Arşiv

 Bir kurtuluş diyalogu olarak misyon ve fetih

OSMANLI İMPARATORLUĞUNUN, Roma imparatorluğunun sınırlarını güneşin doğduğu yerlerin oluşturduğu evrensel-ebedî devlet idealinden miras aldığı ‘devlet-i ebed müddet’ anlayışı, Türkiye Cumhuriyeti devletinin de referansını, üst-idealini oluşturur. Devletin hem İmparatorluk hem de Cumhuriyet dönemlerinde dine, bilhassa İslâm’a bakışını bu anlayış şekillendirmiştir. Buna göre, toplumsal hayatın bekası devletle kâimdir. Devletin olmadığı yerde din de olamaz. Dinin varlığını idame ettirebilmesi devletin koruyuculuğunu, dolayısıyla da bekasını gerektirir. Dinin de devletin bekasını idame ettirecek bir sosyo-politik bağlama oturtulması şarttır. Bu yüzden, devlet din üzerindeki ‘düzenleyici’ ve denetleyici yetkisini ısrarla korumak istemiştir.

Devletin bekası açısından dinin araçsal önemi ve bunun dinin varlığının korunmasının devlete hamledilmesi sûretiyle meşrulaştırılması, dinin bir sivil toplum kurumu olarak fonksiyon icra etmesini engellemiş; dinin siyasî topluma dönük talepleri gayrimeşru ve yasadışı olarak kabul edilirken, siyasî toplumun dinî hayat ve kurumlar üzerindeki murakabesi devletin bekası ile ilişkili bir konu olarak hep ‘sivil’ siyaset alanının dışında tutulmaya çalışılmıştır.

Cumhuriyetle birlikte tarihte ilk defa hemen tamamıyla Müslümanlardan oluşan bir nüfusa sahip hale gelen Anadolu coğrafyasında içi boşaltılarak sekülerleştirilmeye çalışılan İslâm kalb ve mabed mahpeslerinde yaşamaya mahkum edilirken, Birinci Dünya Savaşı ve İstiklâl Savaşında ‘devlete başkaldırmış’ Hıristiyan topluluklar yeni oluşturulan Türklük tanımının içinde kendilerine meşru bir yer bulamamışlardır. Cumhuriyet, inanış itibarıyla ateist de olsa neslen ve neseben Müslüman olmayı Türklüğün bir gereği olarak görmüştür.

Batı Avrupa’nın dünyanın egemen gücü olarak tarih sahnesine çıkışından sonra, Hıristiyanlık bunu suiistimal ederek, ortaya çıkan bilimsel, teknolojik, ekonomik ve askerî üstünlüğü kendisiyle ilişkilendirmeye çalışmış, bunu da misyonerlik çalışmalarının ana propaganda ekseni yapmıştı.

Tevfik Rüştü Aras ve Mahmut Esat Bozkurt gibi Cumhuriyetin kuruluş döneminin önde gelen siyasî seçkinleri bu terakki-Hıristiyanlık özdeşleştirmesinden hareketle yeni devletin dininin Hıristiyanlık olması gerektiğini ileri sürmüş olsalar bile, devletin beka refleksi buna imkân vermemiştir. Sonuçta bu din, ‘düşmanların’ dinidir ve Türklüğün Hıristiyanlığa asimilasyonu imkânsızdır. Ayrıca, Aydınlanma düşüncesinin dogmatik rasyonalizminin mü’minleri olan Cumhuriyetin kurucuları için din/ Hıristiyanlık değil, bilim/kaba pozitivizm önem taşımaktaydı. Ve, beka problemiyle uğraşan bir ülke için, protestanlaştırılmış bir İslâm daha rasyonel bir seçenekti.

Nitekim, 1928 yılında Bursa’daki Amerikan Protestan Kız Okulunda neslen Müslüman dört genç kız Protestanlığı benimseyince, dönemin basını buna büyük tepki göstermiş ve bunu kültürel yozlaşmanın bir belirtisi saymıştı. Hükûmet de bu Protestan okulunu kapatmıştı. Oysa aynı yıl, devletin dininin İslâm olduğunu belirten hüküm Anayasadan çıkarılmıştı. Bir dine dayanmayan devletin bir dinden diğerine geçişi hoş karşılamayışı, teorik bir tutarlılığa sahip değildi. Ancak bunu devletin bekası ile neslen ve neseben Müslümanlık arasında kurulan gerekirlik ilişkisi bağlamında düşündüğümüzde, mesele açıklanır hale gelmektedir.

Son yıllarda siyasî gündeme taşınmak istenen misyonerlik konusuna bu açıdan baktığımızda, tartışmanın arkasında dinî olmaktan ziyade milliyetçi bir güdülenmenin varlığını fark edebiliriz. Her misyoneri ‘bir ajan’ olarak gören bu milliyetçi bakış sahiplerini harekete geçiren güdünün dinî değil ulusal olduğu, bu kişi ve kesimlerin başörtüsü meselesinde devletçi yaklaşımı benimsemelerinde müşahede edilebilir. Hele konunun MGK gündemine kadar taşınmasının alkışlanması ve Trabzon’da bir jandarma generalinin Pontusçuluğu hortlatma çalışmalarına dikkat çekmesi, deyim yerindeyse, milliyetçiliğin dindar ve seküler versiyonlarını temsil edenlerin aynı çizgide selama durmasına yol açmıştır.

Misyonerliğin beşinci kol faaliyetleri bağlamında algılanması, onun devletin bölünmez bütünlüğüne dönük tasarı ve niyetleri ihya etme korkusundan kaynaklanmaktadır. Müslümanlıktan Hıristiyanlığa geçme şeklinde ortaya çıkan ve bütünüyle marjinal bir mahiyet taşıyan din değiştirmelerin devlet ve milliyetçi seçkinler açısından hiçbir ‘imanî’ anlam ve değeri yoktur. Yalnızca neslen ve neseben de olsa, yani ancak nominal bir nitelik taşısa bile, Müslüman kimliğinin korunması devletin bekası açısından büyük önem taşıyan bir husus olarak kabul edildiği için, misyonerlik faaliyetleri gündeme taşınmakta, dindar Müslümanların dinî hayatı üzerindeki yasadışı/keyfî ya da yasal kimi baskılara misyon grupları da maruz kalabilmektedir.

II. Vatikan Konsiliyle beraber Roma Katolik Kilisesinin “Kilise dışında kurtuluş yoktur” anlayışını esneterek diğer dinlerin, bu arada İslâmiyetin de kurtuluşa vesile olabilecek unsurlar ihtiva ettiğini kabul etmesi, buna rağmen ‘kurtuluş’ için bütün dinlerin İsa’nın (a.s.) öğretisiyle ikmalinin şart olduğunda ısrar etmesi, misyonu bir ‘kurtuluş diyalogu’na dönüştürmüştür.

Herhangi bir yerde Müslümanların dinî hayatı üzerine konulan baskıların kaldırılması, İslâm’ın insanlara tebliğinin engellenmesinin önüne geçilmesi, sözkonusu sosyo-politik coğrafyaların İslâm’ın görüşüne açılması anlamını taşıyan ‘fetih’ ile bir kurtuluş diyalogu olarak misyon arasında bir paralellik kurulabilir mi?

Bu soru ‘medenîlere galebe çalmanın ancak ikna ile mümkün olabileceğini’ düşünenler için anlamlı bir sorudur.

Misyonerliği yalnızca beşinci kol faaliyeti çerçevesinde değerlendirenler için ise, bu konu yalnızca bir millî güvenlik meselesidir.

Kurtuluş da öyle!

  17.02.2005

© 2021 karakalem.net, Ahmet Yıldız

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut