Okumalar

Birbirinizi Sevmedikçe

KİMİSİNDEN BELKİ hiç haberdar olmadığımız onbinlerce hadisler arasında, defaatle duyduğumuz hadisler de vardır. Resûl-i Ekrem aleyhissalâtu vesselam'ın "İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız" buyurduğunu haber veren hadis-i şerif, işte bu ikinci gruba dahil olanlardandır. Bu hadisi, belki onlarca, belki yüzlerce kez görmüş veya duymuşuzdur.

Şahsen, birçok kereler duymuş ve Resûl-i Ekrem'in (a.s.m.) hayatından ve rehberliğinden esintiler taşıyan birçok kitapta da görmüş olmakla birlikte, bu hadisin özellikle ikinci cümlesini uzunca süre pek kavradığımı söyleyemem. Tâ ki, bir ders ortamında, zihnini, fikrini ve kalbini beraberce bir hakikatin anlaşılması için yoran ve yoğunlaştıran arkadaşlar vesilesiyle cümlenin düğümü açılasıya kadar…

İman etmiş olmanın yahut imanın kalbe yerleşmiş olup olmadığının ölçüsü olarak, birbirini, yani mü'min kardeşini sevmeyi zikreden Resûl-i Ekrem (a.s.m.), bu ders ortamında anladık ki, gerçekten muazzam bir hakikate dikkatimizi çekiyordu. Bunu, 'birbirini sevme'nin zıddına, yani 'birbirini sevmeme'nin dayandığızemine bakarak kavrayabilirdik.

Bir mü'mini sevmemenin, değişik gerekçeleri olabilirdi. Bu gerekçeler içinde bize belki en doğru ve esaslı görüneni ise, herhalde, o mü'minde görünen hata ve yanlışlardı. Bu hatalar ise ya bizim mizacımıza uymayan, bizim bakış açımız, görgü ve anlayışımız ile uyuşmayan, yani 'bize göre' (subjektif) hatalar olurdu; yahut, objektif kriterlerle göre, meselâ âyet ve hadisin kıstasına vurulduğunda yanlışlığı ortaya çıkanlar.

Bir kere, Kur'ân ve sünnetin ölçülerine vurulduğunda 'yanlış'lığı ortaya konamayacak olan, yani 'bize göre' yanlış olan şeyler yüzünden bir mü'mine karşı kalbini kapamak, başlıbaşına bir kusur idi. Bunu, başka insanların, mizaçlarına uymadığımız için bize husumet göstermelerine razı olup olmadığımızı vicdanımıza sorarak kolayca anlayabilirdik.

Kalbinde iman olan bir mü'minin, anlayış ve yaşayış olarak sergilediği, Kur'ân ve sünnet mi'yarına uymayan tablolar karşısında yine mü'mini kalbimizden silip atmada ise, vicdanın gene tedirgin olmasına mukabil, aklî savunmalar geliştirebiliyorduk. Yapılanın objektif kritere aykırılığı, bizi bu noktada cesaretlendiriyordu.

Ama burada da, 'empati' denilen ve birbirimize düşman olma gibi bir halin çözülmesinde en fıtrî çözüm araçlarından biri olan muazzam nimeti kullanacak olursak, yapılanın yanlışlığını kavramamız mümkündü. Şöyle bir düşünseydik, "Kalben doğru olanı tasdik etmek ve onunla amel etmeyi istemekle birlikte, nefsimize uyup işlediğimiz günahlar yüzünden mü'min kardeşlerimiz bize kalblerini kapasalar, razı olur muyuz?" Olmazdık; çünkü, imanımızı amel-i salihle süslemenin bir esas olmasının yanında, iman ile amel-i salih arasında bir mesafenin varlığı da vâkıa idi. Kur'ân-ı Hakîm defaatle 'iman edenler ve amel-i salih işleyenler'e hitap ederken, aradaki 've' ile hem iman ile amel-i salih arasındaki ilişkiye, hem de ameline bakarak kişinin imansızlığına kâil olamayacağımıza dikkat çekiyor değil miydi? Kendimiz, kendi hayatımızdan, bunu rahatça çıkarabilirdik. İşlediğimiz günahların yanlışlığını aklen biliyor ve yaptığımız halde kalben ıztırap çekerek içten içe istiğfar ediyor değil miydik? O halde, bir başka mü'mini de, gördüğümüz, Kur'ân ve sünnet gibi 'objektif kriterlere' ters düşen davranışları yüzünden daire dışına atmaya hakkımız yoktu. Nitekim, nefsin bu noktada oynadığı ve oynayacağı tuzaklara binaen, Kur'ân-ı Hakîm ve de Resûl-i Ekrem, "imanını ikrar edene, 'Sen mü'min değilsin' dememeyi" şart koşmuyor muydu?

Gelin görün ki, nefis kendini yüceltmeyi arzu ettiği için, kendini avukat gibi müdafaa ediyor ve karşımıza "hatalı insanlar, hatasız ben" tablosu çıkarma gayretine giriyordu. Bu yolda en büyük silahı, elbette, cerbeze idi. Bir mü'minin binlerce cümlesi, hatta senelerce söylediği o kadar çok söz arasından seçilen yanlış sözlerle tarif edip, sanki bütün söyleyip ettiği bunlardan ibaretmiş gibi görünce; yahut, yine bir mü'minin nice seneler işlediği—ve belki istiğfarı binlerce kez yapılmış ve ihtimal ki önemli kısmı fiilen terkedilmiş olan—günahları sanki her gün ve sürekli yapıyormuş gibi tahayyül etmeye kalksak, elbette 'sevmeyi' veya 'acıma'yı değil, 'nefret'i hak eden insan manzaralarıyla karşılaşırdık. Ama bu adilâne bir değerlendirme miydi? Bir insanın bir ömür boyu çıkardığı balgamı veya yellenmeyi bir günde çıkarmış gibi hayal edip ondan nefret ile kendisinden kaçmak ne kadar çirkin, kerih ve yanlış ise, bu da en az o kadar yanlış olurdu.

Velhasıl, mü'min kardeşimizi sevemediğimiz tabloların altında, iyice eşelersek, 'ene'nin hissesi, 'enaniyet'ten gelen bir asabiyetle nefsin kendini masum, başka mü'minlerin nefislerini ise mahkum etme gayreti yatıyordu. Tâ ki, kendini tezkiye ve tebrie edip yüceltebilsin!

'Ene' ise, özelde Risale-i Nur'un "Otuzuncu Söz"ünde açıklandığı üzere, 'Hüve'ye râm olmadıkça, şirk derelerini besleyen kaynak değil miydi?

Kısacası, mü'min kardeşini sevmemeler, zahirî gerekçesi ne olursa olsun, altında yatan aslî unsur, 'enaniyet' idi ve 'enaniyet,' sahih ve halis bir imanı engelleyen ve bozan en birinci şirk zeminiydi.

Bu çerçeveden bakınca, hadisin verdiği ders, nasıl da insanın içine oturuyor: "İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe—yani, buna göre, enaniyetinizi aşmadıkça—iman etmiş olmazsınız."

  08.01.2001

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut