Arşiv

Siyasi hayatım bitti!

Sözümona bırakmıştım. Üstelik, bıraktığımı, cümle âleme ilan da etmiştim. Rahat rahat yazmıştım: “Artık benim dünyamda televizyon izlenmiyor, Gazete pek okunmuyor, haberler çok sık izlenmiyor.” Karar vermiştim hani. Kendi hanemin camiinde “dans” olmayacaktı artık.

*

Dahası, bu kararı pekiştirircesine, iki günlük bir kaçamak yapıp, ötelere uzandım. Büyükşehir’den küçük bir şehre, oradan da elektrik tellerinin olduğu ama elektriğin olmadığı bir yere: doğduğum şehrin ovasına...

O iki gün, dünyam yep yeni haberler ile doldu. Güneş altında ve elli dereceyi bulan sıcakta, incecik dalları ile börülce, domates, biber, acur, kavun ve karpuz fidelerinin yanıp solmadan öylece kaldığını gördüm. Çakırdiken, domuzdikeni, devedikeni, pıtırak, pambıl, askılık, ılgın, ayrık, sirken, kanyaşı ve benzeri birçok otun dilinden, İbrahimvârî “Ey ateş, soğuk ve selîm ol” âyetini dinledim. Ağaçların, Rablerinin rahmetinden emin, kızgın güneşe karşı İbrahimî bir teslimiyet yaşadığının şahidi oldum. Oralarda gözüm güzelliğe, kulağım bir başka güzelliğe, aklım ise hikmete doymuştu sanki. Kuru topraktan çıkan kup kuru dallar, daha bir dallanarak, onlarca metre uzanmada; arada yapraklı küçük dallar vermede, o küçük dalların sağında-solunda ise şerbet salkımları uzanmadaydı. Bir asmaya, bir de incecik “sebep” dalları ile sekiz-on kiloluk “sonuç” karpuzları arasındaki zıtlığa bakıp, “O sonuç, bu sebebin malı olamaz, bunun sanatkârı başkasıdır” demeye mecbur kalıyordu insan. Rezzak-ı Kerîmin yaz sofrasında, her bir meyve aynı anda gelmiyordu; birbiri ardı sıra, tam ihtiyaç vaktinde geliyordu. Eriğin, şeftalinin on’u aşkın çeşidi vardı; onlar da hiç şaşırmadan ve karıştırmadan, bir sırayla geliyordu. İnce bir sırdı bu; hayatı toprağın içinde geçen babama göre, “Allah’ın hikmeti işte!”

Gece, büyükşehirde yer ışıklarının sakladığı gök kandillerini seyrettim. Samanyolu nurdan bir yol gibi yayılan sayısız yıldızıyla, çocukluğumdaki kadar güzeldi yine. Seyri, yine doyumsuzdu. Ertesi gün, o kavurucu sıcakta aniden peydahlanan kasırganın, belli bir çizgiyi takip edercesine, adım adım tozu toprağı, çulu çuvalı, harmanları, hattâ ağaçları birbirine katması ile büyülendim. Dönüşe yakın, büyükşehirdeki evimin beton duvarlar arasındaki mahkûmiyetine bir kâinat penceresi sunma ümidiyle desen desen, renk renk kuru otlar topladım. Hele rengi gülkurusunu andıran bir kuru ot vardı ki, seyriyle mesttim . Oracıkta anneanneme gösterince, tereddütsüz, “Rabbimin kudret boyası” dedi. Bu denli tereddütsüz oluşuna şaştım. Hep bize Rabbimizi bildiren kâinattan haberler izliyor oluşundan mı idi?

O iki günümün “haberler”i bunlardı. Geçen sayımızdaki o güzelim hikâyede vurgulanan “flu” ve kirli resimler değildi gördüklerim. Gazete başlıkları, filmler, cinayet haberleri, diziler, reklamlar da değildi. Kâinat sergisinden göz kamerasıyla çekilen “net” resimlerdi. İki gün, onlarla meşgul olup, döviz kuru, PKK raporu, kalkınma hızı, başbakan dedi ki, borsa endeksi, şampuan artı saç kremi, transfer bombası.. duymamıştı dünyam.

Mutluydum. Eh, dönüşte evimde “dans” da olmayacaktı. Cümle âleme ilan bile etmiştim. Bundan iyisi ruh sağlığıydı.

***

Beni yeniden İstanbul’a döndürecek otobüse bu duygularla bindim. Cama yaslandım. Sonsuza gidercesine uzayan pamuk tarlalarını seyrettim. Bağları, bahçeleri, bostanları, harman öbeklerini, saman balyalarını, otlayan keçi ve koyunları seyre daldım. Ön koltuklardan birinde oturan, yüzü dünyayı bir türlü kurtaramamış olmanın hüznüyle gergin ihtiyarın “Saat yedi oldu kaptan.Haberler kaçmasın” uyarısıyla kendime geldim (mi acaba?). O güzelim manzarada gezinen zihnim, birden yeni ve zoraki bir “dans”ın ocağına düşüverdi.

Meğer o gün, tam da hükûmetin 250. günüymüş. “250 günün değerlendirmesini yapan başbakan ve X partısi genel başkanı, işbaşına geldikleri tarihteki Türkiye ile bugünkü Türkiye arasında her bakımdan önemli farklar olduğunu; ülkenin önemli sorunları olduğunu, bu sorunların önemli bir kısmını 250 gün içinde çözüm yoluna koyduklarını” söylemiş. Ana muhalefet partisi lideri ise, “hükûmetin kendi iktidarları dönemini kötüleyerek aczini gizlemeye çalıştığını, birçok sorununu aşmış halde bıraktıkları Türkiye’nin bugün önemli darboğazlarla karşı karşıya olduğunu, bunun sorumlusunun ise bugünkü hükûmet olduğunu, 250 günde geçmişi kötülemekten başka hiçbir şey yapılmadığını” ileri sürmüş.

***

Haberler öylece uzayıp gidiyordu.

Zihnim ise, bilhassa bu iki haberin çağrıştırdığı hususlara takılıp kaldı. Hayalim 250 gün kadar öncesine gitti. Hâfızamın o günlerdeki notlarını tarayıp, neredeyse 300 gündür haberlerin hep aynı kaldığını gördüm. O gün söylenen ile bugün söylenen, neredeyse aynıydı. O gün de başbakan “söylüyor, açıklıyor, belirtiyor,” o gün demuhalefet “ileri sürüyor ve iddia ediyor”du: O gün hükûmet “işçiyi, memuru

ezdirmiş”ti; o günün iktidar partisi olan bugünkü muhalefet de öyle söylüyordu. Sadece isimler farklı gibiydi. Şimdi mu

halefet rolü oynayan dünkü iktidardı, dün muhalefet olan ise bugün iktidar rolü oynuyordu.

Öylece, aktörlerin aynı rolleri nöbetleşe oynadığı bir oyun sürüp gidiyordu.

***

Oysa herkesler ne de umutluydu? Koca bir ülke, günler boyu meydanlara dökülmüştü. Kimi onun, kimi bunun, kimi hepsinin mitinginde idi. Hepsi ümit veriyor, hepsi birşey vaad ediyordu. Herkesler alkışlıyordu.“Kurtar bizi” idi. “Daha yapacak çok iş var”dı. “Refah gelecek dertler bitecek”ti. “En denenmemiş’i denemeli”ydi. Yoktu aslında fazla farkları, ama biri iktidar olmalıydı. Hangisi olmalıydı? Herkes düşük enflasyon, hızlı kalkınma, büyük Türkiye, çağdaş toplum, özgürlük, eşitlik, barış ve güven ortamı, otoyol, tencere, tava vaad ediyordu. Hepsi de aynı sözü verdiğine göre, yaşanmıştı! Sonuçta, kim gelirse gelsin, rahata erilecekti!

Rahata erilirdi de, hangisi “en çok rahata erdirir”di? Bize göre mesele buydu. Ve her gün bu meseleyi tartışırken, unuttuğumuz bir mesele vardı. “Tüm bunlar ne işe yarar?” diye sormamıştık meselâ.

Oysa ölüm ölmüyordu. Kabir kapısı kapanmıyordu. Ecel celladı, damarında asil kan olanları bile bu dünyada bırakmıyordu. Hesap Günü iptal edilmiş de değildi. Ve dünya hâlâ “ahiretin tarlası” idi.

***

Unutulan birşey daha vardı. Sırası geldiğinde, “peygamberlerin örnek mücahedesi”nden bahseden bizler, tam sırası gelmişken, düşünmeyi unutmuştuk: Hangi peygamber, insanlığa “kalkınma,” “büyüme,” ev, araba, “konfor,” düşük enflasyon ve “refah” vaad etmişti? Hangisi “ben bilirim, ben yaparım” demişti? Bilakis “Dünya ücret yeri değil, zahmet yeridir” gerçeğini ders vermiş değil miydiler? Mallarımız ve canlarımız ile sınanacağımız uyarısı da onlarla gelmiş değil miydi? “Ben bilmem, ben bana bildirileni bilirim,” onların sözü değil miydi?

***

O karmaşada, böylesi sorular sorulmaz olmuş idi. En dünyevî olanından en az dünyevî olanına kadar, her bir siyasî, bizi “propaganda-i siyaset” iklimine taşımıştı. İçlerinde “Vazifemi yaparım, Allah’ın vazifesine karışmam. Başarı Allah’tandır” diyen, galiba yoktu. Ama “Ben kurtarırım” diyen de vardı; “Biz gelince dertler bitecek” diyen de. Herkes gül bahçesi vaad ediyor; dikenleri anlatmayı ise seçimin ertesine saklıyordu. Bizlerin gönlü ise ya orada, ya burada idi. Herkesin lideri ayrıydı; ama hepsinden aynı şey bekleniyordu. Haberleri o günler bilhassa kaçırmadık: Hangisinin mitingi daha kalabalık? Açık oturumları kaçırmadık: Her defasında, bizim tuttuğumuz lider, diğerlerini mat etti. Gazeteleri her defasında taradık. Tercihimize uygun malzemeler aradık. “Bırak o adamı, geçen gün demiş ki.” “Ya seninki ne demiş?” “Yahu onların ikisi de aynı, bizimki gelirse.”

***

Bunlar olurken insanın içiçe dünyalarda yaşadığı unutulurdu. “Her insanın şu dünya içinde hususî dünyası var” olduğu da. Asıl meselenin bu hususî dünyada olduğundan da gaflet ederdik. Siyaset dairesi, fıtraten ilgili olunan bir daire idi; “her insan vatanıyla, milletle, hükûmetle alâkadar”dı. Bu anlamda, ilgili olunması değildi yanlış olan. İlgilenmenin biçimi, ölçüsü, tarzı, tonu, dozajı idi. Siyaset dairesi, “hakikat nazarında, imana nisbeten, onuncu derecede” idi. On’u beşe, üç’e, hele hele bir’e indirmek problemdi. Üstelik, asıl dairede sağlam ölçüler edinmezsek, o cazibeli ve bol propagandalı siyaset dairesi bizi kendine âlet edebilirdi.

***

Günler geçti, seçimler oldu, oylar atıldı, sandıklar açıldı, oylar sayıldı, itirazlar yapıldı, resmî sonuçlar açıklandı.

Seçimden önce partilerin hepsi “İktidar benim” diyordu. Hiçbiri iktidar olamadı. Ama hepsi bunu baştan bilerek “İktidar biziz” demişlerdi. Nitekim, bir parti lideri, sonradan “Seçimden önce öyle demesem, bu oyu alamazdım ki” diyecekti. Çünkü, “seçmen en güçlü gördüğü partiye oy verir” di. Öyle görünmek lâzımdı. Ama bu fiilî bir yalancılık değil miydi?

Keza, seçmen güleryüz isterdi. Ol bâbdan, normalde asıksuratlı ve soğuk yüzlü biri de olsanız, zoraki bir pozla, elinizi çenenize dayayıp, sıcak ve güleç yüzlü insan pozu vermeniz gerekirdi. Bu da fiilî bir yalancılık değil miydi?

Hem seçmen uzlaşmacı, kavgadan uzak, uyumlu lider arıyordu. Aslında kendinizden başkasını pek beğenmezdiniz. Onlarla yan yana oturmaktan bile çekinirdiniz. Onlar yanınızda iken, içinizden iyi şeyler geçmezdi. Yine de, seçmene karşı, içinizden ne geçerse geçsin, yumuşak bir insan rolü oynamalıydınız. Bu da fiilî bir yalancılık değil miydi?

***

Ama bugünkü siyasetin çizgisi buydu. Herkes kendi reklamını yapma durumundaydı. “Reklam”ın yolu ise kendi hatasını, başkasının ise sevabını örtme esasına dayalıydı. Olduğu gibi değil, istendiği gibi görünmek asıldı. Seçimden sonra, seçimlik yüzler nasıl olsa duvara asılırdı. Başkası daha lâyık da olsa, siz bunu söylememeliydiniz. Yoksa “siyasî hayatınız biter”di. Buluşmalar faziletin değil, menfaatin olduğu yerde olurdu. Siyasîler birbirini yardımcı değil, rakip ve düşman görme durumundaydı: aslolan mücadele idi. İktidar olmak, doğru noktada olmaktan daha önemliydi. Zaten, Duvarger, siyaset için “iktidar bilimi” dememiş miydi?

***

Galiba, şimdiki siyasetin bu temelleri yüzünden, Siyasal’da okusam da, siyasetin uzağında olmamı rica etti annem. Onun yorumu, sanırım akla değil, sezgiye bakıyordu. “Risale” dersleri boyunca ise, siyaset, “ene’nin ikinci yüzü”ne, yani felsefe çizgisine denk düşecekti. Bugünkü siyasetin pınarı oydu. “Kur’ân namına” ortaya çıktığını iddia eden dahi, yakasını bu çizgiden kurtaramıyor; “bilvasıta müteharrik,” yani âlet oluyordu.

Böylesi bir ortamda, hayır-şer ikileminin odağı değildi siyaset dairesi. Esasen, “şer”lerin dünyasıydı. Tercih, “Hangisi hayır?” diye değil; “Hangisine oy vermek hayır, hangisi ehvenü’ş-şer?” diye yapılırdı.

Bunun için ise aralıksız her gün, hangi liderin ne dediğini bilmek şart değildi. Gün be gün, ülkede ve ülke dışında neler olduğunu da... Adı üstünde, siyaset “onuncu daire” idi; “birinci daire” başkasıydı. Birinci daire, diğer tüm daireleri kapsıyordu; “onuncu daire” değil.

***

Belki bu sırdan gafletin bedeli, kimi dünyalar kimi kırılmalar ve tereddütler yaşıyor bugün. Çok şey değişecekti güya, çok az şey değişti. Her değişimin iyi olduğu da söylenemezdi. Muhtemelen, başka kim gelirse gelsin, çokça değişeceği yoktu.

Zira, muhalefette iken bile, sözümona “hakkı üstün tutan dünya görüşü partisi”nin yönetimi, ölmüş bir adamın icraatını eleştiren milletvekilini hesaba çekiyordu. Fincancı katırları ürkmesindi. Bizim özlemlerimiz başka, siyasetin işleyişi başkaydı. “Menfaat üzerine dönen siyaset”ti. Her çağın en büyük yozlaştırma şurubu olan “iktidar, şöhret ve para”yı beraberce kendinde barındıran siyasetti. İslâmiyet sebepleri tesirden azlettiği için, kendinde iktidar vehmedeni, aslî ölçülerden koparan siyasetti. Yalanla doğruyu bir dükkânda beraber satan siyasetti.

O halde kırılmanın âlemi yoktu. İşin işleyişi buydu. Kırılacaksak, meseleye bakışımızı yanlış eksene oturttuğumuz için, kendimize kırılmalıydık. Yanacaksak, doğru tesbitleri yanlış anlamamıza yanmalıydık. İdam sehpasına giden adam, son arzusu sorulunca, “Bu bana ders olsun” demişti. İpin ucuna gitmeden, bu bize ders olmalıydı.

***

Ne ki, günlerimiz hâlâ öyle geçmiyor. Hâlâ kendi camimizdeki birinci vazifeyi unutup, başka yerlerde dolaşıyoruz. Haberler kaçırılmıyor. Hatta bir değil iki, üç gazete birden okuyoruz. Bir kanal yanıltıcı olabilir deyip, dört ayrı kanaldan haber izliyoruz. Güneydoğu’da en son şu oldu. Ağustos enflasyonu yüzde şu. DİE’nin rakamı ile İSO’nunki arasında yüzde şu kadar fark var. Karabağ yine kara bağlamış. Bosna-Hersek’te çatışmalar sürerken, sorunun çözümü için.. Kıbrıs görüşmelerinde son tur. Mark fırladı. Dolar cep dolduruyor. Özal “inmem” dedi. Demirel “Çıkmam” diyormuş.

Gözler böylesi binbir olaya dönükken, aslında ciddi ikazlar almadık değil. Ardı ardına çığlar geldi. Grizu geldi. Deprem geldi. “Ben hallederim”in ve de “Siyasetçi halleder”in ne denli yanlış sözler olduğunun ikazı idi belki. Siyasî de insandı; olsa olsa fiilî duada bulunurdu, netice Allah’tan gelirdi. O dilemezse, ne siyasî, ne bir başkası hiçbir şey beceremezdi; Hani konuşmuyor muyduk; o sevgili Celaleddin Harzemşah’ın güzelim sözünü: “Bizim vazifemiz cihad etmektir. Muvaffakiyet Allah’a aittir.Vazife-i ilahiyeye karışılmaz.” Ama herşeyi kasıp kavuran “çağdaş düşünce” bizim anlayışımızı da altüst etmişti. O sırdan gâfil olunmuştu. Ve o sırrı unutursak maddî, manevi şefkat tokatları vurulurdu.

Ama hâlâ “muvakkat cereyanlara kapılıp, millet ve vatanı ve hükûmetin menfaatini bazı şahısların muvakkat siyasetlerine tâbi etmek, belki aynını telakki etmek” hastalığı sürüyor gibi. Ne de olsa “ilgilenmek lâzım” diyoruz. “Bu memleket bizim.” “Dünyadan haberdar olmak gerekir.”

Peki, bu ilgilenmek, başka şeylerle “ilgilenmemek” demeye mi geliyor? Bu memleketin Mâlik-i Hakikîsi gerçekten bizler miyiz? Dünya sadece siyasîlerin satranç oyunlarından mı ibaret? Kelebekten Satürn’e, taşıdığı mesajlar ile, iman nazarıyla ilgilenmeyi bekleyen sayısız şeye ne buyurulur?

***

Oysa siyaset, bizi büyük dairenin “küçük” meseleleri ile meşgul ederken, küçük dairemizin bize göre “büyük” meselelerinden koparıyor olmalı. Sözgelimi, dünyayı bizim taraftan olanlar-karşı tarafta olanlar diye böldürürken, o taraftaki bir gerçeği görebilmeyi de engelliyor. Sanki tüm gerçek oy verdiğimiz partide, tüm yalan karşı tarafta imiş gibi tavırlar aldırıyor. Siyaset dairesinde “global” bakış açıları üretirken, meselâ bir savaşın iki ülke arasında olup bitmekle kalmadığını unutuveriyoruz. Binlerce, milyonlarca insanın hayatının bir kararla nasıl alt-üst olduğunu görmezleşiyoruz. Siyaset ki, bir kahve sohbetinde “Ermenistan’a 200.000 asker” göndertiyor ve bir meseleyi sözümona bitiriyor. Ya o savaşta ölen masumlar; siyasîlerin kavgası yüzünden ölen bîtaraf binlerce insan? Evsiz kalanlar? Dul kalanlar? Yetim kalanlar? Yaralılar? Bacağı kopanlar? Sevgisi yara alanlar. Çocuğunu yitirenler? Aklını yitirenler? Bozulan bağlar, bahçeler? Yuvası bozulan karıncalar, serçeler? Bozulan nefis-kalb dengeleri? Yine siyaset ki, Bosnalı masum insanları düşünürken, farkına varmaksızın, tüm Sırpların “kökünü kazımak”tan söz ettiriyor. Kuşbakışı baktırıyor, ve satıh altındaki binbir haksızlığı perdeliyor. Umumî baktırıyor, hususî dairede zulmettiriyor.

Tüm bu çukurlardan kurtulup, hâlâ tam bir insan kalabilen var ise, ona da “rahmet” konusunda ümitsizlik aşılıyor.

***

İkibuçuk aydır yaşadığım bir “Kastamonu” yolculuğu bana bunları hatırlattı. Kendi dünyamın ışığında, “Bu zamanda siyaset kalpleri ifsad eder ve asabî ruhları azab içinde bırakır” sözünü fiilen tasdik ettim. “Şefkat, vicdan, hakikat bizi siyasetten men’ ediyor” sözündeki inceliği görür gibi oldum. Siyaset nazarıyla değil, “iman-ı tahkikî nuruyla ve gözüyle” bakma daveti aldım. O zaman, herşeyde, şimdi görmediğim şeyi, İlâhî rahmetin “izini, özünü, yüzünü” göreceğimi müjdeliyordu Said Nursî. Çünkü o zaman dünyevi nazarla değil, âhiret nazarıyla bakacaktım. Şu dünyada çirkin gibi görünen hadiselerin altında bile bir güzellik gizlendiğini görecektim.

Çünkü, dünyamın ilk kelimeleri, rahmet, hikmet, adalet olacaktı. Şu dünyaya bu kelimeler eşliğinde nazar edecektim. Dünyayı böylesine gözlerken herşeyde Onun isimlerine giden bir iz bulacak, siyaset dairesine de bu gözle bakar olacaktım.

***

Dünyamda bunlar varken, dün, Kadıköy’de dolaştım. Vitrinlerdeki mankenler ayaklanıp sokağa taşmış gibiydiler; zira herkes vitrin mankeni gibiydi, ve hâlâ gözler vitrindeydi. Yüzlerde Allah’ın yarattığı hali beğenmeme boya, ruj, rimel ve fondötenleri vardı. Sağ kadınların küçük cenazeleri hükmündeki sûretlerle dolu dergilerin satıldığı bir pasajın altında, duvarı karanlık tablolarla karartılmış cafe’lerde uçuklaşan çehreler gördüm. Durakta ise, herkes otobüs bekliyordu.

Tüm bu insanlar vitrinleri izliyor idiler; ama kâinat vitrininden taşınan anlamlardan —ki eşsiz ve emsalsizdi— galiba haberleri yoktu. Dizileri izliyor olmalıydılar; ama dizi dizi serilen nimet sergilerini değil. Gazete, dergi, kitap vesaire de okuyorlardı, ama Samed âyinesi olan kalbin sandukçasında yazılan mânâları değil. Durakta eve gitmek üzere bekliyorlardı; ama hayat otobüsünün bizi dünya durağından alıp asıl vatanımıza götüreceği, esasen oraya hazırlanmamız lâzım geldiği düşünülerek değil.

Oysa ben bu “değil” lilere muhtaçtım. Dünya, fani yüzüyle, istemesem de zaten her dakika kapımı tıklatmadaydı. İstemesem de, her gün bin kez “Gel dünyaya” çağrısı alıyordum.Bu minvaldeyken, Boğazlar konusunda boşboğazlığın gereği yoktu. Siyasîler “bizden istiğna edip yardım etmedikleri ve elimizdeki kudsî nurlara müşteri olmadıkları halde, onların karanlıklı oyunlarına vazifemizin zararına bakmaya tenezzül etmek hata”ydı.

Gerçi Karabağ’la insan olarak, ister istemez ilgiliydim. Ama peşinen bir tarafı haksız görmeye kalkışmadan, iki taraftan ölen veya mağdur olan masumlara acımak noktasında; zulme ve zalimlere ve zalimce düşüncelere taraf olmama noktasında ilgiliydim. Boşnak esirlere, kadınlara, ve bilhassa çocuklara yapılanlar yüreğimi elbette incitiyordu. Rabbime dua ediyordum. Ama “köklerini kazımadan,” Sırp çocukları için de üzülmem gerekti. Onların ne günahı vardı? Keza tüm Sırpların mı “gözü dönmüş” idi ki? Diğer taraftan, zalimlerin satranç oyunları ise, benim işim değildi. Hele hele o oyundan kendimce “strateji”ler üretmek hiç mi hiç işim değildi.

Nitekim, o Büyük Savaşa yedi sene hiç bakmayan, sadece iki kez —ilki, ölen masumlar için rahmet-i ilahî ne mükâfat verecek sorusuyla, ikincisi kader ve hikmet açısından— bakan Said Nursî, “çünkü”yü şöyle açıklıyordu:

“Risale-i Nur şakirtlerinin vazifeleri iman olduğundan, hayat meseleleri onları çok alâkadar etmez ve merakla baktırmaz. Sizler baktınız.. günahlardan başka ne kazandırınız? Ben bakmadım, ne kaybettim?”

  09.05.2004

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut