Denemeler

Dinde ve Hayatta Denge

BUNDAN YİRMİ yıl önce, on yıl sonra işimin on yıl boyu kitap okumak olacağı söylense, asla inanmazdım. Para karşılığı kitap okumak akıl alır bir iş değildi doğrusu!

Ama, Rabbim lutfetti, tam da öyle oldu. Ardındaki rahmet ve hikmet cilvelerini henüz kavrayamadığım için başlangıçta beni hüzün ve kedere boğan altüst oluşlar yaşadım önce. Akabinde, Rabb-ı Rahîm tam da böyle bir 'iş' çıkardı karşıma. Koskoca bir on yıl, 'iş icabı,' bine yakın kitap okudum.

Kitap okumak, küçük yaştan beri aşinası olduğum bir fiildi gerçi. Henüz okula gitmeden, ablamın kitaplarını kavrama çabasıyla başlamıştı bu. Çocukluk yıllarım, evin bir köşesine çekilip kitaplarla arkadaş olmayı beni oyuna çağıran mahalle arkadaşlarına tercih ettiğim bir ortamda geçti. Arasıra sokağa çıksam da, bu, sırf "Oğlum biraz dışarı çık, oyna!" diyen annemle babamın ve bir de herşeye rağmen usanmadan beni aralarına çağıran komşu çocuklarının hatırını kırmamak içindi.

Başlangıçta okul kitapları ve kazara elime geçen kitaplarla başlayan kitap dostluğu, ilkgençlik yıllarımda tanıdığım bir kitapla pekişti ve perçinlendi. Bu kitap, bir daha elimden bırakamadığım bir yol arkadaşım, kılavuzum oldu benim için. Zira, Kitabullah ile de o kitap sayesinde tanıştım, kâinatı bir kitap olarak okuma düşüncesiyle de.

Böylece, ilkgençlik yıllarımı takip eden on yıl boyu, bir 'okumalar' silsilesi yerleşti hayatıma: risaleler, Kur'ân, kâinat, ders kitapları, ve bir de, benim için artık bir 'hayat biçimi'ne dönüşmeye başlamış yazı çalışmalarımdan dolayı okuduklarım. Bu dönemde bir kurumun onbine yakın kitabını Dewey'in ondalık sistemine göre tasnif gibi bir işimin olması ise, binlerce kitabın dünyasını en azından kuşbakışı dolaşabilmemi mümkün kıldığı için, ganimet gibi gelmişti bana.

Ama, asıl ganimet, 90'larda saklıymış. 'Üstüne para alarak' kitap okudum on yıl boyu. Açıkçası, birileri, kitaplarını okumam için bana para verdiler! Zaman zaman uykusuz kalmam da gerekse, inanılmaz derecede öğretici, inanılmaz derecede keyifli günlerdi bunlar. Önce bir, sonra birkaç yayınevinin redaksiyon ve tashih işini yüklenmiş; başkaca insanların kağıda kapağa bürünmüş birer kitap olarak okuduğu çalışmaları henüz 'dosya' halinde iken okuma gibi bir görev üstlenmiştim. Böylece, okuyacağımı asla hesap etmediğim yüzlerce kitabı hasbelkader okudum. Bu sayede, peygamberler tarihinden postmodern teoriye, usul-i fıkıhtan modern düşünceye, İslâm tarihinden modernitenin tenkidine.. uzanan geniş bir yelpazede bilgi ve birikim edinme imkânı buldum. Öte yandan, Kur'ân'ı ve Kur'ân'a hazırlık okulum olagelmiş risaleleri bırakmış da değildim elbette.

Böylece, bir tarafta birbiri ardınca 'iş icabı' okuduğum kitaplar, diğer tarafta dönüp dönüp tekrar okuduğum Kur'ân ve risaleler.. derken, on yıl boyu, on yıl önce aklımdan asla geçmeyen açılımlar, buluşlar, keşifler ve inkişaflar yaşadım. Redaksiyon veya tashih kasdıyla yüzlerce kitabı okurken, zihnimin arka planında Kur'ân âyetleri ve Risale sayfaları olduğu gibi duruyor; zihnim, yeni okuyor olduklarım ile sürekli okuduklarım arasında bir mekik gibi işliyordu. Meselâ, bir yanda risaleler okuduklarımı anlayıp anlamlandırmamda bir katalizör işlevi görüyor, öte yanda okuduklarım risalelere bakışımı genişletiyor ve derinleştiriyordu. Müthiş, şükredilesi bir serüvendi yaşadığım!

'DENGE' DENKLEMİ

Nicedir dilimden düşmeyen, gölgesi hayatımdan da asla silinmesin istediğim 'denge'yi keşfim, işte böylesi bir vasatta oldu. Okuduğum kitaplar, insanlık tarihine, İslâm tarihine, insanların dünyasına ve de yaşadığımız günlere dairÑelbette ayrıntılar için çok daha özel okumaların gerektiğiÑgenel bir vizyon edinmemi sağlamıştı. Okuduklarım, hayatı 'ifrat-vasat-tefrit' denkleminde özetlemenin mümkün olduğunu gösteriyordu. Okuduklarım, hakikati arayanların çok, 'hakikatin hakiki rengini' bulup da muhafaza edebilenlerin ise maalesef daha az olduğunu gösteriyordu. Okuduklarım, 'bulup da muhafaza edebilen'lerden olmanın yegâne vasatı olarak vasat, yani orta yol, yani denge üzere olmanın lüzumunu da gösteriyordu.

Velhasıl, görmüştüm ki, her çağın insanı 'hakkı arıyor'du. 'Aramak,' 'bulma'nın teminatı değildi ama. Hak sûretinde paketlenmiş bâtılları hak zannederek koynunda saklama riski de vardı. Hem, bu engelleri aşıp hakikatı bulmakla da iş bitmiyor; hakikatı her daim hakikî rengiyle muhafaza için ilave bir çaba gerekiyordu. Okuduklarım, arayan, bulan, bir yere kadar sağ salim giden, sonra tökezleyen, şaşıran, şaşırtan nice düşünür, nice akım, nice kavim sergilemişti gözlerimin önüne.

Neden böyle oluyordu? Neden her arayan bulamıyor ve her bulan muhafaza edemiyordu? Kaymalar, eğrilmeler, ve hatta sapmalar nerede, neden, nasıl vuku buluyordu? Okuduklarımı iki komşu risalenin, "Yirmidördüncü Söz" ile hemen ardındakinin ışığında yorumlamayı denediğimde, cevabı bulmuş sayabilirdim kendimi. Düğüm, 'denge' idi, 'hakikatin muvazenesi' idi, her biri hak olan parçaların yekdiğerini yok saymadan yerli yerine konulabilmesi idi. Hakikatin muvazenesi kurulmayınca, ya ifrat ya da tefrit suretinde kaymalar yaşanıyor; ifratlar tefriti, tefritler ifratı besliyor derken işler sarpa sarıyordu. Nitekim, insanlık tarihiyle birlikte, üç semavî dinin de serüveni bu nazarla okunabilir durumdaydı. Zaten, 'Fâtiha'nın ahirindeki üç yol'u tam da bu şekilde okumaya bizi davet eden bir hadis-i şerif vardı.

Önce 'celâl-cemal dengesi'ni, ardından 'kemal'i, akabinde 'denge'nin başkaca veçhelerini kavradığım keşif yolculuklarımın ilgili hadis ışığında bana sunduğu bir ders, üç semavî din arasında İslâm'ın 'denge' ve 'vasat'ı temsil ettiği; diğer ikisinin ise, zaman içinde ifrat veya tefrit yönünde bir kaymayla malûl hale geldiği idi. Şükür ki, başucu risalelerim hükmündeki iki komşu risalede, dengeli, adil, mutedil bir tavra muhatap olmuştum. 'Hakikatin muvazenesi'ni ve 'hakikatin hakikî rengi'ni bulma gereğini vurgulayan bu iki risale, bunun ancak Kur'ân'ın dersi ve Resûl-i Ekrem'in talimiyle gerçekleşebildiğini ısrarla belirtirken, başkaca yolları hepten hakikatsiz görme gibi bir haksızlığa da düşmüyordu. Bu dengeli tavır, özelde üç semavî dinin serüvenini çözümlemeye çalışırken, İslâm'a mukabil diğerlerini hepten sıfırlama gibi bir haksızlıktan korumuştu beni.

Zira, her iki risalenin yönelttiği adres olarak Kur'ân ve Peygamber, asla böyle bir toptancılık yapmamıştı. Mü'minler ve müşrikler arasında açık ve keskin bir ayrım koyan Kur'ân, müşrikleri kendi arasında 'ahdinde samimi olanlar' ve 'ahdini çiğneyenler' suretinde ayırıyor; bu iki ayrı müşrik grubuna karşı iki ayrı davranış öneriyordu meselâ. Hem, Yahudi ve Hıristiyanları 'ehl-i kitab' olarak sair gayrimüslimlerden ayırıyordu. Ehl-i kitabın içinde ise, Hıristiyanları, Yahudilerden ayırıyordu. Yahudilerin şedit İslâm düşmanlığına mukabil, "Mü'minlere sevgi bakımından en yakın olanlar olarak 'Biz Hıristiyanız' diyenleri bulacaksın" buyuruyordu Kur'ân-ı Hakîm. Onlarla 'en güzel şekilde mücadele'yi, yani kendilerini 'aramızdaki ortak bir kelimeye davet'i öneriyordu: "Allah'tan başka hiçbir şeye kulluk etmeyelim. Hiçbir şeyi O'na eş koşmayalım. Bazımız bazımızı rab edinmesin." Yine Kur'ân, kendilerine gelen vahyi eğip büken Yahudi ve Hıristiyanları te'dip ve tehdit ederken, bütün Yahudi ve Hıristiyanları aynı sınıfa sokmamamız için, bizi uyarıyordu: "Hepsi bir değiller. Ehl-i kitaptan öyleleri var ki, geceleri, ayakta durarak, secde ederek Allah'ın âyetlerini okurlar. Allah'a ve ahiret gününe gerçekten inanırlar. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar. Ve salih amellerde yarışırlar."

Kur'ân böyle dedikten sonra, toptancı bir bakışla Yahudi ve Hıristiyanları silip atamazdım. Her iki din namına ortaya konulan işleri ve eserleri silip atmam da ne mümkün, ne de doğru değildi. Bilakis, her iki dine de Kur'ân'ın nazarıyla bakma; hakikatin el'an muhafaza edildiği cihetini kendi malım gibi benimseyip hakikate ters düşer halde bulduğum cihetlerinden uzak durma durumundaydım. Onlardaki hakikat, kendilerineÑnazil oldukları haliyleÑiman etmekle yükümlü olduğum Tevrat, Zebûr ve İncil'in hediyesi değil miydi? Onlardaki hakikat, kendilerine inanmanın imanımın bir şartı olduğu Benî İsrail peygamberlerinin mirası değil miydi? Yani, her iki dinin el'an içinde taşıdığı hakikatler, her biri 'bizim peygamberimiz' olan o güzelim peygamberlerin mirası olarak, elbette göz baş üstüne idi. O hakikatlerden alınan ilhamla sonraki çağlarda sunulan güzellikler de öyleÉ Bu noktada, şükür ki, şu toplumun özellikle dindarları arasında maalesef görülebilen toptancı red tavrının uzağında idim. Maamafih, toptan kabul gibi bir durum da benim uzağımdaydı.

Dahası, Hz. Musa'ya gelen saf dinden yahut Hz. İsa'ya gelen saf dinden kayma ve sapmaların ne zaman, nerede, ne yönde, nasıl ve neden gerçekleştiği hususunu, 'dinler tarihi'ne yönelik bir merakla bakıyor değildim zaten. Aksine, bu dinin müntesiplerinin zaman içinde yaşadıklarına, "Hangi durumda hangi yöne nasıl ve neden kayabilirim?" diye bakmam gerektiğini düşünüyordum. Ancak o zaman, tarih bir 'ibret levhası' olurdu benim için. Ancak o zaman, tarihte yaşananlar, benim hayatımda tekerrür etmezdi.

İşte böylesi bir yaklaşım dahilinde ilk yoğunlaştığım alan, Yahudiliğin serüveni idi. Altı sene önce yazdığım, okuyanlarınÑlillâhilhamdÑhâlâ sitayişle bahsettiği "İçimde Bir Yahudi Var" yazısı, işte bu yoğunlaşmanın meyvesi idi. Sonrasında, Hıristiyanlığa dair benzer bir yazı üzerinde çalışacak; ne ki, 'denge' anlayışının hayatımda giderek artan önemine binaen, "İçimde Bir Yahudi Var"ın Hıristiyanî versiyonu olmaktan farklı bir yazıya ulaşacaktım. O 'farklı' yazı, okuduğunuz bu yazı idi işte!

CEMALSİZ CELÂL-CELÂLSİZ CEMAL

'Denge' eksenli çözümlemeler esnasında görmüştüm ki, zamanla Yahudilik ve Hıristiyanlığın başına gelenler, esasında her mü'minin kulağına küpe olacak cinsten hadiselerdi. Dinde ve hayatta dengenin izini sürüyorsak, gerek Yahudiliğin, gerek Hıristiyanlığın yaşadığı tecrübeden dersler çıkarmamız gerekiyordu açıkçası. Her iki tecrübe, biri ifrat, diğeri tefrit diye özetlenebilecek kaymalarla mâlûldü; ama kaymanın yönü zıt da olsa, ortaklaştıkları bir husus vardı: her hâlükârda, saf dinin özündeki 'denge'nin yitirilmesi.

Meselâ, şu uzun yazılarımızı sabırla okuyanların nicedir aşinası olduğu celal-cemal-kemal denklemi, bu bağlamda bir kez daha çıkıyordu karşımıza. Yahudilik 'cemalsiz bir celâl'i temsil eder iken, Hıristiyanlık 'celâlsiz bir cemal'in mümessiliydi.

Hz. Musa ile gelen şeriatı cemalsiz bir celâl ile yorumlayan Yahudiler, gün gelmiş, şefkat timsali baba-oğul peygamberler olarak Hz. Zekeriya ile Hz. Yahya'yı güya 'Musa'ya gelen şeriat' adına katletmişlerdi. Hz. İsa'nın katline teşebbüs edenlerin dayandığı gerekçe de, Cumartesi günü kendisine gelen bir hastayı tedavi etmek suretiyle Musa'ya gelen şeriatı çiğnemiş olduğu iddiası idi.

Oysa, ne Hz. Musa, ne de onunla gelen Tevrat, böyle bir fiili emretmiyordu elbette. Bilakis, Zât-ı Zülcelâli ve'l-ikram, vahyini celâl-cemal muvazenesi üzere gönderdiği gibi, nebilerine bu dengenin tesisini mümkün kılacak bir ruh iklimini nasip etmişti. Ne var ki, Hz. Musa'yla gelen şeriat, zaman içinde eğilip bükülerek peygamberlerin öldürülmesine bile cevaz verdiren 'cemalsiz bir celâl'e konu edilmişti işte. Hz. İsa ise, Benî İsrail peygamberlerinin son halkası olarak, Musa aleyhisselamla gelen ilâhî şeriatın zamanla yitirilen cemal boyutunu ona tekrar iade etmekle de görevliydi. Matta'da yazıldığı üzere, "Ben yıkmaya değil, tamam etmeye geldim" (5:17) buyurması bundandı.

Gelin görün ki, Hıristiyanlığın zaman içinde yaşadığı evrilme, 'cemalsiz bir celâl'e yeniden 'cemal' boyutunu getirip denklemi tamamlayan Hz. İsa'nın mesajının bu kez 'celâlsiz bir cemal' yönünde değişime uğradığını gösteriyordu. Hıristiyanlığın salt 'sevgi dini' olarak sunumu ve herkesçe öyle algılanışı, esasen, bu değişimden dolayıydı. hale gelişi bundandı. Oysa, bir şefkat ve rahmet peygamberi olarak Hz. İsa, "Ben şeriatı kaldırmaya değil, tamamlamaya geldim" derken, ifrata mukabil tefriti müjdelemiyordu elbette. Yine Matta İncili'nde "Ben selamet getirmeye değil, kılıç getirmeye geldim" (10:34) âyetleri ne diye yer alsındı yoksa? "Ben yeryüzünü ateşe ve kılıca atmaya geldim" cümlesi Luka İncili'nde (12:49) niye yer alsındı?

Hayır, her biri masum ve her biri 'hak din'in mümessili olan kudsî nebilerden hiçbiri ifrat veya tefrit suretindeki bir dengesizliğin taşıyıcısı olamazlardı. Kâinatın özü denge iken, hayatın mihveri denge iken, zira kâinatı yaratıp bize hayatı veren Rabbimizin 'ism-i azam'ından biri Adl iken; hiçbir peygamber, celâlsiz cemal, cemalsiz celâl, gadabsız sevgi, sevgisiz gadab, uyarısız müjde, müjdesiz uyarı, şeriatsız ruh, ruhsuz şeriat sunmazdı, sunamazdı.

Ama, bir kez daha, vasat noktasından sapılmıştı işte. Hz. İsa'yla geleni seküler Roma'yla barıştırmayı deneyen din teorisyenlerinin elinde, şeriatsız bir ruh, gadabsız bir sevgi, celalsiz bir cemal suretinde bir kaymaydı yaşanan.

Ne ki, yanlış hesap fıtrattan dönerdi her defasında. Kâinat da, hayat da celâl-cemal dengesi üzere yürürken, bu dengeyi yitirerek kemal bulmak elbette imkânsızdı. Nitekim, bu dengenin yitirilmesi, ağızlardan düşmeyen 'sevgi'nin de sonunu getirmişti esasında. İkiyüz yıl süren Haçlı seferleri, kanlı mezhep savaşları, Yüzyıl Savaşları, Otuz Yıl Savaşları, Engizisyon, Reconquista.. bütün bunlar 'celâlsiz bir cemal' tefritinden türemiş 'cemalsiz celâl' ifratının en keskin, en gaddar örnekleri değil miydi? Tefritten doğan bir ifratın, celâlsiz cemal arayışından türeyen bir cemalsiz celâl meyvesinin kan, yıkım, ölüm ve gözyaşı dolu delilleriydi bunlar. Dünya tarihinin gördüğü en kanlı ve en büyük iki savaşın, özellikle de altmış milyon insanın canına mal olmuş İkinci Dünya Savaşının çıktığı ve yayıldığı iklimin Hıristiyan Avrupa olması da, cabasıydı.

Hayır! Hz. Musa'nın sunduğu hakikî Musevîlikten uzaklaşan Yahudiliğin sergilediği sapmanın en önemli veçhelerinden olan 'cemalsiz celal' formülü hayat ve hakikat ve fıtrat nazarında ne kadar geçersiz ise, Hz. İsa'nın sunduğu İsevîlikten uzaklaşan Hıristiyanlığın geliştirdiği 'celâlsiz cemal' formülü de o kadar geçersizdi. 'Sevgi dini' Hıristiyanlığı temsil eden ulusların Hıristiyanlık adına sergilediği ve tarihin de belgelediği bunca büyük ve kanlı savaş, celâl boyutu silinip atılmış bir 'sevgi dini' üretiminin iflas bayrağı hükmündeydi.

Buna rağmen, celâl-cemal dengesini cemal lehine yitirmesi sonucu Hıristiyanlığın sergilediği bu kahr ve celâl görüntüleri apaçık ortada iken, sözümona 'sevgi' adına, İslâm için de benzeri bir akıbete teşne olanlara rastlıyorduk. Hıristiyanlığın başına gelenin bir benzerini İslâm'ın yaşamasını istercesine, İslâm'ı denge noktasından bilerek-bilmeyerek koparma gayretine düşenler vardı. Aziz Pavlus'un İsevîliği Roma'yla barışık bir Hıristiyanlığa dönüştürme gayretine benzer şekilde, İslâm'ı devletlûların hoşuna gidecek bir kıvama sokmak için eğip bükenler az değildi üstelik. Onların ortaya koyduğu veya koyacağı formüllere dünden razı olanlar da az değildi. Mevlana, Yunus, Hacı Bayram Veli gibi istikamet üzere yaşamış mü'minleri de kalkan edinerek bir 'light Islam' üretmeye gayret eden sevgi tacirlerinin, bu arada, nedense dinini anladığı kadarıyla dört dörtlük yaşamaya çalışan insanlara duyduğu öfke ise anlaşılır cinsten değildi.

Öte yandan, bu yola çok iyi niyetlerle, safdilâne, sırf böylece İslâm'ın daha iyi tanıtılacağı zannıyla dahil olanlar da yok değildi. Mensup olduğu Hıristiyanlığın celâlsiz bir cemale kaymış olmasından kaynaklanan açmazları karşısında 'ekmel bir din' arayışı içinde İslâm'a yönelen milyonlarca muhtedinin varlığı vâkıasına rağmen; celâlsiz cemal arayışının son durağının cemalsiz celâl olduğunu belgeleyen tarihin şahitliğine rağmen; Resûl-i Ekrem'le gelen "El-hubbu fillah, ve'l-buğzu fillah" denklemi gözümüz önünde iken böylesi bir temayülün varlığı neyin nesiydi ki?

RUHSUZ KANUN-KANUNSUZ RUH

'Denge' arayışı içinde Yahudilik ve Hıristiyanlığın tarihî serüveninden alınacak bir diğer ders ise, dinin zahiri ile bâtınını, şeriatı ile ruhunu birbirinden ayırmanın bir felâket olduğuydu. 'Ruhsuz şeriat'a dönüştürülmüş Yahudiliğin peygamberleri öldürmeye kadar uzanan vaziyeti, ilâhî vahyin emir ve yasaklarını ruhsuz ve kuru kanun maddelerine dönüştürmenin akıbetini haber veriyor olmalıydı. Hıristiyanlık ise, ihtimal ki Musa aleyhisselama gelen 'nâmus'un, yani ilâhî kanunların yitirilen ruhunu ona iade etmekle görevli Hz. İsa'nın yepyeni bir şeriatla gelmemiş olmasını da mazeret edinerek, 'şeriatsız bir din'e dönüşmüştü. Matta İncili, İsa aleyhisselamın "Sanmayın ki ben şeriatı yahut peygamberleri yıkmaya geldim. Ben yıkmaya değil, tamamlamaya geldim" dediğini yazıyordu oysa. Ne var ki, arkadan gelen birileri, tahrifkâr yorumlarla İsa aleyhisselamın yapmaya çalıştığının tam aksini yapmış; onun 'tamamlamaya' çalıştığı şeyi 'yıkmış'lardı. Hz. Musa'yla gelen ilâhî kanunların 'problemli' gördükleri tarafını bâtınî yorumlarla tevil ve tahrif suretinde gerçekleşen bir yıkımdı bu. Meselâ tesettür, "Korintoslulara I. Mektup"ta dahi yer almasına rağmen, her nasılsa, yalnızca rahibelere özgü kılınıvermişti. Hz. İbrahim'den tevarüs eden bir nebevî miras olarak sünnet, İslâmiyette olduğu gibi, Musevîlikte de vardı. Ama, Hıristiyanlığın sünnete bakışı, bunun bir 'mecaz' olduğu, 'dünyayla alâkasını kesmekten kinaye' olduğu şeklindeydi. Sünnet öylece yitip gitmişti Hıristiyanlıktan. Ki, böylesi örneklerin eşliğinde, "Pazar günü saat onda kilisede gerçekleşen ayinin aslı sabah namazı mı? Perhiz günlerinin aslı ise oruç mu acaba?" gibi sorular geliyordu akıllara. Üstelik, ihtimal ki sabah namazının bakiyesi olan o Pazar ayinlerinin bugün kimi yerlerde ayinlikten dahi çıktığı görülmekteydi. Bazı Batı kiliselerinde 'ayin' diye yaşanan, rock'n roll veya caz eşliğinde toplu danstan ibaretti.

İslâm'a yöneliş öykülerini internet üzerinden okurken, hafta boyu tutunabildikleri o tek ibadetin de yozlaşması karşısında yüreği kiliseye karşı soğuyan insanların 'sapasağlam bir din' arayışının, İslâm'a yönelmelerinde etken bir rol oynadığını görmem boşuna değildi herhalde. Oysa, zaman içinde fecir vaktinden öğleye doğru saat ona, alnın secdeye değdiği bir ibadetten sıralarda oturulan bir ayine dönüşen bir ibadet sözkonusuysa, bu dönüşüm Allah katından gelen emri 'katı' bulup, insan eliyle 'daha sevimli ve cazip bir din oluşturma' gayretkeşliğindendi. Pazar ayinlerinin rock, caz veya slow konserlerine dönüşmesi de aynı sebeptendi.

Velhasıl, Hz. Musa ile gelen ilâhî şeriatı ruhundan koparmaya meyleden YahudilerÑmeselâ Hz. İsa'nın zamanında FerisîlerÑnasıl ifratkâr bir sapma sergiliyorlar ise, Hıristiyanlar da ruhu aldıktan sonra şeriatın zahirinin pek de önemli olmadığı şeklindeki bir yaklaşıma girerek zaman içinde tefrit yönünde bir sapma sergilemişlerdi. Denge, her iki halde de, yitirilmişti.

Ve, dönüp 'daire-i İslâm'a baktığımızda, benzer yöndeki eğilimlerin varlığını görüyorduk. Meselâ, ilâhî emirleri 'kışr,' yani 'kabuk' diye tanımlayıp "Sen öze bak öze!" diyenlere rastlanıyordu sağda solda. Üstelik, kabuğu alınan şeyin özünün de bozulmaya yüz tuttuğuna binbir meyvesi ile kâinatın ettiği şahitliğe rağmen vuku buluyordu buÉ

MADDEYE KARŞI MADDE BAĞIMLILIĞI

Hıristiyanlık aynasında göze çarpan bir başka 'denge' problemi, dünyaya ve maddeye bakışla ilgili idi. Yahudiliğin dünya namına ahireti ve madde namına ruhu feda eder bir durumda olmasına mukabil, Hıristiyanlığın ahiret hatırına dünyayı, ruhun hatırına maddeyi terkeder bir görüntüsü vardı.

Dünyayı kötü gören, maddeyi pis telakki eden, Hz. İsa'yı yüceltme adına Hz. dem'den başlayarak bütün insanları 'doğuştan günahkâr' bilen, Pascal gibi büyük dehalarına dahi "Tabiat, bozuktur" dedirten Hıristiyanlığın medar-ı iftiharı olan rahipler, bu yüzden, çalışıp çabalamayı, tarlada-pazarda uğraşmayı 'pis' ve 'dünyevî' telakki ederek toplumdan kendilerini soyutlayıp manastırlara kapanmışlardı. Protestanlığın zuhuruna kadar, 'kadın'ı aşağı, 'evlilik'i ise aşağılık saymışlardı. Nice azizler, senelerce yıkanmamayı yahut kirli elbiselerle dolaşmayı fazilet bilen bir anlayışa yakalanmışlardı.

Kur'ân-ı Hakîm, bu ruhbanlığı onların kendilerinin uydurduğunu, onlara böyle birşeyin farz kılınmadığını, "Allah'ın rızası böyle kazanılır" diye kendilerinin bu yola girdiklerini zikrediyordu Hadîd sûresinde. Ve, ekliyordu: "Gereği gibi ona riayet etmediler." Bu yolda başarıya ulaşan az sayıda insan vardı gerçi, onlar, mükâfatını da göreceklerdi bunun; ne ki, 'çokları da yoldan çıkmışlar'dı.

Durum buydu; zira ruhbanlık ancak çok az kişinin başarıya ulaşabileceği bir yoldu. Zira, fıtrî değildi; insanın yaratılmış olduğu fıtrata denk düşmüyordu. Ve, fıtrata denk düşmeyen herşey gibi, zaman içinde ters tepmişti.

Meselâ, ahiret adına dünyayı terkin bayraktarı olan Kilisenin zaman içinde geldiği nokta, para karşılığı cennetten arsa dağıtması ve müntesiplerinden edindiği bağışlarla muazzam bir dünyevî servete kavuşması idi. Samimi biçimde dünyayı terkeden azlar bir tarafa, birçok rahibin zihinlere kazınan imajı, para toplamayı dünyevîlerden daha iyi beceren bir insan imajıydı. Allah'ın verdiği duyguların fıtrî ve helâlinden karşılık bulmasının adı olan evliliği kötüleyen bir eğilimin sonucu ise, rahipler ve rahibeler arasında eşcinsel eğilimlerin zuhuruydu. Hem, maddeyi pis telakki eden, cismanî olanı kötü gören bir din olarak Hıristiyanlığın, uhrevîliğin beşiği olması gerekirken, sekülarizme ve dünyevîliğe beşiklik teşkil etmesi manidar değil miydi? Dünyevîliği ve maddeci bir hayatı kimden öğreniyordu dünya?

Kur'ân ise, bu noktada, bir dengeye çağırıyordu bizi. Resûl-i Ekrem (a.s.m.) bir denge halini gösteriyordu hayatıyla. O, helâl olan bazı yiyecekler konusunda tereddüde düşen bir sahabisi bu durumu kendisine arzettiğinde "İçinde sıkıntı olmasın" demişti ona. "Aksi halde Hıristiyanlara benzersin." Yine Resûl-i Ekrem, her gece teheccüd, yıl orucu, hanımını terk gibi kararlarla kendilerini zora koşmamaları yönünde uyarmıştı ashabını. "Kendinize zorluk çıkarmayın, zorluğa uğrarsınız" demişti bir keresinde. "Zira bir kavim kendisini zora attı. Allah da zorluklarını arttırdı. Manastır ve kiliselerdekiler bunların bekâyâsıdır." Bu sözünün hemen ardından, Hz. Peygamberin Hadhid sûresinin az önce zikrini ettiğimiz 27. âyetini okuması ne kadar manidardı!

Dahası, bazı sahabilerinin hanımlarını boşayıp hadım olmaya, derd-i maişet için çalışmayı terkedip dağlara kapanmaya ve her gün oruçlu olmaya karar veren; ve bütün bunlara sırf rıza-yı ilâhî böyle kazanılır düşüncesiyle girişen bir grup sahabisine "Sizin için ben en güzel örnek değil miyim?" demiş ve eklemişti: "Kim benim sünnetimi beğenmezse, benden değildir."

Resûlullah bu soruyu sorup bu hükmünü dile getirmişti; zira, Kur'ân 'en güzel örnek' olarak tarif ediyordu onu. O ki, oruçlu olduğu günlerde vardı, yediği günler de. O ki, geceleri Allah için uyanık da kalırdı, uyurdu da. O ki, hanımlarından ayrı kaldığı zamanı da olurdu, hanımlarına yaklaştığı zamanı da. O ki, çarşıda pazarda dolaştığı zamanlar da vardı, itikafa çekildiği vakitler de.

Resûl-i Ekrem (a.s.m.), 'Habibullah' ise, bu haliyle 'Habibullah' idi. Habibullah, elbette o olmalıydı. Çünkü o, Allah'ın yarattığı maddeyi ve Allah'ın yarattığı cismanî cihazları Allah yolunda bihakkın kullanmış; ne Yahudilerin sergilediği 'madde bağımlılığı' ifratına, ne de Hıristiyanların sergilediği Allah'ın esmasının cilvelendiği maddeyi pis görme tefritine düşmüştü. O, sergilediği hayatla, dinde ve hayatta dengeyi bulmamızı mümkün kılan 'en güzel örnek' olmuştu bizler için.

Onun, sahabilerinden duyduğu "Nefsim habis oldu" gibi sözleri tasvip etmemesi de manidardı. Onun hayatında, ne Yahudiliğin zamanla yaşadığı şekilde 'nefis' namına dinin eğilip bükülmesi örneği vardı; ne de, ruhbanların yaptığı şekilde, Allah için 'nefsi öldürmek' uğruna dinin eğilip bükülmesi. O, Yahudiliğin zamanla sergilediği şekilde, 'haramları helâl kılacak' nefsanî oyunlardan uzak durmanın da; Hıristiyanlığın zamanla sergilediği şekilde, 'helâlleri haram kılacak' determinist şartlanmalardan uzak durmanın da adresiydi bizler için. Toprak suya, havaya nisbeten yoğun, koyu, karanlık, hatta pis ve kokuşmuş gözüküyordu bize. Ama, Cenab-ı Hakkın isimlerini cilvelendiren bunca çiçek, ağaç, ot, meyve ondan çıkıyordu. Aynen onun gibi, nefis de böyleydi işte. Zahiren karanlık gözükmekle birlikte, Rabb-ı Rahîm bir 'belâ' olarak değil, 'imkân' olarak vermişti nefsi bize. Nitekim, Peygamber'in yolunda bir insan olarak Bediüzzaman, "Nefs-i insâniye, sırr-ı camiiyet itibarıyla, tezekki etmemek şartıyla, bütün letâif-i insaniyenin fevkine çıktığı gibi; öyle de, cismaniyet, en câmi', en muhit, en zengin bir âyine-i tecelliyat-ı esmâ-i ilâhiyedir" diyordu onun için. Böyle diyebiliyordu; zira, Resûl-i Ekrem'in nefis ve cismaniyet noktasındaki eşsiz örnekliğinden bu sonuç çıkıyordu.

Şükür ki, sahabiler ve onlardan sonra gelenler, Kur'ân'ın ve Peygamberin rehberliğinde, 'madde' ve 'nefis' konusunda gerek Yahudileşme, gerek Hıristiyanlaşma gibi bir eğilim riskini asgariye indiren bir düşünce ve yaşama formülasyonu sunmuşlardı. O yüzden, İslâm, iki kudsî peygamberle gelen iki semavî kitabın ve iki semavî dinin müntesiplerinin kendi dinlerine reva gördüğüne benzer bir kayma ve sapmadan ciddi derecede uzak olmuştu. Ama, yine de, onlara benzeme riskinin büsbütün ortadan kalktığı söylenemezdi.

Konunun 'Yahudileşme temayülü' kısmı nedense daha ilgi çekici gözüktüğünden, o konuda yazılmış kitaplar bile vardı. Ama konunun 'Hıristiyanlaşma temayülü' tarafının pek irdelenmediği görülüyordu. Oysa, nefsin terbiyesine değil, öldürülmesine meyleden; dünyanın kalben değil, kesben terkine yönelen; evliliği zayıfların kârı görüp bekarlığı kutsayan; Allah'ın helâl kıldığı nimetler için dahi şüpheler üretip gereksiz 'caiz mi' tereddütleri üreten; Allah'ın izin ve ruhsat verdiğini sırf 'azimet dairesinde' olmadığı için kötüleyen eğilimler İslâm tarihinde de, bugün de vardı. Özelde dindarâne bir hayat yaşayanlar, en azından hayatlarının bir anında böylesi bir 'denge' sınavından geçmiş olmalıydılar.

Ve, en hazini, bu sınavdan kalmış olanların da varlığıydı. Fıtrata, vahye ve sünnete ters düşen zorlamalar yüzünden, bir müddet sonra hepten kayıp gidenleri biliyordum. Bir müddet Allah'ın helâl kıldığı kimi şeyleri de haram görür bir halde yaşayanların akıbeti, haramları da helâl görür bir savrulma yaşamak olabiliyordu. Bir dönem 'helâl dairedeki keyf'e lâf söyleyenlerin, bir dönem sonra 'haram dairede' keyif aradığı görülebiliyordu. Bir dönem nefsi habir, pis, murdar görenler, bir müddet sonra tam aksi yöne savrulup kayabiliyordu. Bugünün dünyevîlerinin bir kısmı, dünün dünyaya en fazla nefret duyanlarıydı. Bugünün dinde lâkaytlarının bir kısmı, dün 'farzları yapıp büyük günahlardan sakınanlar'ı adam yerine koymayanlar arasında yer almışlardı.

Kısacası, ölçüsüz bir 'madde karşıtlığı'nın sonu 'madde bağımlılığı;' dengesiz bir 'nefis düşmanlığı'nın akıbeti 'nefse esirlik' olabiliyordu!

Hayır! Doğrusu bu olamazdı. Kur'ân bizi 'ümmeten vasatan' diye tarif etmiş ve bu şekilde övmüşse, Peygamber bize 'az ama devamlı olan' ölçüsünü öğretmişse, böylesi zorlamalarla 'ideal kulluk'a ulaşamazdım. Böylesi zorlamaların sonu, çoğu ruhbanın hayatında görüldüğü gibi, tam aksi yöne savrulma oluyordu zaten. Yazık değil miydi? "Ey iman edenler! Haham ve ruhbanların çoğu, haksız bir yolla insanların mallarını yerler. Ve insanları Allah yolundan engellerler. Artık altın ve gümüş stok edenler ve Allah yolunda harcamayanları elem verici bir bir azapla müjdele!" âyetinin nüzulüne sebep olan tefrit-ifrat sarkacını keşfettikten sonra, asla böyle yapmaz, yapamaz, yapılmasına seyirci de kalamazdım.

İkibin yıllık umumî tarihi boyunca Hıristiyanlığın sergilediği üzere, maddeye karşı mana, cisme karşı ruh, dünyaya karşı ahiret tavrı sıhhatli ve fıtrî değildi. Fıtrat fıtrî olmayan şeyi reddettiği için de bu tefrit madde, cisim ve dünyaya ifratkârane yöneliş ile sonuçlanıyordu. Bu durumdan, İslâm dairesi içinde yaşanan kimi örnekleri de nazara alarak, hepimizin ders alması gerekiyordu. Bize böylesi bir hayatı ve yaklaşımı fısıldayan 'içimizdeki nasranî'yi, 'içimizdeki yahudi' misali, dizginlememiz gerekmekteydi.

VE DİĞERLERİ

Dinde ve hayatta denge arayışı içinde Yahudilik ve bilhassa Hıristiyanlıktan alacağımız ders, bunlardan ibaret değildi muhakkak. Meselâ, Fâtiha'nın ahirindeki üç yol ve üç sınıf insanı, Resûl-i Ekrem'in (a.s.m.) ilgili hadisinin ışığında anlamaya çalıştığımızda, Bediüzzaman misali, Yahudilerin yaşadığı problemin nefisperestlik, Hıristiyanlığın yaşadığı problemin ise esbabperestlikte düğümlendiği görülebilirdi. Yahudiler nefis eksenli bir kayma yaşarken, nefsi el'an kötüleyen Hıristiyanlar 'sebepler'e takılıp kalan akıl eksenli bir kayma yaşamışlardı. Ki, "Allah'ın rızasına böyle yaklaşılır" diye kendi akıllarıyla ürettikleri çözümlerin ardında da bir determinizm vardı. "Geçim derdiyle meşgul olurken kulluğumu unutuyorum. Demek, iyi bir kul olmam için geçim derdini bırakmam lâzım" gibi, "Para, mal, kadın beni Allah'a yakın olmaktan alıkoyuyor. Demek, Allah'a yakın olmak için bunlardan uzak olmam lâzım" gibi aklî ve determinist bir çözümlemeyle yaşanmış olmalıydı yaşananlar.

Hıristiyanlığın serencamından alınacak bir başka ders ise, mealcilik illetinin müthiş bir felâket olduğu idi. Bugün, hiçbir Hıristiyan, Hz. İsa'nın mübarek ağzından çıkan sözlerin doğrudan onun dilinden aktarıldığı bir İncil'e sahip olma hazzını yaşayamıyor; zira, orijinale doğru yolculuk gele gele İncil'in Yunanca tercümelerinde son buluyordu. Bir kutsal kitap ki, bugün tercümeleri vardı yalnızca; aslı yoktu. Eh, iş tercümeye kalınca, eldeki metni zamanın ve nefsin ilcaatına göre eğip bükme imkânı artıyordu. Dünyaca meşhur bir İslâmiyatçı Hıristiyan olarak Günümüzde İslâm ve Hıristiyanlık'ı yazan Montgomery Watt, Kitab-ı Mukaddes'in eski İngilizce tercümelerindeki 'slave of God' (Allah'ın kulu) şeklindeki ifadelerin sonraki tercümelerde 'servant of God' (Allah'ın hizmetkârı) şeklinde değiştirilmesinden yakınıyordu meselâ. Kul, Rabbinden bağımsız bir şekilde tarif olunamazdı asla; 'hizmetkâr' dediğinizde ise, kendinize O'ndan bağımsız, ama O'na çalışan bir anlam yükleyebiliyordunuz. Kelime düzeyindeki bu gibi eğip bükmelerden daha vahimi ise, tercümenin asıl yerine geçmesiyle gelen anlam ve hüküm tahrifatı idi. Her hâlükârda, Hz. İsa'ya gelen ve hakikî keyfiyeti Kur'ân'da ve Resûl-i Ekrem'in hadislerinde bildirilen saf tevhid dini olarak hakikî İsevîlikten muharref Hıristiyanlığa doğru adım adım yaşanan kaymada 'mealcilik'in kolaylaştırıcı ve hızlandırıcı bir etkisi vardı. Bu hal, son zamanlarda mealciliğin salgın bir illet gibi aralarında yayılır olduğu Müslümanların kulağına her halde küpe olmalıydı.

SONUÇ: DİNDE VE HAYATTA DENGE

Burada ancak anahatlarıyla değindiğimiz bütün bu kaymalara rağmen, mevcut Hıristiyanlık, 'İsevîlik din-i hakikîsinden gelen' bir dizi hakikat gene de içinde barındırıyor. Meselâ, İnciller, gene de birçok hakikatli âyeti barındırıyor içinde. Bir Hıristiyan, iman, amel-i salih, ibadet, uluhiyet, ahiret, yeniden diriliş, melekler, Hesap Günü gibi akide esaslarınıÑeksiği ve fazlasıylaÑgene de bünyesinde taşıyor. Ve, özellikle ahlâkî emirler ve öğütler noktasında, Hıristiyanlıkla İslâm arasında çok ciddi bir yakınlık ve paralellik bulunuyor. Aramızda, özellikle akide noktasında ciddi anlayış farkları da bulunuyor maamafih. Hem de 'tevhid' ile 'teslis' gibi, 'cismanî haşir' ile 'ruhanî haşir' gibi, çok ciddi farklar! Bütün bunlara rağmen, taşıdığı 'ortak değer'ler itibarıyla, dinsizlik karşısında bizimle aynı safta duruyor Hıristiyanlar.

Ama öte yandan, 'hakikî İsevîlik'ten 'muharref Hıristiyanlık'a doğru yaşanan serencâmdanÑtıpkı 'hakikî Musevîlik'ten Yahudiliğe doğru yaşanan süreç için de geçerli olduğu gibiÑalacağımız çok ders var. Alacağımız öncelikli ders ise, velev ki 'Allah'ın rızasını kazanma' gibi bir niyetle olsun, dinin ölçülerini eğip bükmenin dinin özündeki dengenin yitirilmesiyle sonuçlandığı. Böylesi eğip bükmelerin, 'Allah'ın rızasını kazanma'yı sağlayacak bir sonuca değil, tam tersine bir sonuca kapı araladığı.

Bu yönüyle Hıristiyanlık, iç dünyamızdaki temayülleriÑmeğer ki Allah'ın rızasını gözeten temayüller olarak gözüksünÑKur'ân ve sünnet mizanıyla tartmanın önemini belgeleyen bir tarih anıtı olarak duruyor karşımızda. Hıristiyanlığa bakarken, bu açıdan bakmalı. "Nasıl kaymışlar?" diye değil, "Nasıl kayılıyor?" diye okumalı yaşananları. Seyyid Hüseyin Nasr'ın, 'modern dünya'da İslâm'a dair bir kitabının bitiş cümlelerinde yazdığı gibi: "Modern düşüncenin çeşitli şekillerine karşı dinî yenilik ve savunma tavrının takınıldığı Hıristiyanlığın tarihi tüm müslümanlar için bir ders olmalı." Ve bu dersin kısa özeti: "Yalnızca Allah'ın düzenlediği ruha ve şekle bağlı kalan bir din yaşayabilir."

Hz. Peygamber'in "Bu din kolaylıktır. Kimse dini geçmeye çalışmasın" uyarısı, bu dersin ışığında okunmalıdır işte. "Allah'a en hoş gelen amel, az da olsa devamlı olanıdır" hadisi de.

Sözün kısası: "Orta yolu tutun, güzele yakın olanı arayın. Ağır ağır hedefe varabilirsiniz."


bkz. Buhârî, İman 29. bkz. Buhârî, İman 16, Ezan 81; Müslim, Salât 283; Muvatta, Salâtu'l-Leyl 4 vd. bkz. Buhârî, Rikak 18.

  02.01.2004

© 2021 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu



© 2000-2021 Karakalem Yayıncılık Ltd. Şti.
Tel: (0212) 511 7141  GSM: (0543) 904 6015
E-mail: karakalem@karakalem.net
Program & tasarım: Orhan Aykut