Okumalar

İnsanlık Onuruna Dair

BİR YIL kadar önce, Berat Gecesinin arefesinde, üçüncü âyetindeki 'gece'yi bazı müfessirlerin Berat Gecesi diye tefsir ve tâbir ettikleri Duhan sûresini okuma kasdıyla Kur'ân'ı elime almış; lâkin, karşıma çıkan ilk sûre Duhan'ın komşusu Zuhruf olduğu için, öncelikle onu okumaya başlamıştım. Nefsimizin elinden kurtarabildiğimiz zamanlarda yapmaya çalıştığımız hatim okumaları esnasında bu sûreyi de defalarca okumuş olmalıydık. Ama bu sûreye dair bir iz yoktu hatıramda. Hâlâ daha sûreyi bütün âyetleriyle hafızama ve hatırıma kaydedebildiğimi söylemem mümkün değil; ama Zuhruf sûresinden bazı mânâların ilk kez geçen Berat gecesi arefesinde dünyama girdiğini söyleyebilirim. Bu mânâların bir kısmını, "Zuhruf-Yunus hattı" başlıklı bir yazıda evvelce ifadeye çalışmıştım.

Zuhruf sûresini 'farkına vararak' ilk kez okuduğumda dikkatimi celbeden hususlardan biri, sûrenin 54. âyetiydi. Sûre, 46. âyetinden itibaren Firavun ve kavmi karşısında Musa aleyhisselamn davetini anlatıyor, Firavun ile kavminin bu daveti ne şekilde kulak tıkadığını öğretiyor ve sonrasında Firavun'un kavmine olan hitabından söz ediyordu. "Ey kavmim! Mısır'ın mülk ve idaresi benim değil mi? Görmüyor muyusun? Bu nehirler benim altımdan akıyor değil mi?" demiş; bir başka sûrede ifade edildiği üzere "Ben sizin en yüksek rabbinizim" diyen müthiş bir dalâlet örneği olarak her ne varsa kendine sahiplenerek yalnızca Hz. Musa'yı değil, kavmini de küçümsemişti. Rabbinin kim olduğunu bilen, mülk ve idarenin kimin elinde olduğunu da bilen, nehirleri mecraında akıtanın kim olduğunu da bilen biri olarak böylesi sözlerin Hz. Musa gibi mü'minler üzerinde bir tesiri olmayacaktı elbet. Firavun'un kendinden menkul rablik iddiasıyla geliştirdiği küçümseyici, alaycı ve aşağılayıcı tavrın da. Ancak kavm-i Fir'avn için durum bu değildi. Zuhruf sûresinin 54. âyeti, "Bu sûretle kavmini istihfaf etti (küçümsedi, hafife aldı), kavmi de ona itaat etti" diyordu. Firavun kavminin sergilediği, kendisini aşağılayan, küçümseyen, hafife alan ve tahkir eden birinin bu tavrına 'itaat'le karşılık vermek şeklindeki feci alçalışın sebebi ise, aynı âyetin devamında açıklanıyordu: "Çünkü onlar fâsık (yoldan çıkmış, fıtratını çürütmüş) bir kavim idiler."

Keşfettiğim ilk günden itibaren bu âyet, gerek ilk cümlesi, gerek bu cümlede anlatılan durumun sebebini açıklayan ikinci cümlesi ile dikkatimi ziyadesiyle celbeden bir âyet oldu. İlk cümle dikkatimi celbetti, zira insanın fıtraten razı ve alışık bir durum değildi ortadaki. Hepimiz tecrübeten bilirdik ki, insan istihfafa karşı tezellül göstermez bir fıtratta yaratılmıştı. Birisi bir insana hakaret etse, bu hakaretin payını bir şekilde alır; birisi bir insanı ezmeye kalksa ezilmek istenen muhakkak direnirdi. Kendi hayatımızda, bunun bir dizi örneğini görebiliyorduk hepimiz. Birisi bizi ezmeye, tahkire, tahfife çalışsa ya elimizle, veya dilimizle, veya kalbimizle cevap verirdik buna. Karşımızdaki, elimizle veya dilimizle onun tahkir ve tahfifine cevap vermemizi imkansız kılacak derecede muktedir biri dahi olsa, içten içe bir cevap verir; kalbimizde onun bu tahfifine karşı bir muhalefet ve direnci kalbimizde diri tutardık. Aynı şekilde, tahfife çalıştığımız insanların bize nasıl 'ağzımızın payını verdikleri'ne dair de bir dizi tecrübemiz vardı hayat yolculuğunda. Çünkü, 'izzet-i nefis' diye bir duyguyla yaratmıştı Rabbimiz bizi. O yüzden, bizim gibi yaratılmış olan başka birinin bize tahakkümü ve bizi hafife alması fıtraten 'münker'di bizim için, fıtraten sevdirilmiyordu, böyle bir hale fıtraten muhalefet ve direnç gösteriyorduk. Ve, belli ki, Rabb-ı Rahîm, 'Rabbu'l-âlemîn' olarak ancak Kendisine kul olalım, kula kulluk etmeyelim diye; bir ikram eseri olarak vermişti bu 'izzet-i nefis' duygusunu.

Gelin görün ki, Firavun kavminin durumu, bu 'insanlık durumu'nu yansıtmıyordu. Bir tarafta, kendisini 'en yüksek rab' edinen; bütün mülk ve idarenin kendisinin elinde olduğunu, ırmakların kendisi için aktığını, onun dilemesiyle ırmakların akıtıldığını söyleyen bir müstekbir vardı; öte tarafta, bu müstekbirin böylesi bir muhakemeyle gelen ve böylesi bir hitapla gelişen tahfif ve tahkirine boyun eğen bir kavim. Velhasıl, ortada bir 'izzet-i nefis' yokluğu, bir 'insanlık onuru'ndan mahrumiyet durumu vardı.

Peki, Firavun kavmi, mahlukiyet noktasında onlarla aynı durumda olduğu gibi mabudiyet ve hâlıkiyetten uzaklık cihetinde de onlara eşit olan Firavun'un gerek kendini mabudiyet konumuna yüceltme ve buna karşılık da onları 'kula kulluk' seviyesine alçaltma şeklindeki tavrına niye sessiz kalmıştı? Niye 'izzet-i nefis'ten bu derece uzağa düşmüş, insanlık onurunu niye ayaklar altına almıştı?

Ayetin ikinci cümlesi, işte bunun cevabını veriyordu: "Çünkü onlar, fâsık bir kavim idiler."

Âyet, 'kâfir bir kavim' veya 'müşrik bir kavim' demiyordu dikkat edilirse. 'Fâsık bir kavim' diyordu.

Bu da manidardı. Zira, küfür veya şirk, insanın hakkı ararken başına düşen bir dalâl durumunda idi; yani, tahayyül, tasavvur ve taakkul merhalelerinde yaşanan bir dikkatsizliğin ve tenbelliğin yol açtığı bir sonuçtu. Ulaştığı bu sonucun yanlışlığı izah ve isbat edilirse, kâfirin veya müşrikin bu yanlıştan vazgeçme imkânı kesinlikle vardı. Nitekim, Mekke müşriklerinin küfürleri bir 'aklî yanılgı' mesabesinde olanlarının hepsi, başta Hz. Ömer olmak üzere, zaman içinde bir bir iman dairesine gelmişlerdi. 'Fısk'ta ise, şirk ve küfür halini katmerlendiren bir durum vardı. Bir ders müzakeresi esnasında dikkatli bir arkadaşımızın fıska dair âyet ve hadislere dair tetebbuatına binaen dikkatimizi çektiği üzere, bir 'fıtratı tahrip' veya 'fıtratını çürütme' durumuna işaret ediyordu fısk. Buna göre, düz bir kâfir meselâ 'izzet-i nefis' duygusunu gene de üzerinde taşıyor olabilir, hatta bu 'izzet-i nefis' duygusuna hitapla kula kul olmanın insanlık onuruna yakışmadığı ona anlatılarak Hâlık-ı Zülcelâle kulluğa doğru yol almasına vesile de olunabilirdi. Ama küfrü fıskla katmerlenmiş birinin işi çok daha zordu; zira, aklı yanlış işlediği ve yanlış düşündüğü gibi, duyguları da yanlış çalışıyor veya çalışmıyordu. O yüzden, yemeye-içmeye muhtaç olduğunu apaçık gördükleri Firavun'un 'en yüksek rab'lik iddiasına, haydi diyelim ki bir yanılgıyla kapılmış olsunlar; Hz. Musa ile gelen vahiyden sonra, bu yanılgıdan kurtulabilirlerdi. Çünkü, kâinat cinsinden birşeyin rab olamayacağını; 'rububiyet' ve 'uluhiyet' vasfına ancak doğmayan, doğurmayan, doğurulmayan, yemeye-içmeye muhtaç olmayan, zamanla ve mekanla kayıtlı olmayan.. birinin lâyık olduğunu tebliği ve mazhar olduğu mucizeler ile kendilerine defaatle ders vermişti Musa aleyhisselam. Buna rağmen, kavminin 'en yüksek rab' olarak gene de Firavun'u tanımasının ardında 'geri zekalılık'tan ziyade 'geri duygululuk'un rolü vardı. Duygusal açıdan bir çürümüşlük yaşadıkları, fıtraten bir tahribe uğradıkları, 'izzet-i nefis' gibi kula kulluğu engelleyen bir duyguyu çürütüp insanlık onurunu ayaklar altına alabildikleri, 'hürriyet' gibi muazzam bir insanî talebi körelttikleri için düşmüşlerdi bu duruma...

Bu bakımdan, tarihin her zamanında ve her coğrafyada, insanlık onuruyla her kim oynuyorsa, bunu firavunların hesabına yaptıklarını bilmek; hürriyet gibi, izzet-i nefis gibi.. bizi kula kul olmaktan alıkoyan duyguları itinayla muhafaza etmek; bu duyguları tahribata uğramış veya uğruyor gibi görünenlere ise insanlığını gerçekleştirmenin ancak bu duyguların muhafazasıyla mümkün olacağını bildirmek gerekiyor.

Gerekiyor. Tâ ki, zihinler Firavunî iddialardaki yanlışlığı teslim ederek Musa'larla gelen hakikati alabilsinler.

Bir yerde veya bir çağda imanın inkişafını isteniyorsa, insanlık onuru ve hürriyet için de mücahede ve mücadele etmek gerekiyor kısacası...

  01.02.2001

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu

  1.  Bu yazının geçtiği eseri incelemek -veya satın almak- istiyorum.



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut