Geçmişten bizim payımıza ne düşer?

Oktay Gökkoca

Müslümanlar olarak tarihe bakarken, tarihin bugünün aynasındaki yansımalarıyla yüzleşirken dedesinin zulmüyle torununu mahkûm eden, ceddinin îmanıyla neslini cehennemden kurtaran determinist anlayıştan aklımızı ve kalbimizi temizlemeliyiz.


TARİHÎ ESERLERLE ilgili bir TV programında şimdi kimin söylediğini hatırlamadığım bir cümle duymuştum. Konuşmacı, ‘Osmanlı’nın mirasçısı değil emanetçisi olmalıyız’ diyordu. Belli ki mirasçı olmakla emanetçi olmak arasındaki ince ama önemli bir farka vurgu yapmak istiyordu.

Biraz düşündükten sonra konuşmacıya hak verdim.

Mirasçı olmak, geçmişten bize kalanları herhangi bir emek sarf etmeksizin sahiplenmeyi akla getirirken emanetçi olmak, geçmişten bize kalanları kendi emeğimizle idâme ettirmek sûretiyle onlarda hakiki manada pay sahibi olabileceğimizi akla getiriyordu.

Mirasçı olmak, başkalarının kendi emekleriyle kazandıklarını bedavadan mal bulmuş gibi tüketmeyi çağrıştırırken, emanetçi olmak, başkasının kazandıklarını alıp onları yeniden ve üzerine koyarak üretmeyi çağrıştırıyordu.

Aynı zamanda çoğu zaman mirasçı olmak, öncekilerin yaptıkları iyi şeylerin, başkalarına karşı bize üstünlük sağlayan birer imtiyaz olduğunu, emanetçi olmak ise öncekilerden devraldıklarımızın değil imtiyaz sağlamak, bize daha fazla sorumluluk yüklediğini söylüyordu.

İşin özü mirasçı olmakla emanetçi olmak arasında bir ‘emek’ farkı vardı.

Bu mirasçı ve emanetçi olma arasındaki fark, tarihimizin, tarihî eserler dışında bize devredilen diğer ‘övünülesi’ şeyleri için de geçerli.

‘Şanlı tarih’ bu topraklarda yaşayanların yabancısı olmadığı bir kavram. ‘Atalarımızın’ zaferlerinden, kahramanlıklarından, îmanlarından, hayır hânelerine yazılan işlerinden, kurdukları medeniyetlerden, torunları olan bizler -hepimiz olmasa da çoğumuz- göğsümüz kabararak bahsederiz.

Cedlerimizin maddî manevî fetih destanları, îman dolu göğüsleri, mimarîdeki şaheserleri, hayırda yarışan kurumları dillerimizden düşmez de iş onları bir mirasçı olarak mı yoksa emanetçi olarak mı sahiplendiğimiz noktasına gelince işin rengi değişir.

Bence dindarların büyük bir kısmının da içinde olduğu bir çoğunluğun tarihimizle kurduğu ilişki biçimi, bizim genel olarak emanetçiden çok mirasçı olduğumuzu gösteriyor.

Ve bu ilişki biçiminde özellikle mirasçılığın imtiyazlı olma duygumuzu depreştiren yönü öne çıkıyor. Meselâ cedlerimizin îmanını kendi zimmetimize alıp, bunu, cedleri îmanlı olmayanlara karşı ‘seçilmiş olma’ nedeni sayabiliyoruz. Bu şekilde dindarların bile determinist bir tarih anlayışının esiri olabildiğini görüyoruz. Burada determinist tarih anlayışına eşlik eden bir asabiyyetçilik de ortaya çıkıyor. Geçmiştekilerin îmanını ya da îmansızlığını doğrudan torunlarının nâm-ı hesabına yazmak açık bir asabiyyetçiliğe işaret ediyor. Halbûki cedlerimizin yaptıkları iyi işler onların iradesi, onların emeğidir. Buradan bize düşecek olan seçilmişlik değil, ancak sorumluluk olmalıdır.

Mevzûyla alakalı yaşadığım bir örneği burada aktarmak istiyorum. Üniversitede okurken kaldığımız medreseye abilerden biri gelmişti. Sohbet esnasında orada bulunanlara aşağı yukarı şöyle iltifat ettiğini hiç unutmam: ‘Sizler Çanakkale’de şehit olanların torunlarısınız. Onların şehâdeti, torunları olan sizlerin Risale-i Nur gibi bir nimetle tanışmasına vesile oldu.’ Açıkçası ilk elde bu sözleri, ninemin, Çanakkale’de şehit olduğunu söylediği amcasını hatırlayarak gizli bir gururla tasdik etmiştim. Ama hemen iş başına geçen vicdanım bunun ne kadar adâletsiz bir bakış açısı olduğunu anlamama yardım etmişti.

Bu hâdise ve gözlemlediğim genel durum, benim açımdan, dindarların dahî nasıl farkına bile varmadan determinist ve asabiyyetçi bir ruha bürünebildiklerine dair bazı ipuçları da veriyor. Bu ruh, kendi cedlerinin iyiliklerini miras yoluyla doğrudan kendine mâletmeye karşılık, başkalarının cedlerinin kötülüklerini de miras yoluyla onların torunlarına mâletmek şeklinde kendini gösteriyor. Meselâ bugün kendisini dindar olarak tanıtan bir Türk’ün herhangi bir Ermeni’ye karşı beslediği menfî duygunun, onun sırf gayr-i müslim olmasıyla alâkalı olduğunu, o Ermeni’nin dedelerinin, bu menfî duyguyu beslerken hiç hesaba katılmadığını iddia edebilir misiniz?

Neticede her insan, her nesil bir yandan, iradeleri karışmaksızın cedlerinden kendilerine devredilenlerin ortasına doğduğu gibi, diğer yandan kendi kıymetinin ve âkîbetinin ancak kendi irade ve emeğiyle belirlendiği bir imtihanla baş başa kalmakta. Bu imtihanda her kul nesebi, kökeni ne olursa olsun cedlerinden –âkîbet noktasında- bağımsız olarak kendi amel defterini kendisi yazacak.

Öyleyse Müslümanlar olarak tarihe bakarken, tarihin bugünün aynasındaki yansımalarıyla yüzleşirken dedesinin zulmüyle torununu mahkûm eden, ceddinin îmanıyla neslini cehennemden kurtaran determinist anlayıştan aklımızı ve kalbimizi temizlemeliyiz diye düşünüyorum.

Bu yazıyı aklıma düşüren, çoğumuzun duyduğu, bildiği bir hadis oldu. Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselam’ın, kişinin öldükten sonra amel defterini açık bırakan üç şeyi saydığı hadisine tekrar baktığımda şunu farkettim. Hadisteki üç şeyin içinde dua eden hayırlı bir evlat vardı ama hayırlı bir anne baba yoktu.

Ve bugünlerde kendi âlemimde çokça düşündüğüm bir âyet şöyle diyordu:

‘Şüphesiz insan için kendi emeğinden başkası yoktur.’

  18.04.2015

© 2021 karakalem.net, Oktay Gökkoca



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut