Denemeler

 Müslüman-Hıristiyan diyalogu üzerine düşünceler ve tecrübeler

On yıldır Amerika’da bulunan arkadaşımız İsmail Yakup, Müslüman-Hıristiyan diyalogu üzerine gözlemlerini, tecrübelerini ve düşüncelerini anlatıyor.


11 EYLÜL Hadisesi’nden sonra Amerika’da özel kuruluşlardan tutun, liseler, üniversiteler ve kiliselere kadar binlerce kurum ve topluluk, varsa İslâmî organizasyonlar ile, yoksa çevrelerinde bulabildikleri Müslümanlarla temasa geçerek, kendilerini İslâm hakkında bilgilendirme talebinde bulundular. 11 Eylül’ü takip eden bir ay içinde tam 4.000 resmî konferansla İslâm anlatıldı. Kayıtlara girmeyen toplantıların sayısı ise belli değil. Türkiye’den bir ilahiyatçı öğretim üyesi bu dönemde bulunduğumuz şehirde ziyaretçi profesor olarak bulunurken birçok toplantıya konuşmacı olarak katılarak büyük hizmetlere vesile olmuştu. Hatta bir keresinde aynı gün ve aynı saatte farklı iki yerden gelen sohbet taleplerini reddetmemiş olmak için, birisine bizim katılmamızı rica etti ve katıldık.

Kasım 2002. Her yılın Kasım ayı sonlarında Şükran Günü kutlamaları yapılır. Amerika’ya ilk gelen Avrupalıları buradaki yerliler hindiler keserek doyurmuş ve ağırlamışlar. Bugünün hatırasına Amerikalılar Allah’a şükür manasında kutlamalarda bulunurlar. Aileler toplanır ve hindiler pişirilir, sonra hep birlikte şükredilir. Vekâleten gittiğimiz yer bir kilise. Kilisenin papazı, Şükran Günü’nde farklı bir program düzenlemiş. Her dinden temsilciler çağırarak kendi kilisesinde cemaatine başka dinlerdeki şükür kavramı ile ilgili bireer konuşma yapmalarını istemiş. Bizden program başında Kur’ân’dan bir aşir okumamızı rica etmişti. Bu yüzden Haşir sûresinin son âyetlerinin meâlini fotokopi yaptırarak yanımda götürdüm. ‘‘Kâfirler Allah’ı inkâr etmiyorlar, sıfatlarında hata ediyorlar’’ diyordu Bediüzzaman. Kur’ân’ın Allah’ı bize nasıl tarif ettiğine dair güzel bir misal olur diye düşündüm.

Her konuşmacıya tanınan süre onbeş dakika. Kilise papazının kendisi Protestan ve adı da Kreg. Katolik bir papaz, bir Yahudi haham, Bahailerden bir hanım, ve Müslüman konuşmacı olarak da biz varız. Kreg açılış yaparken ‘‘Ben hep Kur’ân’ın güzel okunduğunu duymuşumdur. Ama hiç dinlemedim. Bugün aramızda bir Müslüman var ve izninizle kendisinden bize biraz Kur’ân okumasını isteyerek programı başlatmak istiyorum’’ dedi. Kürsüye çıktım. Okuyacağım aşirin meâlini ellerinde tutan bir Hıristiyan cemaat karşımda bekliyor. Gözlerimi kapadım ve okudum. Bir kilisede Kur’ân okumak… Neler hissettiğimi anlatmam mümkün değil. Dereli Hafız Ahmed Efendi’nin Barla Lahikası’nda rüyasını anlattığı fıkra geçti satır satır gözümün önünden…

Konuşmacılar günün anlam ve önemi ile ilgili konuşmalarını yaptılar: Allah’a şükretmeliyiz, şükretmeliyiz, şükretmeliyiz… Sıra bize geldi. Sözlerime ‘‘Bizde öyle Şükran Günü falan yok’’ diye başladım. ‘‘Şükür bizde yıllık değil, aylık değil, günlük değil, anlıktır.’’ Zamanın müsaadesizliği sebebiyle, Birinci Söz’ün ahirindeki ‘‘Asıl mal sahibi bizden ne istiyor?’’ bahsini özetledim. Zikir, şükür ve tefekkür misallerinin hayatımızı nasıl işgal ettiğini dinleyenler ziyadesi ile memnun olmuşlardı ki, cemaatin içinden, ‘‘Bundan sonra yerken içerken bunları hiç unutmaycağım’’ diyenler oldu.

Kiliseden dostça ayrıldık. Fakat bu toplantının beni asıl mesrur eden neticesi bilahare zuhur etti. Birkaç gün sonraydı ki, Papaz Kreg bir e-mail gönderdi: ‘‘İsmail, şehrimizdeki tüm kiliselerin papazları biraraya gelerek cemaatlerini İslâm aleyhinde bilgilendirmek için bir panel düzenliyorlar. Tüm şehirde bu panele katılmayan tek papaz benim ve tek kilise benim kilisem. İslâm’ın şükür kavramındaki zenginliğini öğrendikten sonra bu panele katılmak bana çok utanç verici geldi.’’

Böyle bir panelin düzenlenmesi oldukça üzücü idi. Yalnız onbeş dakikalık bir sohbetle Kreg’in geri durması bir o kadar da sevindirici ve teşvik edici idi. Geçen süre içinde Kreg iki kez mescitlerdeki aktivitelere katıldı ve bir kez de evimize yemeğe geldi. Dostluğumuz ilerledi. Şükran Günü programından neredeyse iki sene geçmişti ki, 2004 Haziran’ında başka bir program için yine davetiye gönderiyordu. İki yıl önce İslâm aleyhine panel düzenleyen şehir papazları şimdi Kreg’den kendilerine İslâm hakkında konuşabilecek biri var mı diye soruyorlarmış. ‘‘Gelebilir misin?’’ dedi. 13 Haziran Pazar günü iki kilisede konuşma yapmak üzere anlaştık.


13 Haziran 2004, Pazar, sabah 9:00

Kreg’in kilisesinde, Şükran Günü için gittiğim o kilisede en arka sırada oturuyorum. Ayinlerini izliyorum. Bitince beni kürsüye çağırdı. Anne-babalarının kiliseye getirdikleri beş-altı yaşındaki birkaç çocuğa kısaca İslâm’ı anlatmamı istedi. Tabiî bu zor işte kendisi çocuklara sordurduğu sorularla bana yardımcı oldu.

‘‘Hadi soralım çocuklar Müslümanlar bizimle aynı Allah’a mı inanıyorlar?’’

‘‘Evet biz sizlerle aynı Allah’a inanıyoruz. Biz Müslümanlar ilk insan ve peygamber Âdem’i (a.s.) yaratan, sonra da Nuh, İbrahim, Musa ve İsa (a.s.)’ı gönderen Allah’a inanıyoruz.’’

Bu yaştaki Hıristiyan çocukların din namına en çok duyabilecekleri, büyük ihtimalle, bu isimler olabilirdi.

Kreg devam etti:

‘‘Şimdi başka bir soru soralım: Biz ibadet için haftada bir kere kiliseye geliyoruz. Sorun bakalım, Müslümanlar haftada kaç defa ibadet ediyorlar?’’

Sonra çocuklar hep bir ağızdan:

‘‘Kaç defa ibadet ediyorsunuz?’’ diye bağırdılar.

‘‘Biz günde beş vakit namaz kılıyoruz. Bu da haftada otuzbeş kez ibadet ettiğimiz anlamına gelir.’’

Kreg araya girdi ve:

‘‘Otuzbeş defa?!! Otuzbeş defa?!! Bizim haftada bir defa ibadetimize karşılık Müslümanlar günde beş defa ibadet ediyorlar. Beş defa! Beş defa!”

Papaz Kreg tekrar tekrar söyledi bu ‘‘Beş defa günde, otuzbeş defa haftada!’’ sözünü. Aslında kendisi bizim günde beş vakit namaz kıldığımızı biliyordu. Bu kadar vurgulamasının hikmeti biraz sonra yapacağı konuşma ile ortaya çıktı. Beni arkadaki yerime uğurladı ve muhteşem bir konuşma yaptı:

“Amerika dindar bir ülkedir! Amerikalılar dindardır! Biz Allah’ı severiz. Allah’ı çok severiz. Bugün burada toplanmamızın gayesi de bu. Dindarlığımızın gereği Allah’a ibadet için bir Pazar sabahı erkenden biraraya gelmiş bulunuyoruz. Haftada bir kere. Gerçek ise şu ki, din Amerika’da ölüyor. Bunun en büyük delili bugün burada oturan şu cemaattir. Sizlersiniz. Bizleriz. Hani nerede gençlerimiz? Siz üç-beş yaşlı müdavimimiz de vefat ettikten sonra bu kilisenin kapısını kim çalacak, kim açacak? Biz ayin için toplanmışken gençlerimizin haftada bir kez ve bir saat bile aramızda bulunmaya tahammülleri yok. Ve biz dindar bir halkız, öyle mi? Ben millî bir günde bir anma törenine katıldım. Tek bir kez bile Allah ismi anılmadı. Dindar bir memleket ve dindar bir milletin kutlama törenlerinde bir kez bile Allah lafzı zikredilmedi. Ve biz Amerikalılar dindarlığımızla gurur duyuyoruz. Biz kendimizi kandırıyoruz. Din Amerika’da ölmüştür muhteremler. Kendimizi kandırmakla yetinmedik. Saygımızı da yitirdik. Dindar olduğumuza kendimizi o kadar inandırdık ki, bir başkasının bizden daha iyi olacağına ihtimal bile vermedik. Sevmediğimiz, nefret ettiğimiz Müslümanlar bizim haftada bir taptığımız ilaha günde beş kez secde ediyorlar. Biz cennete gidiyoruz, onları da cehenneme gönderiyoruz. Kim daha dindar? Biz mi, yoksa her hafta bizden otuzbeş kat fazla ibadet eden Müslümanlar mı? Kim ölü? Son üç-beş yaşlısı ile ayakta durmaya çalışan Hıristiyanlık mı? Yoksa İslâm mı? İki kez camileri ziyarete gittim. Gençlerle dopdoluydu. Kim diri? İslâm değil mi? Kim dindar? Dindarlığı ile övünüp de bir anma gününde bile Allah’ın adını ağzına almayan bizler mi, yoksa yatarken-kalkarken, konuşurken-susarken, yerken-içerken, yürürken-dururken… ağzından Allah’ı düşürmeyen Müslümanlar mı? Artık kendimizi kandırmaya bir son vermenin zamanı gelmedi mi? Ne vakte kadar sevdiğimiz Allah’ı bizden çok seven, taptığımız Allah’a bizden çok ibadet eden bu insanlardan nefret edeceğiz? Dostumuz kim, düşmanımız kim, bunu ayırdetmenin zamanı değil mi? Toplumumuzu mahveden alkol, her türlü ahlâksızlık, kumar, uyuşturucu mu olmalıdır düşmanımız? Yoksa tüm bu bağımlılıklardan kendini alıkoymayı başarmış Müslümanlar mı? Kendimizi korumak adına bile olsa bu insanlarla dostça ittifak içinde olmalı değil miyiz?! Kim dost, kim düşman? İsmail Türkiyeli bir Müslüman. Türkleri Hıristiyan Dünyası’nın doğudaki son kalesi olan Konstantinopol’ü düşüren Müslümanlar olarak bilir ve öyle de sevmeyiz. Halbuki kimse bilmez; Türkler Konstantinopol’ü kuşattıklarında Bizans imparatoru Avrupa Hıristiyanları’ndan yardım istemişti. Katolik Avrupa da mezhep farklılığından dolayı Ortodoks Hıristiyan olan Bizans’a çok geç ve gönülsüz yardımıyla ihanet etmekte hiç tereddüt etmedi. Fetihten en kârlı çıkan ise adil Türk kumandanı ile Bizans imparatorunun zulmünden kurtulan Hıristiyanlar oldu. Şimdi söyleyin; kim dosttur, kim düşman? Bir tarafta sırf farklı bir Hıristiyan mezhebinden olduğu için Bizans’a yardım etmeyen biz diğer Hıristiyanlar, öte yanda kendi topraklarında zulüm altında yaşayan ve kendilerine yardım etmediğimiz dindaşlarımıza din hürriyetini sağlayan Müslümanlar. Kim gerçek, kim yalan? Yardıma muhtaç olanlara kapısını kapatanlar mı, fethettiği yerlere adalet ve hürriyet götürenler mi sevmeye layıktır? Artık dost ve düşmanı ayırmanın ve tarihte bir kez olsun doğru saflarda yer almanın zamanı gelmedi mi? Ben İsmail’le ilk tanışmamızdan sonra onunla tekrar görüşmem uygun olur mu diye çok tereddüt ettim. Günlerce Allah’a yakardım: ‘‘Allahım! bir Müslümanla dost olmak doğru mudur?’’ diye sancı çektim. Acılar içinde kıvranırken bana doğru yolu göstermesi için Allah’tan bir işaret beklediğim gün, İsmail beni ve eşimi yemeğe davet etti. ‘‘Evet, işte bu” dedim ve benden çok daha katı bir mezhepten olan karımı ikna ederek birlikte gittik. Onlar da bizim gibi insanlar. Onların da evi var, ailesi var. Onlarda sevgi var, saygı var. Yediğimiz Türk yemeğinin tadını hâlâ unutmuş değiliz. Size de söylüyorum. Çevrenizde Müslüman aileler varsa, lütfen gidin tanışın ve lütfen şeytanı dinleyip tereddüde düşmeyin. Sizi temin ediyorum, hayatınıza tat gelecektir!”

Kreg’in ruhları galeyana getiren on dakikalık bu hararetli konuşmasını en arkada dinlerken gözyaşlarıma hakim olamadım. Odasına geçtiğimizde kendisine sarıldım ve defaatle teşekkürlerimi ifade ile kendisini ve cemaatini bir Türk yemeğine daha davet ettim. Fazlası ile haketmişti.

Kreg Protestan bir Hıristiyan ve üniversitede tarih bölümünden mezun olmuş. İlahiyatta da yüksek lisans yaparak papaz olmuş. Saat 1’de diğer kilisedeki sohbetimize gecikmemek için buradan çabucak ayrıldık.


13 Haziran 2004, öğleden sonra saat 1

Kreg Protestanlığın Methodist denilen bir koluna mensup. İkinci konuşmayı ayarladığı yer ise, Congregational Kilise denilen diğer bir Protestan mezhebe bağlı. Yolda giderken bu kilisede dikkatli konuşmam gerektiği konusunda beni ikaz etti. ‘‘Bunlar aşırı derecede liberaldir.’’ Yani özgürlükçü. Bundan kastettiği şu: Amerika’da eşcinsel ilişki ve evliliklerin meşruluğunu savunan ve destek veren bir kilise. Bizim konuşmamızın konusu zaten oldukça farklı. ‘‘Hıristiyanlık ve İslâm Arasındaki Ortak Yan ve Yönler’’ üzerine bir konuşma yapmaya gidiyoruz. Bu kilisenin başında bir rahibe bulunuyor ve ismi Marcia. Marcia geleneksel kapalı rahibe kıyafetinde değil. Takım elbiseli açık bir bayan. Liberallik kılık-kıyafete de yansımış bu kilisede.

Marcia ve Kreg birlikte beni hemen hemen tamamı yaşlı yetmiş kişilik bir dinleyici grubuna takdim ettiler. Ben de gece boyu Kitab-ı Mukaddes’ten hazırladığım metni sunmak için Bismillah dedim ve sohbete İncil’den iki âyet okuyarak başladım.


Selamlaşma:

Luka 10:5: “Hangi eve girerseniz, en önce ‘’Bu eve selam olsun’’ deyin.”

Matta 10:11-13: “Hangi şehir veya beldeye girerseniz orada değerli kişileri araştırın ve ayrılıncaya kadar da orada kalınız. Ve ne zamanki bir eve girersiniz, onu selamlayın. Eğer ev buna değerse, selamınız onun üzerine gelsin. Eğer değmezse, selamınız size geri dönsün.”

Ardından, şunları söyledim:

“Bugün bu şehirde doğru bir yerde ve doğru kişilerle birlikte olduğuma inanıyor ve sizleri selamlıyorum. Biz Müslümanlarda buluşurken ve ayrılırken ‘selamun aleykum’ (Selam üzerinize olsun) şeklinde selamlaşma çok yaygın bir sünnet olduğu gibi, Kitab-ı Mukaddes’te de bu manada selamlaşmaya teşvikler olduğunu gördüm.

Tekvin 43:23: Yusuf’un hizmetçisi Yusuf’un kardeşlerine ‘Selam üzerinize olsun’ dedi.

Sayılar 6:26: Ve Rabb Musa’ya dedi: ‘Rabb sana yüzünü dönsün ve senin üzerine selam etsin.’

Hakimler 6:23: Ve Rabb Gideon’a dedi: ‘Selam üzerine olsun.’

1 Samuel 25:6: Ve Davud ‘Var olasın, selam üzerinize olsun, evinize selam ve herkesin üzerine selam olsun’ dedi.

Luka 24:36: Onlar bu şeyleri gösterirken İsa a.s. onların arasında durdu ve onlara selam üzerinize olsun dedi.

Bugünün sohbet konusunu bilenler eminim bu sabah buraya gelirken yolda kendi kendilerine sormuşlardır: ‘Biri Batı diğeri Doğu dini olan Hıristiyanlık ve İslâm arasında ortak ne bulunabilir ki?’ Tanıdığım birçok Hıristiyan gibi İslâm'ı ‘çölde yaşayan basit kafalı bedevilerin Allah denilen puta taptıkları—haşa—çok-tanrılı bir din’ olarak tanımlıyorsanız, bu soruyu sormanız gayet tabiidir. O halde, önce Allah ismi ile başlayalım. İçinizde ‘Tutku’ filmini izleyen var mı?”

Dinleyiciler içinden yalnızca iki bayan ellerini kaldırdı. Tutku Hz. İsa aleyhisselamın Kitab-ı Mukaddes’te anlatıldığı şekliyle son oniki saatini canlandıran bir film ve filmin orijinal dili Hz. İsa’nın anadili olan Aramca (Süryanice). Aramca, İbranice ve Arapça, Samî dillerinden oldukları için aralarında had safhada bir benzerlik vardır. Sorumu sordum:

“İsa rolünü oynayan kişinin filmde Tanrıyı hangi isimle çağırdığını farkedebildiniz mi?”

İki izleyenden biri cevapladı:

“Allah!”

“Şimdi gördünüz mü aynı ilaha inandığımızı? Şimdi gördünüz mü sizin peygamberiniz İsa bile tanrıya Allah diye hitap etmiştir. O halde Müslümanların Allah diye çağırdıkları zât—haşa—zannedildiği gibi bir put değil, kâinatın yegâne yaratıcısıdır ve O’nu bugün İsa aleyhisselamın çağırdığı gibi çağıran Müslümanlardır! ‘Allah’ sizin İngilizce’de ‘God’ dediğiniz kelimenin Arapçası’dır.”

Birçok Hıristiyan çoğu defa bana Yaratıcıya neden God değil de Allah dediğimizi sordu. Çoğunun kafasında bu isimden dolayı farklı bir varlığa inandığımız ve taptığımız imajı oluşmuş. Halbuki bu misalle gördüler ki, Hz. İsa ‘God’ kelimesini hiçbir zaman ağzına almamış ve bilakis ‘Allah’ diyerek hitap etmiştir. Aslında Kitab-ı Mukaddes’te binlerce defa geçen başka bir ilâhî isim daha var: Yahova.

Yine bir soru ile devam ettim:

“Jehova ismini hepiniz bilirsiniz!’’

Hep bir ağızdan:

“Evet!” dediler.

“Peki, Jehova’nın ne anlama geldiğini de bilir misiniz?”

“…”

“Kitab-ı Mukaddes’te İngilizce’ye God olarak çevrilen kelime bu Jehova kelimesidir ve bu kelime İbranice’dir. Fakat çok ilginçtir, İbranice’de J harfi yoktur. Bu halde J ile başlayan bir kelime de bulunamaz. Öyle ise Jehova doğru telaffuz edilmiş bir isim değildir. Kelimenin aslı Yahova’dır. Gerek İbranice ve gerekse Arapça’da Ya bir hitap edatıdır ve Ey! demektir. Hova, yine Arapça Hüve gibi, İbranice’de üçüncü tekil zamiri O demektir. Yahova, hep birlikte, ‘Yâ Hüve!’ olup ‘Ey O!’ şeklinde Allah’a bir hitaptır ki, uzaklardaki zâtlar için kullanılan bu zamir bu hitap makamında Yaratıcının yüceliğinden dolayı O’ndan uzaklığımızı ifade etmek içindir. Kısacası, İbranice’de Allah’ın isimlerinden birisi Yahova’dır. Kitab-ı Mukaddes’in İbranice’den Latince’ye tercümesi esnasında Y ile başlayan birçok kelime Latinler’in Y’leri J’ye çevirme azizliğine kurban giderek J ile telaffuz edilir olmaya başlamıştır. Yakub’un Jacob, Yahuda’nın Juda, Yusuf’un Josef, ve Bünyamin’in Benjamin okunduğu gibi. Bunların içinde en çarpıcı misal ise İsa aleyhisselamın ismidir. Siz onu Jesus bilirsiniz. Halbuki, biraz önce de söylediğim gibi, İncil’de J harfi yoktur. Öyleyse, böyle bir isim de olmamalıdır. Tekrar Tutku filmine dönelim. Filmde Hz. İsa rolünü oynayan kişiye ne nam ile hitap ediliyordu?

“…”

“Yaşua!’” dedim kimseden ses çıkmayınca. Ve yine sordum:

“Yaşua’nın anlamını bilen var mı?”

Yine kimse cevap vermeyince, devam ettim:

“Aslında Yaşua da İsa aleyhisselamın asıl isminin kısaltılmış şeklidir. Aramca’da tam ismi Yahoşua’dır ki, Yaho- kısmı Yahova’dan gelir ve Allah anlamında, şua ise korumak anlamında bir fiildir. Hep birlikte Yahoşua ‘Allah korur’ anlamına gelir. O halde, İsa aleyhisselamı Jesus olarak çağırmanın bir anlamı yoktur.”

Hıristiyanlık ve İslâm arasında benzerlikler namına anlatılabilecek belki çok şeyler var aslında. Yalnız yer ve zamanın müsaadesizliği sebebiyle İslâm’ın bir nevi şeâiri hükmünde olan hususlara temas etmek ve bunların da köklerini Kitab-ı Mukaddes’te bulup göstermek daha isabetli görünüyordu. Böylece dinleyenler hem biz Müslümanlar için en mühim şeylerin neler olduğunu öğrenecek, hem de bunların kendi kitaplarında tatbikini bulacaklardı.


Abdest:

“Biz Müslümanlar günde beş kez namaz kılarız. Namaz kötülüklerden alıkoyar ve günahlardan arındırır bir manevî temizliktir. Yalnız namazlardan önce el, yüz ve ayak gibi azaları su ile yıkayarak bedenî kirlerden kurtulmak şarttır. Şimdi Kitab-ı Mukaddes’i dinleyelim:

Çıkış 40:30-32: Ve kazanı cemaat çadırı ile mezbah arasına koydu; ve yıkanmak için de içine su koydu. Ve Musa ile Harun ve oğulları ellerini ve ayaklarını orada yıkadılar. Cemaat çadırına girdikleri ve mezbaha yaklaştıkları vakit Rabbin Musa’ya emrettiği gibi yıkanırlardı.

Resullerin İşleri 21:26: O zaman Pavlus o adamları aldı, ertesi gün onlarla beraber kendisini tathir etti, ve onlardan her biri için kurban takdim olununcaya kadar taharet günlerinin bittiğini ilan ederek mabede girdi.”


Namaz:

“Müslümanların nasıl namaz kıldığını bilen, gören var mı?” diye sordum.

Yine cevap, filmi izlemeye giden hanımlardan bu sefer diğerinden geldi:

“Rükua gidiyorsunuz, yüzüstü kapanıyor secde yapıyorsunuz, ellerinizi yukarı kaldırıp dua ediyorsunuz.”

Tam aradığım cevabı vermişti hanım.

“Şimdi Kitab-ı Mukaddes’i dinleyelim:

Mezmurlar 95:6: Gelin secde kılalım ve rükua varalım; bizi yaratan Rabbin önünde diz çökelim!

Yuşa 5:14: Ve Yuşa yüzüstü yere kapandı ve secde etti.

1 Krallar 18:42: Ve İlya kendini yere attı ve yüzünü dizleri arasına koydu.

Sayılar 20:6: Ve Musa ile Harun cemaatin önünden cemaat çadırının kapısına gittiler ve yüzleri üzere yere kapandılar.

Sayılar 16:20-22: Ve Musa ve Harun yüzleri üzerine yere kapandılar.

Tekvin 17:3: Ve İbrahim yüzüstü yere kapandı.

Çıkış 34:8: Ve Musa acele ile rükua gitti ve ibadet etti.

Nehemya 8:6: Ve Üzeyr büyük Rabbi takdis etti. Ve bütün kavim ellerini kaldırarak amin amin diye cevap verdiler. Ve rükua gittiler, secdeye kapanarak Rablerine ibadet ettiler.

2 Tarihler 20:18: Ve Yehoşafat yüzü yere doğru rükua gitti ve bütün Yahudiler ve Kudüslüler Rabbe ibadet için Rabbin huzurunda yüzüstü kapandılar.

Matta 26:39: İsa yere kapanıp dua etti.

Matta 17:6: Ve havariler yüzleri üzerine yere kapandılar.”


Tesettür:

“Müslüman kadınlar başları örtülü olarak namazlarını kılarlar. Halbuki Batı dünyasının İslâm’da en çok tenkit ettikleri bir husus Müslüman hanımların örtünmeleridir. Bunu Müslüman erkeklerin kadınları baskı altında tuttukları ve kadınların hür olmadığı şeklinde yorumlarlar. Kitab-ı Mukaddes’i dinleyelim:

1. Korintoslulara 11:5-6: Başı örtüsüz olarak ibadet eden ya da kehanette bulunan kadın başını küçük düşürür; çünki kadına başı açık olmak kadının başını traş ettirmesi ile eştir. Çünki eğer kadın örtünmüyorsa, saçını da traş ettirsin. Eğer saçsız olmak kadın için bir utanç kaynağı ise, o halde örtünsün!

1. Korintoslulara 11:13: Siz kendi nefsinizde hükmedin: Kadının Allah’a örtüsüz ibadet etmesi hiç yakışık alır mı?

Müslüman kadınlar kendilerini bir Katolik rahibenin kapadıkları gibi kapatırlar. Bununla kendilerini erkeklerin şehevî bakışlarından korurlar.

Tekvin 24:64-65: Ve Rebeka gözlerini kaldırıp İshak’ı görünce deveden indi ve köleye dedi: ‘Bizi karşılamak için tarlaya yürüyen bu adam kimdir?’ Ve köle: ‘Efendimdir,’ dedi. Ve Rebeka peçesini alıp örtündü.

1. Timeteosa 2:9-10: Aynı surette kadınlar saç örgüleri ve altın yahut inciler yahut çok pahalı libasla değil, sade bir kıyafetle, hicap ve vakar ile ve takva sahibi olduğunu iddia eden kadınlara yakışır surette salih amellerle kendilerini süslesinler.”


Domuz eti:

“Müslümanlar domuz eti yemez, domuzdan elde edilen ürünleri kullanmazlar.

Levililer 11:7-8: Ve domuzu, çünki çatal ve yarık tırnaklıdır, fakat geviş getirmez, o size murdardır. Onların etinden yemeyeceksiniz, ve leşlerine dokunmayacaksınız; onlar size murdardır.

Tesniye 14:8: Ve domuz, çünki çatal tırnaklıdır, fakat geviş getirmez; o size murdardır. Bunların etinden yemeyeceksiniz ve leşlerine dokunmayacaksınız.”


Netice:

“İslâm Hz. Muhammed aleyhissalatu vesselam ile başlamış bir bid’a değildir. İslâm Hz. Adem aleyhisselam ile başlayıp Nuh aleyhisselam, İbrahim aleyhisselam, Musa aleyhisselam ve İsa aleyhisselam gibi büyük resullerle devam eden ve Hz. Muhammed aleyhissalatu vesselam ile kendisine son nokta konulan bir dindir. İslâm yeni bir din değil, bilakis bu peygamberlerin geleneğini canlı tutan Allah’ın ilk ve tek ve son dinidir. Kitab-ı Mukaddes’te diğer peygamberler ve kavimler için anlatılan örneklerde gördüğünüz gibi, bugün ibadet etmeden önce su ile temizlenen kimlerdir? Müslümanlar! Bugün hâlâ daha başını öne eğip yüzünü yere sürterek namaz kılan ve ellerini kaldırarak dua eden kimlerdir? Müslümanlar! Bugün kendisini örterek ibadet eden ve kapanarak haram nazarlardan kendisini koruyan kimdir? Müslüman kadınlar! Bugün domuz yemeyen kimdir? Müslümanlar? Öyle ise bugün diğer peygamberlerin izinden giden ve haliyle Kitab-ı Mukaddes’in de tahrif olmamış aksamını tatbik eden kimdir? Müslümanlar! İslâm bugün dünyada en hızlı yayılan dindir. Bir Hıristiyan Müslüman olsa dinden çıkmış olmuyor; bilakis kendi kitabında anlatıldığı şekliyle bir kulluk modeline yaklaşıyor. Önce temizleniyor, sonra dizüstü çökerek, yüzüstü kapanarak ibadet ediyor ve haram olanı yemekten uzak durmaya başlıyor. Bu ise peygamberlerin Kitab-ı Mukaddes’te anlatılan halleri değil de nedir? Bir husus kaldı ki, sorabilirsiniz; Hıristiyanlık ve İslâm hep aynı mıdır? Hiç mi birbirimizden farkımız yok? Sizlerle bizi ayıran en büyük fark Hz. İsa’nın Allah’a nisbeten pozisyonudur. Siz İsa aleyhisselam Mesih’tir dersiniz. Biz amenna deriz. Siz İsa aleyhisselam ruhullah’tır dersiniz. Biz Allah’ın kelimesidir de deriz. Siz İsa aleyhisselam gelecek dersiniz. Biz ondört asırdır yolunu gözleriz. Siz İsa aleyhisselam mucizevî bir şekilde dünyevî bir pederi olmaksızın doğmuştur, onun için Allah’ın oğludur—haşa—dersiniz. Biz Allah’ın mucize ile dünyaya gelmiş ulu’l’azm bir resûlüdür deriz. Kur’ân der: ‘İsa’nın meseli Adem’in meseli gibidir. Allah onu topraktan yarattı.’’ Yani, Âdem’in (a.s.) dünyevî bir validesi de yoktu. Eğer Allah’ın—haşa—bir oğlu olmalı idiyse Âdem aleyhisselam buna İsa aleyhisselamdan daha lâyık değil midir? Halbuki, siz de, biz de ona ilk insan ve ilk peygamber olmaktan öte bir vasıf isnad etmeyiz!”

Elhamdülillah, Kur’ân’ın mesajı fazlası ile işini görmüştü. Hıristiyanlık ve İslâm arasındaki farkı can kulağı ile dinlemek için gözlerini dört açan dinleyiciler âdeta ömürlerinde hiç muhakemesini yapmadıkları birşeyi duymanın şaşkınlık ve takdiri içinde dudaklarını büktüler ve başlarını tasdikle salladılar. Yüzlerindeki hayretli tebessüm, ‘‘Bu soruyu şimdiye kadar neden kendimize sormadık, nasıl böyle birşeyi düşünemedik?’’ der gibiydi.

“Naklettiğim onlarca Kitab-ı Mukaddes âyetinden sonra, müsaade eder misiniz, Kur’ân’dan bir âyetle konuşmama nihayet vermek istiyorum:

‘Bizim İlahımız ve sizin İlahınız birdir ve biz O’na Müslümanlar olarak teslim olmuşuzdur.’ (Ankebût, 46)”

Sohbet bitti ve herkes teker teker gelip şükranlarını ifade ettiler. Değil İslâm’ı öğrenmek, kendi dinimizi de daha iyi anladık diye teşekkür ettiler...

  26.08.2004

© 2021 karakalem.net, İsmail Yakup



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut