Arşiv

 Oniki saat önce

“Bir zamanlar mutlu bir ‘spekülatif ateist’ idim ben; şimdi nasıl oldu da bir mü’mine ve bir müslümana dönüştüm? Kendime soruyorum. Zihnim maziye kayıyor ve İslâm’a giden yolculuğum hızla gözlerimin önünden geçiyor. Ama başladığı yer neresi?”


BURADA NE yapıyorum?” Hayret ediyorum; namazdayım, dizleri bükmüşüm, burnum ve alnım yere değiyor. Alnımı yere yapışık halde tutmaya çalıştıkça, dizkapaklarım acıyor, kol kaslarım geriliyor. Hemen yanımda namaz kılan kişiden acayip sözler dinliyorum. Arapça sözler! Ve, söylüyor oldukları şeyi, ben anlamasam bile, onlar anlıyorlar. Ben de kendimce birşeyler söylüyorum—Allah’ın beni, sadece oniki saat önce Müslüman olan bir kulunu mazur göreceğini ümit ederek... Tamam Allahım, İslâm’a döndüm; çünkü Sana inanıyorum, ve çünkü İslâm bana anlamlı geliyor. “Gerçekten tam da bunu mu söyledim? Gerçekten de böyle mi diyorsun?” Kendimi tutamıyorum, gözümden yaşlar boşanıyor. “Beni bu halde, diz çökmüş, alnı yere yapışmış vaziyette, secde halinde görseler, arkadaşlarım ne derlerdi? Bana gülerlerdi herhalde: “Aklını mı kaybettin?” Sorarlardı: “Dindar mı oldun? Ciddi olamazsın!”

Dindar… Bir zamanlar mutlu bir ‘spekülatif ateist’ idim ben; şimdi nasıl oldu da bir mü’mine ve bir müslümana dönüştüm? Kendime soruyorum. Zihnim maziye kayıyor ve İslâm’a giden yolculuğum hızla gözlerimin önünden geçiyor. Ama başladığı yer neresi? Bu yolculuk, dinini yaşayan Müslümanlarla ilk kez karşılaştığım yerde başladı belki de. 1991 senesiydi. Kanada’nın Ontario eyaletinin Kingston şehrinde, Queen’s Üniversitesi’nde idim. Açık fikirli, hoşgörülü, liberal bir kadındım. Yirmidört yaşındaydım. Üniversitedeki uluslararası merkezin çevresinde yürüyen Müslüman kadınlar görmüş ve onlar adına üzülmüştüm. Onların baskı altında olduklarını biliyordum. Kendilerine saçlarını niye örttüklerini, niye şu yaz günü uzun etekler giydiklerini, niye İslâm ülkelerinde böylesine kötü bir muameleye maruz kaldıklarını sorup da kendilerinden Allah kendilerinden böyle istediği için başlarını örttükleri ve böyle giyindikleri cevabını aldığımda, üzüntüm daha da arttı. Zavallı yaratıklar. İslâm ülkelerinde kendilerine yapılan muameleden ne haber? ‘Bu o yörenin kültürüyle ilgili bir durum,’ diye cevap verirlerdi. ‘İslâm’ın emrettiği şey bu değil.’ Çok küçük yaştan beri kandırılmış, beyinleri yıkanmıştı; böylece, kadınlara bu şekilde davranan bu aşağılık yolun doğruluğuna inandırılmışlardı. Ama ne kadar da mutlu gözüküyorlardı! Ne kadar da arkadaş canlısı, ve ne kadar da kendinden emin haldeydiler! Bu durum da kaçmamıştı gözlerimden...

Uluslararası merkezin etrafında yürüyen müslüman erkekler de gördüm. Öyle ki, içlerinde teröristler diyarı Libya’dan gelmiş bir adam bile vardı. Onları gördüğümde ürkmüştüm; aman, Allah namına bana da birşeyler yapmaya kalkmasınlar! Televizyonda gördüğüm, Başkan Bush’un kuklalarını yakarak öfkeyle oraya buraya koşuşturan Arap erkekleri kalabalığı görüntülerini hatırlamıştım; hepsini de Allah namına yapıyorlardı. ‘Onların nasıl bir Allah’ları var?’ diye düşünmüştüm. ‘Zavallı yaratıklar’ diye düşünmüştüm: ‘Allah’a inanıyorlar, ama inandıkları Allah bile biz zaaf yüklü beşerlerin antropomorfik bir izdüşümünden ibaret.’ Bunun böyle olduğundan emindim. Ancak bu adamlar da çok dost canlısı gözüküyorlardı. Onların çok da yardımsever olduklarını farketmiştim. Bir huzur ve sükûn hali vardı üstlerinde.

Bu insanların sahip oldukları inanç nasıl bir inanç acaba, diye düşündüm. Hayret ediyordum; Kur’ân okumuş, ama onda özel birşey bulamamıştım. Bu, öncedendi, Körfez Savaşı’nın patlak verdiği sıralarda. Nasıl bir Allah ki, O’na inanan insanları savaşa girişip başka bir ülkenin masum vatandaşlarını öldürmeye, kadınların ırzına geçmeye, ABD aleyhine gösteri yapmaya ikna ediyor? Onların adına hareket ediyor olduklarını iddia ettikleri Kutsal Kitabı onlardan daha iyi okuduğuma karar kıldım. Okuduğum, bir Penguin klasiğiydi, kesinlikle çok değerli bir kitaptı; ama bitiremedim. Ondan pek hoşlanmadım. Salihler için bakire kadınlarla tarif edilen bir cenneti tasvir ediyordu; peki saliha kadınlardan ne haber? Saliha kadınlar bakire bir kadınla cennette ne yapacaktı? Bütün şehirleri bir vuruşta ortadan kaldıran bir Tanrıydı bu. Kadınlar şüphesiz baskı altında, oysa bu fanatikler Amerikan bayrağını yakarak bağırıp çağırmakla meşguller, diye düşünmüştüm. Peki ya bu kendi gözümle gördüğüm müslümanlar? Şaşırmıştım. Onların Kur’ân’ı böyle şeyler söylemiyor olmalıydı. Yoksa, benim okuduğum, Kur’ân’ın kötü bir tercümesi miydi?

İlk namazımda, gözucumla takip ediyor olduğum kişi ayağa kalkıyor. Ben de kalkıyorum. Ayaklarım giydiğim uzun eteğe takılıyor, neredeyse düşecek gibi oluyorum. Burnumu çekiyor, gözyaşlarımı durdurmaya çalışıyorum. Allah’a ibadet üzerine odaklanmam gerekiyor. Sevgili Rabbim, buradayım, çünkü Sana inanıyorum. Ve çünkü Hıristiyanlık, Yahudilik, İslâm, Hinduizm, Sih dini ve Budizm, hepsini araştırdım, içlerinde en anlamlısı olarak İslâm’ı gördüm.

Diz büküp oturmuşum. Ellerim dizlerimde. Sakinleşmeye çalışıyorum. Allahım, lütfen iyi bir Müslüman olmama yardım et. “Bir Müslüman ha! Kathy, sen, yani tahsilli bir beyaz Batılı kadın, kadınlarını ikinci sınıf vatandaş gören bir dine nasıl dönebilirsin?!” İtiraz ediyorum. Fakat, diyorum, Kingston’daki Müslümanlar benim arkadaşlarım! Beni hiç sorgu sual etmeden sıcak bir biçimde aralarına buyur ettiler. Gördüğüm ortam, onların baskı altında ve terörist olduklarını unutturdu.

Yolculuğumun başlangıç noktası, sanki burası gibi. Onlarla arkadaş olmuştum, ama hâlâ ateist idim. Sahiden öyle miydim? Yıldızlı bir gecede gökyüzüne bakmış ve kâinatı tefekkür etmiştim. Karanlık gökyüzüne serpilmiş elmas gibi parıldayan yıldızlar bana gizemli mesajlar gönderiyorlardı. Kendimden daha büyük birileriyle irtibat kurmuş halde hissetmiştim kendimi. Bu, kollektif beşerî bilinç miydi yoksa? Yıldızlardan içime huzur ve sükûnet aktı. Kendimi bu histen koparabilir ve bizden daha yüksek bir varlığın olmadığını haykırabilir miydim? Bizimkinden daha yüksek bir bilincin olmadığını?

“Şimdiye kadar Allah’ın varlığı konusunda hiç kuşkuya düşmedin mi?” İnanmış Hıristiyan ve Müslüman arkadaşlarıma böyle sorardım. Hayır, diye cevap verirlerdi. Hayır? Hayır? Bu cevaplar benim kafamı karıştırırdı. Allah bu kadar aşikâr mıydı? Öyleyse ben nasıl göremiyordum? Havsalam bunu almıyordu: Bu âlemin dışında, yaşadığım hayatı etkileyen bir varlık... Dua eden milyarlarca insanı nasıl dinleyebiliyor, ve bu insanların hayatının her saniyesiyle nasıl ilgilenebiliyordu? Bu imkânsızdı. Belki bir İlk Sebep olarak O’na inanabilirdim, ama kâinata şu an da müdahale eden biri olarak? Hem dünyadaki şu adaletsizliğin berdevam oluşundan ne haber? Savaşta ölen çocuklar. Adil ve iyi bir Tanrı buna izin verir mi? Tanrı bana bir anlam ifade etmiyor. Tanrı var olamaz. Hem, biz evrimleşmeler sonucu varolduk, o halde bir İlk Sebep de her hâlükârda devre dışı.

Tekrar eğiliyorum, ve yine burnumu çekiyorum. Gözlerim, namaz seccademin yeşil kumaşına yapışmış parmaklarıma kayıyor. Seccademi seviyorum. Kadife gibi yumuşacık. En sevdiğim renklerden bir kısmını taşıyor üzerinde: yeşil bir zeminin üzerinde eflâtun renkli bir cami... İnsanı caminin siyah kapısına götüren bir yol var ve bu yol beni ibadete davet ediyor. Camiye girmek, hakikatin içine girmek gibidir. Hakikat elle tutulmaz, ama oradadır. Bu mekâna davet edilmiş olmaktan dolayı mutluyum.

Küçükken, kafamda, dünyaya dair, herşeyin yerli yerine oturduğu bir yap-boz’um vardı. Üniversitede, ya üçüncü yahut dördüncü yılımda, bu tasavvurdan kopmuştum. Kingston’da, bir zamanlar, düzenli kiliseye giden biriydim; dindar insanların sulugözlü, sevimli ama tuhaf, donuk, eski moda insanlar olduklarını görüp biraz huzursuz olmuştum. Yine de, o sıralar, bir Tanrının varlığı bana aşikâr gözükmüştü. Kudreti sonsuz bir Yaratıcı Varlık olmazsa, anlamı kalmıyordu kâinatın. Kiliseden ayrılırken hep bir rahatlama ve mutluluk hissetmiştim. Sonra, bir gün, bu duyguyu yitirdiğimi hissettim. Bu, bir zamanlar Tanrıyla şu an yitip gitmiş bir irtibatımın olduğu anlamına gelebilir miydi? Yolculuğum başlangıç noktası bu muydu yoksa? Tekrar ibadet etmeye gayret etmiş, ama fevkalâde zorlanmıştım. Hıristiyanlar bana Rab İsa Mesih’e inanmayanların lânetlendiklerini söylüyorlardı. Peki, ya İsa’dan asla haberdar olmamış insanlar? Yahut, kendi dinlerinin gereğini yerine getiren insanlara ne olacak? Ve toplumumuz tarih boyu kadınların aşağı olduklarını iddia edegelmişti, zira Hıristiyanlık bunun Havva’nın cezası olduğunu söylüyordu. Bu yüzden, kadınlar ilim tahsil etmekten, oy kullanmaktan, mülk sahibi olmaktan mahrum edilmişlerdi. Tanrı, uzun beyaz sakallı, yaşlıca, ürkütücü bir adamdı. Onunla konuşamadım. Hıristiyanlığın peşine düşemedim. Dolayısıyla, o andan sonra, bir Tanrı olmadı hayatımda. Fakat daha sonra Tanrıya inanan feministler, feminist Hıristiyan kadınlar, ve benim dinlerinin ayrılmaz bir parçası olduğunu zannettiğim şeylerden birçoğunu İslâm’ın hoşgörmediğini belirten Müslüman kadınlar keşfettim. Kendimce ibadet etmeye ve kendimi bir ‘post-hıristiyan feminist mü’min’ diye tarif etmeye başladım. Küçük yaşlarda hissettiğim o hafiflemeyi tekrar hissetmeye başlamıştım: belki de Allah vardı! Hayatım boyu başımdan geçen olayları dikkatle gözden geçirdim. Allah’ın bana olan rahmetinin ifadesi olan, asla farketmemiş olduğum veya asla teşekkür etmediğim denk gelişler, tevafuklar, talihli anlar gördüm. Ben kendisine karşı sadakatsizlik gösterirken Allah’ın bana böylesine lütufkâr davranmasına hayran kaldım.

Abdest alıyorum. Kollarım, yüzüm, kulaklarım ve ayaklarım, onlara değen suyla karıncalanıyor—hoş bir karıncalanma! Abdesti seviyorum; beni temiz kılan, ve namazda Allah’a yakın olmama imkân sağlayan bir yıkama... Allah! İnsanda uyandıran bir uluhiyet... İçimde hem huşu, hem de huzur hissediyorum. Allahım, lütfen bana yolu göster! “Bak! Âlemin böylesine içiçe, karmaşık, ama bu derece güzel ve âhenkli oluşu, tesadüf eseri olabilir mi? Kör ve sağır evrimci güçler yapabilir mi bunu? Bilimin Allah inancına dönüyor olduğunu bilmiyor musun? Bilimin asla İslâm’la çelişmediğini bilmiyor musun?” Hayalimdeki jüri sabrımı taşırıyor. Bu şeyleri onlar araştırmış değiller mi; niye bana soruyorlar?

Sonuca giden yolda belki de en belirleyici olaydı. Radyoda, bir fizikçiyle söyleşi yapıyorlardı. Fizikçi, modern bilimin ondokuzuncu yüzyılın materyalist faraziyelerini uzun süre önce nasıl terketmiş olduğunu anlatıyor; bir bilinç ve onun da ardında bir düzen kabul edilmeden hiçbir anlam ifade etmeyen çok sayıda olgunun ortaya çıktığını bilimsel açıdan açıklıyordu. Gerçekte, bilimsel deneyler, fiziksel olgulara dair edilgen bir gözlemden öte birşey değillerdi; deney, fiziksel olayların olageldiği biçimi değiştiriyordu. İnsan salt bir gözlemci değildi kâinatta; gözlemlediği şeyin bir parçasıydı da. Bu da gösteriyordu ki, bilinç kâinatın en temel malzemesi idi. Okudukça okudum. Gördüm ki, hâlâ daha evrim teorisine inananlar, yalnızca en inatçı antropologlardı; ne ki, işini kaybetme korkusuyla, kimse bunu yüksek sesle söylemeye cesaret edemiyordu.

Yap-boz’umun parçaları birbirinden ayrılmaya başlamıştı. “Tamam, böylece Allah’ın gerçekten var olduğuna karar verdin. Kendini bir muvahhid olarak tanımlıyorsun. Hıristiyanlık da tek-tanrılı bir din. Ve senin mirasın. Niye onu terkettin?”

Hâlâ daha bu soruyu bana soranlara şaşıyorum. Fakat bu, onların sordukları sorular içinde en kolay cevaplanacak olanı, bunu da belirteyim. Gülümsüyorum. Kur’ân’ın, Kitab-ı Mukaddes’in çeliştiği noktalarda bilimle çelişmediğini öğrenmiştim. Kitab-ı Mukaddes’teki kıssaları harfiyyen okumak istemiş, birşey keşfedememiştim. Bilimsel gerçekler ile Kitab-ı Mukaddes’in mütalaası birbiriyle çelişiyordu. Fakat bilimsel gerçekler ile Kur’ânî mütalaa ile çelişmiyordu. Hatta, bilimin şimdiye kadar açıklayamadığı kimi şeyleri Kur’ân âyetleri açıklıyordu. Bu hayret verici birşeydi. Tatlısu nehirlerinden gelip denize akan suyun deniz suyuna nasıl da karışmadığı hakkında bir âyet! Ana rahminde yeni bir insanın vücuda gelişini sahih biçimde tarif eden âyetler! Gezegenlerin yörüngelerine atıfta bulunan âyetler! Yedinci yüzyıl bilimi bunlardan hiçbirini bilmiyordu. Muhammed nasıl böyle benzersiz bir hikmetin sahibi olabilirdi ki? Aklım beni Kur’ân’a cezbediyordu; ama direndim.

Tekrar kiliseye gitmeye başladım—sadece, hemen her ayinde kendimi gözyaşları içinde bulmak için. Hıristiyanlık benim için zor olmaya devam etti. Bir anlam ifade etmeyen o kadar çok şey vardı ki: Teslis, İsa’nın insan bedenine bürünmüş Tanrı olduğu düşüncesi, duaların Allah’tan ziyade Meryem’e, Azizlere, veya İsa’ya edilmesi... Rahipler, Allah’ı düşünürken aklı terketmemi söylediler. Teslis bir anlam ifade etmiyordu, havsalaya sığacak birşey de değildi. Daha derinlemesine araştırmalar yaptım. Herşey bir yana, kültürümü, mirasımı, ailemi nasıl terkedebilirdim? Hiç kimse beni anlamazdı. Yapayalnız kalırdım. İyi bir Hıristiyan olmaya çalıştım. Daha fazla bilgi edindim. Paskalya yortusunun İsa’nın ölümünden iki yüzyıl sonra müesses olduğunu, İsa’nın asla kendisini insan bedenine bürünmüş Tanrı olarak tarif etmediğini ve sık sık kendisinin ‘İnsanın Oğlu’ olduğunu söylediğini, Teslis doktrininin Mesih’in ölümünden sonraki üçyüz tuhaf yıl içerisinde yerleştirildiğini, her hafta her bir kelimesi üzerinde odaklanarak içtenlikle ve inanarak söylediğim İznik Amentüsünün azınlıkta kalan İsa’nın ‘Tanrı’nın Oğlu’ olduğu görüşünü teyid etmek için yapılan bir siyasî toplantıda İNSANLAR tarafından yazıldığını, İsa’nın Allah’ın elçisi olduğu şeklindeki çoğunluk görüşünün üstünün ise mutlak surette çizildiğini keşfettim. O kadar kızgın ve o derece öfkeliydim ki! İsa niye bana bu şeyleri öğretmemişti? Tamam. Nedenini biliyordum. İnsanlar başka bir yerde Allah’a ibadet edebileceklerini, onlar için gerçekten bir anlam ifade edecek olan ibadetin bu olduğunu anlayacaklardı... Tek bir Allah’a ibadet edecektim—üç tanrıya değil, İsa’ya değil, Azizlere değil, Meryem’e değil. Muhammed gerçekten bir resûl olabilir miyydi? Kur’ân Allah’ın sözü olabilir miydi? Kur’ân okumayı sürdürdüm. Kur’ân, ‘düşüş’ten, cennetten yeryüzüne indirilişten tek başına Havva’nın sorumlu olmadığını; İsa’nın bir resûl olduğunu, kâfirlerin bir mü’min olduğum için beni alaya alacaklarını; insanların Muhammed’in kendisine vahiy geldiği hakkındaki iddiasının doğruluğunu sorgulayacaklarını; fakat—ona gelen vahye nazire olarak—hikmetli, tutarlı ve mâkul birşeyler yazmaya kalkışsalar başarısızlığa uğrayacaklarını anlattı bana. Anlattıkları, hakikatli şeylerdi. İslam benden Allah’ı tefekkür etmek üzere aklımı kullanmamı istiyordu, beni ilim edinmeye teşvik ediyordu, bana tek bir Allah’a inananların (Müslüman, Hıristiyan, Yahudi, ya da her kim ise) bunun ecrini alacaklarını anlatıyordu. İslâm bana çok kuşatıcı ve kucaklayıcı bir din olarak gözüktü.

Yine ayaktayız ve hâlâ ayakta duruyoruz. Sonra, ellerimizi dizkapaklarımızın üzerinde rükua eğiliyoruz. Allah’a başka ne söyleyebilirim? Neyi söylememin yeterli olacağını düşünemem, namaz öylesine uzun gözüküyor. Yavaşça nefes alıyorum, yine burnumu çekerek... Bütün kıyamlar, rükular, secdeler ve oturuşlar esnasında nefesim kesilir gibi oldu çünkü. “Yani, beni ikinci sınıf bir vatandaşa dönüştürecek bir dine girmeyi arzu ediyor olmayı cidden düşünüyor musun?” Sorgulayıcılarımdan anlayış talep ediyorum. Biliyorsunuz ki, diyorum, İslâm ülkelerinde kadınlara yönelik bir sürü kötü muamele var, tıpkı Batıda olduğu gibi, ama bu gerçek İslâm değil. Ve bunun kabahatini de tesettüre atmayın. Kadınların Allah onlardan öyle istiyor olduğu için başörtüsü taktıklarını bilmiyor musunuz? Çünkü onlar Allah’ın sözüne güveniyorlar. Hâlâ daha. Peki ben başörtüsü takma cesaretini nasıl bulacağım? Belki de, bulamayacağım. İnsanlar bana dik dik bakacaklar. Evden dışarı çıktığımda, kalabalığın içerisinde olabildiğine gözlerden ırak durmaya çalışacağım. Arkadaşlarım beni bu vaziyette gördüklerinde ne söyleyecekler? Ah! Aman Allahım, yardım et!

Aylar boyu, değişimin eşiğinde durup kalmıştım. Gün geçtikçe ikilemim büyüyordu. Ne yapmalıydım? Eski hayatımı terkedip yeni bir hayata başlamak mı? Ama, muhtemelen, mesture olarak insanların arasına çıkamazdım. İnsanlar bana gözlerini dikerlerdi. Allah’ın sonuna kadar varmama yardım etmiş olduğu ikiye ayrılan yolun çatalında kalakalmıştım. Aklımla rahatlıkla uyuşan yeni bilgiler edinmiştim. Edindiğin kanaatin izini sür, yahut eski yolunda kal! Hayata dair farklı bir bakış edindiğim halde nasıl o eski yolda kalabilirdim? Atacağım adım bana olabildiğine büyük gözüktüğü halde nasıl değişebilirdim? İhtida cümlesinin provasını yapıp duruyordum: Lâ ilâhe illallah muhammeden resûlullah. Sade kelimeler... Onlara inanıyorum, öyleyse ihtida ediyorum. Yapamam.

Direndim. Günler ve geceler boyu, bitmez tükenmez biçimde dolandım durdum. Allah, gelip de kaldığım çatalın yollarından birinde duruyordu. ‘Gel Kathy! Seni buraya kadar getirdim, ama buradan ötesini sen kendi başına geçmelisin.’ Geceleyin araba farlarına yakalanıp bir yere kımıldayamadan öylece kalakalan bir kanguru gibi durağan, kılını kıpırdatamaz halde dim. Sonra bir gece, sanıyorum Allah yüzümü son bir çevirişle kuvvetle çevirdi. Kocamla birlikte bir mescidin yanından geçiyordum. İçimde, bunun üstesinden gelebileceğim yönünde olabildiğine güçlü bir his vardı. ‘Eğer şimdi ihtida etmezsen, asla etmeyeceksin.’ İçimdeki ses böyle diyordu. Bunun doğru olduğunu anladım. ‘Pekâlâ,’ dedim. ‘Yapacağım. Eğer içeri girmeme izin verirlerse, yapacağım.’ Ama mescidde kimsecikler yoktu. Caminin avlusundaki ağaçların altında söyledim kelime-i şehadeti. Bekledim. Gök gürlemesi, hemencecik bir rahatlama hissi, yükümün üstümden kaldırılması... Bekledim. Ama gelmedi. Değişen birşey yoktu...

Şimdi tekrar secdeye gidiyoruz, dünya buradan, aşağıdan, olabildiğine farklı gözüküyor. Ünlü futbolcuları bile golün sevinciyle bu şekilde yere kapanırlar; gözlerim başörtümün seccademe düşen püsküllerine takılmış halde, bunu hatırlıyorum. Hepimiz aynıyız. Allah’ın huzurunda eşit derecede mütevazi olma durumundayız. Şimdi, diz çöküp oturuyoruz, imam, başparmağını havaya kaldırarak, hâlâ birşeyler mırıldanıyor. Tekrar yere, seccademe bakıyorum. Seccademin yeşil, eflâtun ve siyahı, güven verir biçimde bakıyorlar bana. Seccademin üzerindeki caminin girişindeki siyahlık benden bir istirhamda bulunuyor: “Ben buradayım. Rahatla şimdi; beni bulacaksın.” Gözyaşlarım yüzümde kurumuş, tenim kurumuş gözyaşlarının sımsıkı ona yapıştığını hissediyor. “Burada n’apıyorum ben?” Sevgili Rabbim! Buradayım, çünkü Sana inanıyorum. Sana inandığım için buradayım, çünkü Kur’ân’ın bigâne kalınamaz o muhteşem sözlerine inanıyorum, ve Resûlün Muhammed’in elçiliğine inanıyorum. Kararımın doğru bir karar olduğunu kalben biliyorum. Lütfen bana bu yeni kendimi ve yeni hayatı devam ettirme cesareti ver. Ver ki, sana kuvvetli bir imanla kulluk edebileyim.

Gülümsüyorum ve ayağa kalkıyorum. Seccademi ikiye katlıyor ve kadifemsi yeşil kesinliği ile Rabbimle bir sonraki görüşmeme hazır halde yere bırakıyorum. Yük şimdi üstümden kalkmaya başlıyor.

  13.07.2004

© 2021 karakalem.net, Katherine Bullock



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut