halde hâlâ yakamı bırakmıyor. Hikâyeyi ne zaman hatırlasam, hoyrat iki elin karnımdan tutup midemi durulanmış çamaşırı asmadan önce sıktığımız gibi burkup sıktığını hissediyorum.

Hikâyenin adını vermeyeceğim; tâ ki, henüz okumamış olan merak edip de okumasın. Okuyanlar ise, hangisinden bahsettiğimizi sanırım anlayacaklardır.

Maamafih, bu, Ömer Seyfettin’in yalnızca bir hikâyesine mahsus bir durum da değil. Daha ilerleyen yaşlarda okuduğum “Diyet”i de, ilkokul yıllarında okuduğum o hikâye kadar olmasa da, kılıç yarası gibi yüreğime işleyen şiddetli bir iz bırakarak geçip gitmişti gözlerimin önünden.

Ama o, çocuk ruhunu yaralayan Ömer Seyfettin öykülerinin sanırım en hoyratıydı.

Bir çocuk atları tımar için kullanılan bir âleti, hikâyeye adını verdiği için ismini inadına vermeyeceğim bir âleti düzgün kullanmayı beceremez ve uçlarını bozar da, suçu içli bir çocuk olan kardeşinin üzerine atar; kardeşi de babasına karşı kendini savunamaz, zaten içli ve içe kapanık bir çocuktur; ve üstüne atılan suça karşılık babasından duyduğu azarın ağırlığını içine atıp günden güne sararıp solar ve ölür.

Benim bir cümlede özetlediğime bakılmasın; bu olayın Ömer Seyfettin’in dilinde anlatımı sayfalar sürer, her sayfa ucu sivri satırlar yüklü birer tırmık gibidir, çocuk ruhunu tırmıklayıp kanatır.

Nitekim, hikâyeyi okuduğumuz sırada hangi evde oturduğumuz; hikâyenin yaşandığı yerin hayalini mahallemizin hangi kısmına benzeterek hayal ettiğim, âletin atıldığı yeri nerede kurguladığım; hepsi hatırımda...

Günler, haftalar boyu hikâyemin ruhumu nasıl kararttığı, dünyayı ne kadar da kara ve zalim bir dünya olarak tasavvur ettirdiği de...

Ve yakın zaman önce, Ömer Seyfettin’in oğluma da benzer bir ruh hali yaşattığını tecrübe ettim. Hikâye farklı, ama tema aynıydı: suçunu arkadaşının üzerine atan bir çocuk ve bu yüzden arkadaşının başına gelenler... Oğlum içi kararmış bir halde bana bu öyküyü anlattığında, “Bu yazar, ilkokuldayken, bana da böyle bir hal yaşatmıştı” dedim; ve okul içinde hikâyeleri okuma parçası olarak verilmiş ise hızlıca okuyup geçmesini, ama üzerinde durmamasını ve ciddiye almamasını söyledim.

İnsanları bir çırpıda harcamaya meyyal biri değilim; kendim de yazan bir insan olarak, bir yazarı bir hikâyesi veya bir sözüyle mahkûm etmeye de cür’et etmem. Hem Ömer Seyfettin’in çocuk ruhuma ve çocuk ruhlara bu kadar kötülük ederken bunu kötü bir niyetle yapmadığından da eminim.

Biliyorum; Ömer Seyfettin’in niyeti, bir ahlâk dersi vermek. Yalan söylemeyin, dürüst olun, iyiliği başa kakmayın vs.

Ama, işte o Ömer Seyfettin, ‘ahlâk dersi’ vermenin de bir ahlâkı, bir âdâbı olduğunu hissettirdi, hissettiriyor bana. Mesajın doğruluğu kadar önemli olan bir hususun, mesajın sunum ve aktarım biçimi olduğunu hissettiriyor.

Bu bakımdan, bunca pedagoji testinden geçirilen ders kitapları içerisinde veya ‘tavsiyeli’ kitaplar içerisinde, Ömer Seyfettin’in bu kabil öykülerinin nasıl kabul görebildiğini anlayamıyorum. Herhalde tartışmasız ‘Türkçülüğü’nün de sağladığı bir dokunulmazlığı var Ömer Seyfettin’in.

Anlayamadığım bir diğer husus ise, ehl-i dinin çocuk kitaplarına da yer veren bunca yayınevinin, niye bu kitaplar arasına bir de ‘Ömer Seyfettin’ dizisi sokuşturduğu.

‘Tavsiyeli’ olmakla birlikte ‘telif’siz olmasının getirdiği bir pazarlama ve para iştahından mıdır? Durum buysa, yine de, razıyım buna. Yok eğer bu Ömer Seyfettin kitaplarının ‘tebliğ’ ve ‘ahlâk talimi’ yeteneğine itimadla yapılıyorsa, bu durumu ehl-i dinin ‘tebliğ’ ve ‘terbiye’ anlayışının marazî yönler barındırdığının bir karinesi olarak göreceğim çünkü...

Bu arada, bazı yufka yürekli dostlarımız, Ömer Seyfettin’in acılar içinde geçen kısa hayatını hatırlatıp, ‘mazur görmemiz’ lüzumunu hatırlatabilirler bize.

Hayır.

Ne yaşadığımız acılardan dolayı çocuk ruhlara hoyratça muamele ‘mazeretimiz’ vardır; ne de bir ‘bir ahlâk talimi’ amacı böylesi bir muameleyi meşrulaştırır.

Kaldı ki, bu dünyada acı çekme bakımından da Hz. Peygamberden daha büyüğü yoktur. Babası daha doğmadan, annesi altı yaşında ölmüş; ardından ona bakan dedesinin de ölümünü görmüş; ona dün el-Emîn diyenlerin Kitabı onları tebliğe başladığında ‘yalancı’lık dahil her türlü kötü vasıfla onu anıp her türlü kötü muameleye giriştiklerine şahit olmuş; gözünün nuru olan eşi Hz. Hatice’yi mezara koyduğu gibi, yedi çocuğunun altısının da ölüm acısını yaşamıştır. Ve bunlar, onun yaşadığı acıların yalnızca bir kısmıdır.

Ama o, bu acılardan beslenen bir hoyratlık üretmemiştir hayatında. Çocuk ruhlara asla böyle muhatap olmadığı gibi, büyüklerin ruhlarına da asla bu şekilde dokunmamıştır. Bilakis, yaşadığı bunca acıya karşılık, rahmetiyle, re’fetiyle, şefkatiyle şöhret bulmuş bir peygamberdir o.

Keşke Ömer Seyfettin acıları içerisinde bir rehber olarak Hz. Peygamber’in ardısıra yürümeyi başarabilseydi de, yazılarında da bunun izi görülebilseydi...

Ömer Seyfettin’i affedemiyorum.

Ömer Seyfettin üsluplu ‘terbiye’ci ve ‘tebliğ’cileri de...




NOT: Salı yazımızdakı âyet sayılarındaki farklılık konusuyla ilgili, bir sevgili kardeşimizin yazdığı bir izahatı, bera-yı malumat, aşağıya aktarıyorum:

Sayının 6666 olarak çıkmaması belki de kıraat farkından kaynaklanıyordur. Âsım kıraatı, Hafs kıraatı gibi... Bazı imamların durak kabul ettikleri yerleri, bazıları ise âyet sonu olarak almışlar, sanırım. Bediüzzaman da Risale’de 6666’yı zikrediyor. Meselâ Yirmidokuzuncu Mektubun Sekizinci Kısmının Sekizinci remzinde, “Besmele ile altı adet âyetlerine muvafakatı, 6666 olan âyât-ı Kur’âniyenin dört 6’larına gizli ima etmek; bu sırlı sûrenin şe’nindendir” deniliyor. Abdülkadir Bâdıllı’nın Risale-i Nur’un Kudsî Kaynakları kitabının 706. sayfasında şöyle bir açıklama var ayrıca: “Âyetler ise, yine bazı mushaflarda 6616 ve 6148 olarak kayıtlı olduğu gibi, o zamanki muhsafların bazılarında ve Zemahşerî’nin rivayetinde 6666 olarak da bulunmakta idi. Bu mevzuda meşhur muhaddis, usulcü ve müfessir Ebu Bekir İbnu’l-Arabî şöyle demiş: ‘Kur’ân âyetlerinin sayısını tesbit etmek, Kur’ân’ın zor işlerindendir. Zira, âyetlerin kesin adedi Resûl-i Ekrem’den (a.s.m.) kat’î şekilde bildirilmediği için, mutlak şekilde şu kadardır diye hükmedilmez.’ Meşhur mezhep imamlarından Ebu’l-Leys Semerkandî, Bostânü’l-Ârifîn adlı eseri, sayfa 91’de âyetlerin adedi için şu malumatı vermektedir: “Kûfîlerin yanında âyetlerin adedi 6236 olarak kayıtlıdır. İbn Mes’ud’un rivayetinde ise, 6218’dir. Lâkin âmmenin görüşü ise, Kur’an âyetleri 6666’dır.” Ama mühim olan, sizin de dediğiniz gibi, ‘bize’ inen âyetlerin sayısı...

  06.10.2005

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut