Arşiv

 Eylül yorgunluğu

“KEŞKE İNANABİLECEĞİM BİR TANRIM olsaydı” diyordu saçları kısa kesilmiş, giyim kuşamıyla dünyaya meydan okuyor izlenimi veren genç bayan. Ve bunları bir psikiyatristin ofisinde söylüyordu. Hapisten çıkalı birkaç yıl olmuştu. Çokları gibi o da Eylül öncesinde ülkeyi kurtarmanın sevdasına kapılmış ve bu uğurda gencecik yaşamını miting meydanlarının coşkusuna, hücre evlerinin soğukluğuna bırakmıştı. Eylül rüzgârı onu da savurmuş, ama bu rüzgâr zindanların karanlığına doğru esmişti; uğruna savaşılan ‘aydınlık günler’e değil. Yıllarca hapiste yatmıştı ve işte şimdi, intiharın eşiğinde, bir psikiyatristin karşısında duruyordu. “Hapiste herşey iyiydi” diyordu. “Uğruna çile çektiğimiz birşey vardı.”

Yıllar sonra ilk kez, gökyüzüne özgürce bakabildiğinde, inandığı herşeyin alabildiğine kirlenmiş ve kirletilmiş olduğunu herhalde aklına getirmemişti. Oysa dışarıda, kötü adam rolünü bizzat hayatın kendisi oynuyordu. İçeriye hiç girmemiş dava arkadaşları oyunun yeni kurallarına çoktan uyum sağlamışlardı. At binenin, kılıç kuşananın olmuştu. Onları döneklikle suçlar, olur biterdi; ama ya içeride bir düşü birlikte paylaştığı arkadaşları? Hepsi birer birer salıveriliyordu; hepsi birer birer alkolün, uyuşturucuların ve türlü ahlâk zayıflıklarının zindanına alınıyordu; hepsi birer birer hüsranın tarihini yazıyorlardı. En son, bir arkadaşı hırsızlık yaparken yakalanmıştı ve işte buna katlanmak imkânsızdı. Psikiyatristin karşısında duruyor ve kendisine yardım etmesini istiyordu. Dünyaya şık bir itiraz olarak kısa kestiği saçları ve o ‘şanlı mâzi’den her bahsettiğinde buğulanan gözleriyle bir intiharın kapısını çalmak üzere olan bu genç hanım, binlerce Eylül yorgunundan biriydi.

12 Eylül darbesinin siyasî ve toplumsal analizleri pek çok yazıya, romana ve filme yansıdı. Darbenin tekil insan hayatına etkileri üzerinde fazla durulmadı. Oysa bu darbe pek çok insanın hayatında ciddi bir travmaya denk düşüyordu ve insan ruhunun örselenmesi, beraberinde bir dizi psikiyatrik sorunu getiriyordu. Bahsettiğim hanım, yalnızca benim son birkaç yıl içinde gördüğüm onlarca Eylül yorgunundan biriydi ve, eğer psikiyatrik sınıflamaya bir etkim olabilseydi, Türkiye’de yeni bir sendromun tanımlanmasını isterdim: Eylül Yorgunluğu Sendromu…

Son yirmi yılda psikiyatride travma üzerine yapılan araştırmalar, onun yaygınlığı ve olası etkileri hakkında epey malumat veriyor. Özellikle Vietnam’da savaşan Amerikan askerlerinin yurtlarına döndükleri zaman yaşadıkları uyum zorlukları ve sıkıntılar, Travma-Sonrası Stres Bozukluğu adıyla yeni bir tanı kategorisinin oluşmasına yol açtı. Bu rahatsızlıktan muzdarip insanlar, hemen herkese rahatsızlık verecek ölçüde bir duygusal zorlanmaya maruz kalmış ve bu zorlanmanın ertesinde aşağıdaki sıkıntıları yaşamışlar: travmanın sık sık kâbuslar ve uykudan uyandıran düşüncelerle yeniden yaşanması, travmayı hatırlatabilecek şeylerden ısrarla kaçınma yahut bunlara karşı bir tepki uyuşması, sürekli bir aşırı dikkat (teyakkuz) hali…

Türkiye’de psikiyatri kliniklerinde pek çok travma kurbanı tedavi edildi. Bunların önemli bir kısmı Eylül sonrası hapishanelerde işkenceden geçmiş insanlardı. Ama benim bu yazıda vurgulamak istediğim husus, asıl örselenmenin ‘dava uğruna çile çekmek’te değil, gerçek hayatla karşılaşmakta saklı olduğu... Kuşkusuz, bunu da özgün bir düşünce olarak öne sürmüyorum. İstediğim, bu vâkıa üzerine biraz düşünmek.

Bir cemaate dahil olmak, kendi kimliğini kollektif bir kimliğin içinde eritmek anlamına gelir çoğu kez. Kişinin bireysel varlığı cemaatin ruhu içinde çözünür. Eylül öncesi siyasî oluşumlarda karşımıza çıkan katı ve otoriteryen ahlâk bizi şaşırtmamalıdır: Dava arkadaşına, ‘bacı’sına sevdalandığı için cezalandırılan genç militan, o kendi bireysel ahlâkını çiğneyip yutan katı ahlâk orada olduğu için oradadır. Bu bir nevi şehitlik duygusudur. Gönüllü bir kurbanlık durumudur. Kahraman ya da kurban kendi bireysel varlığını feda ederek yücelmektedir. Kurban, bedenini vermiş, ama ruhunu kurtarmıştır. O, ülkesi için, halkı için yok olmayı göze aldığına göre elbette bir kahramandır ve adının yürek atışlarıyla, türkülerle anılması gerekir. Buraya kadar herşey iyi: Bir kahraman olarak, kurban, kendisiyle ilgili imgesinden hoşnut. Onun kendilik imgesi aynı hücreleri paylaştığı ‘yoldaş’ları tarafından da besleniyor: “Demek ki, onlar da benim bir kahraman olduğumu düşünüyor.”

Oysa hayat zehirli hançerini demir parmaklıkların hemen dışında saplıyor. Uğruna savaştığı halkının gözünde, o bir şehit olmaktan ziyade bir şeytan. İnsanlar onun adını yürek atışlarıyla değil, lânetle anıyor. Kapılar yüzüne kapanıyor. Değişen siyasî ortamla birlikte kollektif kimlik de kayıplara karışıyor, cemaat dağılıyor. Bireysel varlığıyla, çırılçıplak ortada kalıveriyor. Kendilik imgesi tuzla buz oluyor, kendisine dair bütün düşlemleri gerçekliğin yakıcı sıcağı karşısında eriyip buharlaşıyor. Onun kişisel tarihi işte burada bir kopuşa uğruyor—bu acı ve örseleyici karşılaşmada... Çoğu kez öfke ilk tepki olarak beliriyor: Ben senin için savaştım ey halkım, ama bak, sen bana ne yapıyorsun? Ben bütün bunlara senin için katlandım ama, sen meğer ne düzenbaz, ne kadirbilmez bir halkmışsın!

Oysa insanlar günlük yaşamanın telâşındadır. Onu kimse duymaz, onun yanına kimse sokulmaz. Öfke kendine döner. O yalnızca bir kurbandır artık. Bir kurban olarak kurban. Öfke kendisine döner, kendi canını acıtır.

Ve kısa saçlı genç bayan belki bir yardımı olur ümidiyle gelir, ilk kez o gün karşılaştığı bir psikiyatristin karşısına oturur. “Keşke inanabileceğim bir Tanrım olsaydı” der ve ben ona Tanrı’ya inanmanın ne büyük bir rahmet olduğunu anlatmak isterim. Ama bunu yapamam. Neticede, bir psikiyatristin söyleyebileceği sözler de sınırlıdır.

  17.02.2005

© 2021 karakalem.net, Kemal Sayar

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut